Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

11 Ocak 2022 Salı

XENON VE KUYRUK YAĞI


…bak işte yine oldu. Simitçi bile sanki saklamaya çalıştığım yabanlığımı bir çırpıda anlayıp yüzüme vurdu. Gerçi dediklerinin yarısını bile anlamadım. Bizim oraların ağzı olaydı (işte yine unuttum, dilim anamınki gibi döndü) hemen anlardım ama... Geldiğimden beri sanki her yer, her sokak, her insan sesi, her bakış kırıntısı her şey bana garipliğimi haykırıyor. Ama gel gör ki bizim şehrin (her orta boy Anadolu şehri gibi ortasından bir Atatürk bir de İnönü Bulvarı geçen ve bir de Cumhuriyet meydanı olan) içinde geleceğimin beni sürüklediği üniversite yok. Geleceğim beni yalnızca alıştığım şehrimin değil, alıştığım kalabalığın da dışına taşıdı. Benim bildiğim kalabalık çarşıda bir araya gelmiş beş-on kişiden ibaretti. Burada ise göz alabildiğine kalabalık. Kalabalık kendi başına hareket eden, kendi bağımsız varlığı olan bir bütünmüş, akışkan bir maddeymiş gibi geliyor bir müddet sona insana. Ara sıra içimden geçiyor lisede öğrendiğim fizik bilgime yaslanıp, biraz da akışkan dinamiğine ve doğrusal olmayan matematiğe sığınıp bu bin bir renkli akışkanın nasıl binaların içinde katı; sokaklarda, meydanlarda ve çarşılarda sıvı; parklarda ise gaz haline geldiğini araştırmak. Ancak o zaman belki anlarım bu akışkan keyfiyetin doğasını ve ben de öğrenirim nasıl bir parçası olup, aykırı damlalıktan kurtulacağımı. Aslında her şey buradan bakınca bir Xenon paradoksundan farksız. “Her gün içinde yaşadığınız şehrin kalabalığına bir önceki gün yaklaştığınız mesafenin yarısı kadar yaklaşıyorsanız, o şehre ulaşabilir misiniz?” 

Aslında bu sorunun cevabı kuyruk yağının şehir hayatındaki ayrıksılığı ve uzaklaşmışlığı kadar muğlak bir yerlerde yatıyor. Şehir, margarinin paketindeki hijyeni, ayçiçek, mısırözü ve zeytinyağındaki albeniyi kuyruk yağına çoktan değişmiş. Ne demişti amcam beni kaldığım eve yerleştirirken (ki artık eve ev değil nedense dershane demek zorundayız) evin içindeki abiye: “... işte bu bizim delikanlı, felsefe okumaya geldi buraya, eti de kemiği de sizin Allahın izniyle”. Evet nedense o gün bugündür tam da öyle hissediyorum. Anam yemekleri hep kuyruk yağıyla pişirirdi. Burada ise “kokuyor”. Apartman kokudan huylanırsa da “dershane mimlenebilir”. “Zaten gelip giden çok olduğu için huylanıyorlar”. Kuyruk yağı ile bu anlaşılmaz sosyal ürkeklik arasındaki ilişkiyi araştırmaya ve ileride bir tez konusu olarak incelemeye karar verdim bir ara. Öte yandan ben bir türlü doymuyorum. Yemeklerin içine konan türlü türlü yağlar sanki beni doyurmuyor. Kemiklerim acıkıyor sanki. İşin aslı ben anama ve kalabalığı küçük şehrime acıkıyorum. Bazen bu açlığı gidermek için köşedeki fırının camındaki yansımadan çaktırmadan ekmek alan mavi gözlü, çilli kıza bakıyorum, odamın camına buhar yapıp gülen suratlar çiziyorum, suratların bir gözünden hep bir damla su süzülüyor aşağı... 

Okula başladığım ilk haftalarda acıktığımı fark etmiş de beni teselli etmek istercesine etrafımda toplanan sessiz bir kalabalığın ayak seslerini hissetmeye başladım. Özellikle cuma günleri sessizce namaz kılmak için kaybolduğumda camide karşılaştığım bazı insanlar başka zamanlarda yanıma gelmeye beni türlü türlü yerlere davet etmeye başladılar. Kimi kaldığı yurda film izlemeye, kimi yemeğe, kimi de gezilere davet ediyorlardı. Bazılarının davetini kabul ettim. Erkek öğrencilerin kırık umut kokularına ayak kokularının karıştığı ücra yurtlarda en aksiyonlusundan Amerikan filmleri, ardından da bir adamın vaazlarını izlemiştik. Adam boyuna ağlıyor, dinleyenler kendilerinden geçiyorlardı. Yurttaki çocukların bazıları belirsiz bir amaç uğruna Türkî cumhuriyetlerine gitmekten bahsediyor, bazıları havada kokusu yağacak kadar yoğun bir hedefin ağırlığıyla konuşuyordu. Neden bilmem bu yurtlara gittiğimi haber alan kaldığım evin abisi bir gün okula gelip şöyle bir göründü ve etrafımdaki sesiz kalabalık dağılıverdi. İşte o zaman anladım kör ve tarafsız bir saflaşmanın daha başından belli bir üyesi oluverdiğimi. Ara sıra kaldığım eve daha büyük “abiler” de uğruyordu. Kimisi iş adamı, kimisi üst düzey bir bürokrat, kimisi de siyasetçi. Hepsinin ortak özelliği, kafalarında nasıl bir “septere”nin bulunduğunu (Eski Yunanda concept -kavram- sözcüğü “balık ağı” kelimesinden geliyor ve belli kavramları, öncelikleri “süzmek, seçmek anlamına geliyor) anlayamamış olmam. Niye geliyorlar bizim eve, ne yapmaya geliyorlar bilmiyorum. Ama içlerinden bir Belediye Başkanı vardı ki unutamadım hala. Bilmiyordum Belediye Başkanı olduğunu. Sormuştu bana “niye felsefe okuyorsun, ne işe yarar ki felsefe, vatana millete ne faydası var” diye. “Gül niye kanarsa, tebessüm niye kanatlanırsa ve sancı dolu bir yürekle fikir sızısı çeken bir başın ağırlığı dünyayı niye yerinde tutuyorsa ondan” demiştim de sanki bir şeyleri hatırlar gibi bakmıştı bana, terlememiş bıyık çağlarından bu yana... 

Ben kaldığım dershanenin bir genci ve delikanlısıydım yaşadığım şehrin değil. Halbuki ben felsefe okumaya yaşadığım şehrin delikanlısı olmak için başlamıştım. Odamda sakin bir çehreyle sürekli okurken, kelime dağlarının kurşununu altına çevirecek simyayı arayacak, bu arada kulağıma çalınan her melodiden, her sesten, gözüme ilişen her çatı arası ve pencere pervazının güzelliğinden bir küçük şey devşirecektim. Tüm bunların felsefesini yapacak ve yaşadığım şehrin en yakışıklı genci olacaktım. Oysa kaldığım evin bulunduğu, içinde bir kazanın nüfusunu barındıran koca blokta bakınca karşı balkonda aşık olacak bir güzel bile yok. Her şeye yüksekten bakmanın, insanları uçaktan karınca kadar görür gibi olmanın bedeli karşı balkonu satarak sağlanmış. Asansör yabancılıklarına bulanan yönsüz ve karanlık koridorlar havaya asılı gibi duran kapılara bağlanmış. Her bir kapının ardına da bir delikanlının yaşadığı şehrin en yakışıklısı olma umuduna mezar kazılmış. Yaşadığım evin abisi ise bana her gün falan kitaptan düzenli olarak okumam gerektiğini, kot pantolon giymememi, felsefeye çok fazla kaptırmamam gerektiğini ve okumamam gereken şeyleri söylerken kendi delikanlılığının gurbetini yaşadığını da bilmiyordu sanki. Zaten asıl küçücük şeyleri ararken kalabalıklara yetişebileceğimi düşündüm, bu gurbete daha fazla dayanamayacağımı anlayıp ayrıldım kalabalığın bu ilk katı halinden. Ağlamaklı vaazlar ve kendinden geçmeleri sattım, karşılığında tebessümler satın almaya çıktım. 

Okuldan bir arkadaşın yanına taşındım. Para kazanmak için de okuldan hocalarımın anketlerini kapı kapı dolaşıp doldurtmaya, arada da okuldaki bilgisayarda çoğalttığım korsan CD’leri satmaya başladım. Şimdi kapı kapı dolaşıp anket doldurtuyorum. Şehrin insan yüzlerinden görünen bakışlarını yakalıyorum. Azalan bir nefesle kalabalığa her an biraz daha yaklaşıyorum. Öyle ki kalabalığın nefesini duyuyorum kimi zaman ilerlerde bir yerlerde. Bu arada evden ayrıldım ama bir şeyden vazgeçemedim. Diz verse de, ütüsüz sıçan derisi gibi görünse de kumaş pantolon giyiyorum hala. Kumaşın dünyası hala kot pantolonun dünyasından daha sıcak benim için. Bu sıcak dünyanın kumaş yelkenini şehir efsaneleriyle dolduruyorum ara sıra, yaşadığım şehre biraz olsun daha çok yaklaşabilmek, yabanlığı büsbütün üzerimden atabilmek için. Pinpon topuyla Mercedes kilidi açanlar, şoför mahallinden aşağı düşürdüğü tespihi almaya çalışırken kendi de düşen ve aracı duvara çarpan dolmuş şoförleri, kendisi hastalığa yakalandığı için kalçalara meçhul şırıngalar batıranlar... 

Aldığım simidi kemirerek Kızılay’dan yukarıya Hamamönü'ne doğru yöneliyorum. Kalabalığın içine karışıyorum bir zaman. Civardaki harap eski evlerde oturanlara anket doldurtacağım bu kez. Belediyeden aşağı doğru cadde boyunca yürüyorum, yürüdükçe etraftaki dükkanlardan akort edilen ham sazların ve Antep taklidi darbukaların sesleri gelmeye başlıyor. Nedense buralar bana kendi şehrimi hatırlatıyor. Kalabalık uzaklarda kalıyor. Sıcaktan bunalıp bir ara bir dondurma alıyorum. Bir iki yaladıktan sonra etraftan bir küçük çocuk yanaşıp “abi be biraz versene dondurmandan” diyor. Anlam veremeyip uzaklaşıyorum ama sonra içim bir garip oluyor. “Hani ya senin küçük şeylerin delikanlılığını gütmen? Bir dondurmayı bile paylaşmayı beceremedin” diyorum kendi kendime. Sonra bir lokantanın önünden geçiyorum. İnanılmaz tanıdık bir koku. Kuyruk yağı kokusu. Açık cam vitrin. Vitrinin arkasında devasa bir kazanda pirinç pilavı tane tane dökülürken yanına saç kavurma eşlik ediyor. Adına da Merkez Lokantası deniyor. İçeri süzülüyorum. “Az pilav, üstü kuru”. Doyuyorum. Anamın ve şehrimin özlemi kalabalıkla aramdaki mesafeyi kapatıyor, lokantadaki tek tük insanın loşluğuna karışıyorum. Artık bu şehrin felsefe okuyan en yakışıklı delikanlısı oluyorum. 

12 Aralık 2020 Cumartesi

BİR BAŞKADIR... BENİM ANKARAM

 

Bütün dünyanın, sonu ve akıbeti meçhul bir hastalığın cenderesinde sıkıştığı şu günlerde, kısa bir süre de olsa paralı bir internet kanalının yayımladığı bir dizi bir şekilde toplumun bütün kesimlerinin dikkatini çekti. İlginçtir, daha önce abartılı cinsellik ve şiddet kullanımı, hayatın her alanına ilişkin tartışmalı görüşlerin ve tabuların inandırıcı bir şekilde paketlenerek sunulması gerekçeleriyle siyasi ve felsefi tartışmalara, komplo teorilerine konu olmuş bu mecranın beklenmedik şekilde bize bizi bizle gayet iyi bir şekilde anlattığı duygusu yayılıverdi. Herkes sanki bu diziyi bekliyormuş gibi çözümlemelere, değerlendirmelere girişti. En kısası üç saat süren, tiplerin birbirini dakikalarca kestiği ağalı, marabalı, sosyeteli, kadın sömürülü, lümpen demogojili standart Türk dizilerinin yanına konduğunda, estetik düzey ve anlatım örgüsü açısından gayet ilgi çekici bulunan bu iş, en başta hepimizi beklemediğimiz bir yerden, isminden vurdu.

İkinci Dünya Savaşı Sonrasının Batıda hala izleri görülen iyimserlik nostaljisi neyse, 1970’lerin bizde yarattığı anlaşılmaz ütopik nostalji duyguları da biraz Yeşilçam görüntüleri, biraz Beyaz Kelebekler, biraz da Ayten Alpman’ın “Bir Başkadır Benim Memleketim” şarkılarıyla gelir. Meyhanelerde eller havaya yapılırken de, yurt dışında memleket özlendiğinde de her kesimden insan bu şarkıyla hem umut bulur hem de hüzünlenir. Aynı nostaljinin kaynağı olan yıllarda Batı’da komünist avcılığının ve Amerika’da Mc Carthy döneminin, bizde de şiddetli ideolojik çatışmaların, darbelerin ve siyasi arayışların üstünü bir çırpıda örtüverir “Bir Başkadır Benim Memleketim”. İnsani bir ihtiyaçtır da bu. Tarihi kimse olduğu gibi yutup sindiremez, insan olarak umutla yaşamaya devam edebilmek, insana inanabilmek için duygularla bezenmiş bir duyular maskesini hissiyatımızın üzerine geçirme ihtiyacı duyarız. Her toplum bunu kendince yapar. Biz hareketli ve neşeli gibi görünen melodilere, sözlere hüzün giydirerek yaparız bunu. Nazım Hikmet’in de dediği gibi “hüzün ki en çok yakışandır bize/belki de en çok anladığımız”. Bir başkadır bu sebeple bizi en zayıf yerimizden, hazan ve hüzünden yakaladı. Dizinin çekildiği mevsim sonbahar, dizinin bizi içine çektiği iklim açıkça hüzündü.

Dizi, İstanbul’da geçen iç içe geçmiş farklı dünyalara ait hayatları, içindeki insanların kesişmelerini anlatırken, beklemediğimiz bir gerçekçilikle ekranı bize, etrafımızdakilere, tanıdık ve bildiklerimize tutulmuş bir aynaya dönüştürürken bunu aslında sandığımız kadar çok yapmadığımız bir şeyden tutturarak yaptı. Karakterler, yaşadıkları kentteki sınırlı yolculuklar dışında sabit mekanlarda, uzun uzun konuşuyorlar. Dura düşüne, birbirini bekleyerek, ötekini dinleyerek ve hatta bakışarak. Biz kendimizi biliyorsak bu toplum ve insanları böylesi konuşmaları sadece tiyatroda, sinemada görür. Evde, okulda, işte, televizyon programlarında tam tersiyizdir. Ya hiç konuşmayız, ya iyi niyetle ya da farklı amaçlarla giderek sıkışan bir duygu girdabı içerisinde birbirimizin sözünü keserek, sanki söyleyeceklerimizi unutma korkusu ya da karşıdakinin baskın çıkma endişesi içine kısılarak gerilimli bir yola gireriz. En eğitimli kesimde bile var olan bu davranışlar bütününü, Nuri Bilge Ceylan sinemasındaki karakterlerin uzun ama birbirini hep kesen ve anlamayan diyaloglarında görmek mümkün. Ancak, dizi bizi yapmadığımız şeyle yakalarken, her karakterin gözünden ruhuna sızmamıza, yavaş yavaş onun gözünden dünyaya bakmamıza izin veriyor, hatta bizi gerçek olduklarına inandıracak gibi oluyor. Oluyor diyorum, çünkü aynı zamanda karakterlerin iyi oyunculuklar ile bezenmiş ve iyi kurgulanmış pozisyonlar ama sonunda yine klişeler olduğunu sorgulamaya başlıyoruz. Ya da tam başlayacak gibi oluyoruz, ya Yeşilçam filmi mantığındaki görüntüler, ya 70’lerin nostaljisini yansıtan müzikler kadraja giriyor ve bizi yine hüzünle baş başa bırakıyor.

Dizinin bu temel algoritmasını anladıktan sonra ise benim esas dikkatimi çeken bambaşka bir mevzu oldu. Dizi İstanbul’da geçmesine, hatta belki dizinin esas karakterinin İstanbul ve İstanbul olmayan mekanlar olmasına rağmen, anlatılan öykü bizim bildiğimiz Ankara alışkanlıkları, Ankara Hayatı ve bir kentte yaşamak anlamıyla “Ankaralı” olmak üzerinden kuruluyordu. Bu sebeple yer yer, dizideki karakterlerin gittiği Yoga Salonları, rezidanslar, barlar acaba Çankaya ya da Çayyolunda mı acaba diye sorar buldum kendimi. Dizinin kurgusu da bunu hissetmiş gibi arada sürekli İstanbul görüntüleri serpiştirerek bize dizinin İstanbul’da geçtiğini hatırlatmaya çalışır gibiydi. Ancak, bu mesele, sadece her kentin ve kent yaşamının nihai olarak her yerde birbirine benzemeye başladığı meselesinin ötesinde de bir duygu yansıtıyor benim için. Bir yerlere yolculuklar yapıp sürekli kapalı mekanlara girmek, farklı kapalı mekanlarda karşılıklı susuşmak ya da konuşmaya dayalı bir dünya kurmak ziyadesiyle Ankaralı bir durum gibi geldi bana.  Televizyon izleyerek de olsa, zoraki bir psikologla konuşarak da olsa, hatta bir artı bir bir rezidans katında muhabbet açmaya çalışarak da olsa, soyutlanmış, bağlamını unutmuş bir şekilde konuşarak karşısındakine tutunma duygusu oldukça Ankaralı ve sınıflar ötesi bir refleks çiziyor. Daha doğrusu, toplumsal yarılmaların, sınıfsal gerilimlerin ortasında bunları görmeden yaşayabilmenin yegâne güdüsü gibi görünüyor. Biz bunu Ankara’dan çok iyi biliyoruz. Özellikle de son yirmi otuz yıldır kentin dönüştüğü durumun adını koymaya çalışırken, teknik, hukuki ve empatik bir şekilde anlatmaya çalıştığımız mesele belki de tam da buydu.

Yeni kent olgusunun oluşturduğu mekanlara ait olan bu yeni tür Ankaralılık duygusunun izlerini kuşkusuz eminim tüm kentlerde bulabiliriz. Hatta dizideki gibi karşıtını tamamen kentten uzak ve kırsal bir dünyanın içindeki daha sahici gibi duran insanlarla kurmaya çalışarak da izleyebiliriz. Ama, bu Ankaralılık duygusunun içinde sakladığı derin bir hicran var ki bunu anlatmadan için rahat etmeyecek. İşte o, o kapalı mekanların arasında geçirilen yolculuklarda görünen insan manzarası ile anlatılabilir. Her gün Ankara’da ve bütün büyük kentlerde, otomobillerle, otobüslerle, dolmuşlarla, metrolarla ve dahi bilumum ulaşım biçimleriyle görünmeden, görmeden yolculuklar yapan milyonlar var. Kentin gelişen alanlarını kâh oralara yerleşerek, kâh oralardaki hizmetlerde çalışarak var eden bu görünmeyen ve görmeyen insanların ortak özellikleri, kendilerini görmedikleri ve gözlemlemedikleri bir dünyanın karşılaşmalarından uzaklaştıracak yolculuklar yapmaları. İnsan, içinden geçtiği kentin görüntülerini değil, ekranın ve nostalji duygusunun izlerini, gördüğü insanların değil başkalarının ona anlatılan hayatlarının duygusu ile kendini anlatmaya başlarsa görünmez ve görmez oluyor. Dizideki en çarpıcı anlar da bu sebeple benim için diyalogların arasındaki yolculuk sahneleriydi. Otobanlarda, toplu taşım araçlarında, rezidansların arasında yürüyen insan artık varlığı ile yokluğu belirsiz bir figürandır ve onun öyküsünü diğerleri merak etmez.

Bir kenti kent yapan en önemli olgu olan, kendinden başkası ile karşılaşma ve etkileşebilme ihtimali ve olanağı ise rotaları giderek birbirinden ayrışan, karşılaştığında birbirini söndürmeye daha niyetli dalgalar misali yıkıcı unsurlara dönüşür. Gündelik yaşam döngülerinin nöbetleşe yoklukları birbirine eklediği bu Ankara dünyası çok ilginç bir insan türü yaratmıştır. Buna “gözlemleyemeyen insan” diyebiliriz. Bu yeni insan türü gözlemleme ihtiyacı hissetmeyen, gözlemlemeye temel oluşturacak sessiz iç diyalogun başlatıcılığından yoksun bir varlıktır. Arent’in dediği gibi artık kentte bir “hiç kimsedir”. Ona verilen görev kentte ona yazılmış öyküdeki gibi yaşamak görevidir. Gözlemlemek duygusunun oluşumu halinde bile neyi gözlemleyeceğini bilemeyen, gözlemleyeme başladığında da insanı ve farklı hallerini gözlemlemeye tahammül gösteremez. Çünkü artık elinde ve yaşamında bu duyguyu öğrenebileceği, uzun vakitler geçirebileceği ve kendisinden başkası ile karşılaşabileceği kamusal mekanlar bulunmuyor. Varsa bile onlar sadece üzerinden hızla gelip geçeceği yerler niteliği taşıyor. Canını bir an önce, anaforlaşmış duygular kapanındaki kısa konuşmalara bulayabileceği kapalı mekanlara, olmadı hareket halinde olabilmek için ulaşım araçlarına atmak telaşında.

Dizi bu kısır döngülerden çıkabilmek adına yine benim oldukça “Ankaralı” bulduğum üç çözüm de getiriyor karakterlerinin gözünden. Ankaralı olmak kenti çekici manzaraları, cazip mekanları değil de o mekanlardaki insanlar üzerinden bir arayış alanı gibi görmek olduğu için karakterlerin üç dönüşümü de bana ilginç geldi. Birincisi, dizinin bilge karakteri olan imamın sonunda tüm meselelerini ardında bırakarak doğaya dönmesi ve orada hiç tanımadığı bir insana derdini dökmesi. Sanki kenti aradan çıkarmak insanlarla buluşmanın yeni bir olanağı gibi sunulmuş. İkincisi, kendi geçmişine bir yolculuk yapmak ve kabuslarıyla, korkularıyla yüzleşmek. İçinde kaybolduğumuz değil de içinde var olduğumuz yolculuklar yapmanın anlamı vurgulanmış. Üçüncüsü de sahip olunan her şeye rağmen, içine kısıldığımız önyargıların, davranış biçimlerinin dışına taşabilmek için ötekine tahammül edebilmek, hatta sevebilmek ihtimali. Sıradan bir Ankara’lı için bu üç arayış da gündelik yaşamın bir parçası gibi görülebilir. “Bu kentte ne var” sorusu biraz da “burada kim var” sorusu haline gelmiştir bizim için çünkü.

Dizi bana yeniden hatırlattığı bu soruların yanıtlarının ne olabileceğini, yaşadığımız kentlerde geçirdiğimiz insanlık maceramız adına yeniden hatırlattı. Bir kentte hayat daha çok bir akıntıya benziyor. Kıyıda durmak da, dizlerine kadar suya girmek de, el ele tutuşarak karşıya geçmeye çalışmak da mümkün. Ama bunlar hep aldatıcı. Esas olan akıntının kendisi, anaforları, ayrıntıları, taşıdıkları. Dikkatle bakmadığımız zamanlarda bir arayış gözlüğü takınıp bakınsak etrafımıza, başta kendimizi şaşırtsak, konuşmadıklarımızla konuşup, görmediklerimizi görsek akıntı beklemediğimiz bir güzelliğini açıverecek bize. Bunun için de kaçınmaların değil, karşılaşmaların, bağırışların değil bakışmaların, gürültülerin değil gülümsemelerin mekanına çiçek açtıracak konuşmalara ihtiyacımız var. Samimiyet, iyi niyet, incelik, derinlik ve arayış malzemeleriyle inşa edilmiş karşılaşmaların her yerde karşımıza çıkabileceğine olan inancı yenilemeye. O zaman “Bir başkadır benim Ankaram, ya da her neresi olursa” diyebilme ihtimalimiz artacak.


10 Ocak 2020 Cuma

ANGARANIN İMAR EMSAL OYUNLARI


Ankara Türkiye Cumhuriyetinin Başkenti ilan edildikten sonra çağdaş şehircilik ve planlama yaklaşımlarıyla imar edilmiş, uzunca bir süre planlı kentsel gelişmenin öncü ve örneği olagelmiştir. Ankara’nın kentsel gelişmesi bir üst ölçekli plana bağlı olarak ve planda ihtiyaç dışında çok fazla değişiklik yapılmadan 1970’li yıllara kadar sürmüştür. Bu süreçte Ankara’nın gelişimini yönlendiren planlar yarışmalar ve uzman ekipler tarafından yapılmış ve kentin temel ihtiyaçlarına göre kurgulanmıştır. Planlama süreçlerine konut alanlarının oluşturulmasında ve kamu yapılarının elde edilmesinde kooperatifçilik gibi modeller eşlik etmiş, devlet mahallesi, Atatürk Orman Çiftliği gibi yenilikçi yaklaşımlar Avrupalı mimarların da katkısıyla uygulanmıştır.
Ancak, özellikle 1970’li yıllardan sonra önce gecekondu alanlarının denetimsiz bir şekilde yaygınlaşması, 1980’li yıllardan sonra da kentleşme süreçlerine ilişkin kararların ağırlıklı olarak yatırımcılar ve arazi sahiplerinin etkisiyle verilmesi sonucunda Başkent Ankara planlı kentsel gelişmeden uzaklaşmıştır. Oysa sağlıklı gelişen bir kentte, piyasa mekanizması ile planlama süreçlerinin kamu yararına işleyişi arasında kentin bütününü gözeten bir denge kurulması çok önemlidir. Bu dengenin bozulmasının çok ciddi bedelleri vardır ve bu bedelleri bütün Ankaralılar yıllardır ödemektedir.


Ankara Plan Disiplininden Nasıl Koptu?

  • Başkent Ankara’nın bütünsel olarak planlanmasını öngören son plan 1970’li yıllarda yapılan “Ankara 1990 Nazım İmar Planı”dır. Bu plan Ankara’nın 1990’ların başına kadar nasıl gelişeceğini öngörmekteydi. Bu planla öngörülen Bakanlıkların Eskişehir Yoluna kaydırılması gibi kararlar bugün hala geçerlidir. Ancak, bu plandan sonra bir daha bu kadar etkili bir üst ölçekli plan yapılmadı.
  • 1980’lere gelindiğinde Başkent Ankara’nın yaklaşık %50’si gecekondulardan oluşan bir kuşakla çevrilmişti. 1980’li yıllarda çıkarılan imar affı ve gecekondu kanunları ile bu gecekonduların apartmanlara dönüşümünün yolu açıldı. Ankara’nın çok önemli bir kısmı üst ölçekli plan olmaksızın gecekondudan apartmanlara dönüşmeye başladı. Bugünün imar planı değişikliklerinin önemli bir kısmının başlangıç noktasını bu dönüşüm teşkil etti.
  • 1990’lı yıllardan 2010’ların başına kadar geçen yaklaşık 20 yıllık süreçte Başkent Ankara’da bir üst ölçek plana bağlı olmaksızın yaklaşık 8000 imar planı değişikliği yapıldı. Bu dönüşüm süreci kentin tüm dengelerini bozdu. O yıllarda kentte 50 bin civarında imar adası bulunduğu düşünülürse neredeyse her 6-7 imar adasından birinde değişiklik yapıldığı görülebilir.
  • Bu değişiklikler öncelikle gecekondudan apartmana dönüşen alanlarda, kent merkezlerinde ve mevcut kent dokusunda yapı ve nüfus yoğunluklarının artmasına, kaçak ve iskan dışı yapıların yasallaşmasına yönelik değişiklikler meydana getirdi. Öte yandan Çayyolu gibi bölgelerde öngörülmemiş lüks konut bölgeleri oluşmaya başladı.
  • 2010’lu yıllara kadar gerçekleşen imar planı değişikliklerinde hala genel olarak ayrıcalıklı imar haklarının kısıtlı olduğu görülmekteydi. Yapılan değişiklikler ağırlıklı olarak parsel bazındaydı ve imar planlarının mahkeme kararlarıyla iptal edilmesi sonrasında devam eden inşaatlara çok nadiren rastlanmaktaydı.
  • Ancak, Ankara için imar planı değişiklikleri konusunda esas milat 2010’lu yıllardan sonra başladı. 2007 yılında bir üst ölçekli plan onaylanmış olmasına rağmen imar planı değişiklikleri yeni bir boyuta taşındı.
  • Bu değişikliğin en temel sebeplerinden birisi kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanlarıydı. Belediye Kanununda yapılan değişikliklerle birlikte daha önce imara açılması mümkün olmayan yapı yasaklı bölgeler ve imar planları mahkeme kararlarıyla iptal edilen yerler kentsel dönüşüm bölgesi ilan edilerek imar planları yapılmaya başlandı.
  • Bunun dışında ayrıca şehrin gelişme alanı dışında özellikle ana ulaşım aksları üzerinde bugüne kadar görülmemiş inşaat emsali artışları getiren imar planı değişiklikleri yapılmaya başlandı. Bu değişikliklerin büyük bir kısmında karma işlevli ofis, konut, rezidans, avm gibi kullanımlar bir arada öngörülmekteydi.
  • 2010 yılı sonrası dönemde de geçen sürede yaklaşık 5000 imar planı değişikliği yapıldı. Bu planların önemli bir kısmı, ayrı sorunlu yer için tekrar tekrar yapılarak belediye meclisinde onaylanan planlardı.
  • 2010’lu yıllardan sonra Ankara yeni bir olgu ile karşılaştı: tüm mahkemelere ve iptal kararlarına rağmen durmayan inşaatlar ve hukuku bir şekilde dolanan imar planı değişiklikleri.
  • Sonuçta 1980’lerden bu yana yapılan 13000 kadar imar planı değişikliği ile şehrin üst ölçek plana ve plan disiplinine dayalı gelişim çizgisi tarihe karıştı. Kentin geleceği ipotek altına alındı, aşırı maliyetli ve sorunlu bir kentleşme süreci ortaya çıktı, kentliler rant arayan bir topluluğa dönüştüler.
Tüm Mahkeme Kararlarına Rağmen Bu değişiklikler Nasıl Uygulandı: Emsal Oyunları
  • Son on yıla kadar, imar planı değişikliği ve inşaat ruhsatı verilmesi arasındaki sürede çoğunlukla mahkeme kararları sebebiyle inşaatların çok istisnai örnekler dışında devam etmediği görülmekteydi. Ancak, son yıllarda hem teknik hem de hukuki olarak izlenen yollar tüm hukuksuzluklara karşın inşaatların devam etmesine ve belirlenen inşaat emsallerinin çok üstüne çıkılmasına sebep olmuştur. Sonuçta kentin çok farklı yerlerinde kentin genel yapısı ile uyumsuz yükseklik ve yoğunlukta yapılar ortaya çıkmıştır.
  • Bu durumun ortaya çıkmasında birinci sebep imar planları ile inşaat emsallerinin arttırılmasıdır. İnşaat emsali arsa yüzölçümü ile üzerine yapılacak inşaat alanı arasındaki oranı temsil etmektedir. Hukuksuzluğu tescil edilen pek çok binada inşaat emsallerinin 2 ya da 3 kata kadar arttırıldığı görülmektedir.
  • Şehircilik ilkelerine göre insanca yaşamaya uygun inşaat emsallerinin en fazla 2 emsali aşmaması gerektiği bilinir. Yani inşaat alanının arsa alanının iki katından fazla olmaması gerektiği görülmektedir. Bu oran da daha çok kent merkezinde ve merkezi iş alanlarında görülmektedir. Ankara’da son yıllarda neredeyse 3 emsal standart haline gelmektedir.
  • Yapılan inşaat emsal artışları imar yönetmeliklerinde yapılan düzenlemelerle bina çıkmaları, çatı ve bodrumda yapılan inşaatların emsal dışı bırakılması ve binanın girişinin yüksek yoldan verilmesi gibi yaklaşımlarla getirilen ve “gizli emsal” olarak anılan artışlarla neredeyse iki katına çıkarılmaktadır. Planlarla 3 emsal verilen bir bina gizli emsallerle 4 hatta 5 emsale kadar çıkabilmektedir.
  • Kuşkusuz bu inşaat emsali artışları kentin kamu yararını savunan meslek odaları ve kurumlar tarafından izlenmekte ve yargı yoluna gidilmektedir. Geçmişte bu amaçla açılan davalarda ise yargı kararlarını dolanmak ve inşaatı sürdürmek için hukuk dışı yollar bulunmuştur.
  • İmar planı değişikliği ilk defa ilgili belediye meclisinden geçtikten sonra hızla ruhsat verilmekte, mahkeme süreci devam ederken binanın kaba inşaatı ilerlemektedir. Mahkemeden bir yürütmeyi durdurma kararının çıkması durumunda ise aynı planda küçük değişiklik yapılarak plan yeniden meclisten geçirilmekte ve bu süreç inşaat tamamlanana kadar devam etmektedir. Bunun sonucunda nihai olarak planları iptal edilen ve neredeyse içinde oturulmaya başlanmış binlerce bina Ankara’yı kaplamıştır.
  • Yürütülen bu hukuksuz süreçleri meşrulaştırmak amacıyla herhangi bir hukuki altyapısı bulunmamasına rağmen arsa devri, eğitim ya da sağlık tesislerinin ilgili yatırımcı tarafından yapılması ya da imar artışı karşılığında belediyeye belli miktarda bağış yapılması sıklıkla karşılaşılan uygulamalardandır. Ancak, bunların hiçbiri yapılan değişiklikleri hukuki ya da teknik açıdan doğru hale getirmemektedir.
  • Tüm bu değişiklikler sonrasında bir şekilde imar planları yasallaşarak meşru hale gelen aşırı inşaat emsali kullanmış yapılar ise hukukta “kazanılmış hak” olarak değerlendirilebilmekte, yakın çevredeki mülklerin  benzer taleplerine konu olabilmektedir.
  • 2019 Yerel seçimleri sonrasında Ankara’da göreve gelen tüm yerel yöneticiler imar konusunda bu binlerce örnekten oluşan karmaşık sürecin yükü ile karşı karşıya kalmıştır.
Emsal Oyunlarıyla Dönüşen Ankara’da Nasıl Bir Tahribat Oluştu?
  • Kentsel gelişim süreci haksız emsal artışlarına dayanan imar planı değişiklikleriyle bozulan Başkent Ankara’daki en büyük tahribat ahlaki değerler ve kentte yaşayanların gelecek algısında olmuştur. Başkent Ankara’da yaşayanlar için en önemli gelir beklentisi arazi rantı elde etmek haline gelmiştir. Bunun için arsa ve ihtiyaç fazlası konut sahibi olmak standart hale gelmiştir. Bu durum ekonomik gelişme dinamikleri için yıkıcıdır.
  • Kentin bütünü dikkate alındığında arazi kullanım kararları ile ulaşım ve altyapı sistemleri arasındaki ilişki kopmuştur. Sürekli imar planları değiştirilirken mevcut altyapının kapasitesi aşırı yüklenmiş, ulaşım yatırımları kapasite altı çalışır ya da ihtiyaca cevap vermez hale gelmiştir. Yapılan ulaşım ve altyapı yatırımlarının etkisi ve verimliliği çok düşük, maliyeti aşırı fazla hale gelmiştir.
  • İmar planı değişiklikleri yoluyla zenginleşme ve sermaye birikimi siyasi ve bürokratik yapıda bozulmaya sebep olmuştur. Siyasetin finansmanının kentsel rant üzerinden sağlanması siyaset ve bürokraside değer yozlaşmasına ve kentte yaşayanların katılım ve denetiminden uzak siyasi süreçlerin ve planlama yaklaşımlarının oluşmasına sebep olmuştur.
  • Özellikle karma kullanım olarak yapılan emsal artışlarıyla kentte ihtiyaç fazlası ofis, avm, lüks konut ve işyeri stoku oluştu. Başkent Ankara’da özel sektör gelişim hızıyla doldurulması neredeyse imkansız olan bu ofis ve işyeri stokunun nasıl eritileceği sadece mülk sahiplerinin değil, tüm kentin sorunu haline geldi.
  • Kentin ekonomik faaliyetlerinde tasarrufların çok önemi bir kısmı inşaat sektörü üzerinden emsal artışlarına yatırıldı, sanayi ve diğer katma değer yaratan sektörlerin gelişimi için gerekli finansal kaynaklar daraldı. Ankara, çok önemli potansiyellerini kullanamaz duruma geldi.
  • İmar Planı değişiklikleriyle kalan son vadiler, dere yatakları, ekolojik hassas bölgeler imara açıldı, kent iklim değişikliği karşısında zayıf ve savunmasız hale getirildi, su kaynakları verimsiz kullanılmaya başlandı.
  • Kentin kamusal alanları ve merkezleri kan kaybetti, yapılan karma kullanım alanlarıyla Ankaralıların hafıza mekanları ortadan kalkmaya başladı. Pek çok yerde eğitim, sağlık, spor, kültür ve sosyal alanlar ancak para ile kullanılabilen ve belli sosyo-ekonomik statüye sahip insanların kullanabildikleri alanlar haline geldi.
Emsal Oyunlarının Yarattığı Tahribat Düzeltilebilir mi?
  • Ankara’da özellikle yeni seçilen yerel yöneticilerin önemli bir kısmının artık imar planı değişiklikleriyle emsal artışı yapılmayacağını vaat etmeleri önemli bir gelişmedir. Ancak, bu iradenin gerçeğe dönüşebilmesi için alınması gereken önemli önlemler vardır.
  • Öncelikle, Ankara’nın kentsel gelişim sürecini gerçekçi ve sürdürülebilir bir şekilde yönlendirecek bir üst ölçekli plana ihtiyacı vardır. Mevcut üst ölçekli planlar ihtiyacın 3 katı alanı imara açmayı öngörmektedir. Bu yanlış yaklaşımı değiştirmek, henüz yapılaşamamış aşırı emsalli parsellerin durumunu düzeltmek için gerekirse uluslararası bir yarışma ile Ankara’ya yeni bir üst ölçekli plan yapılmalıdır.
  • Yapılan bu planda, kentte hukuki olarak kazanılmış hak olarak değerlendirilen emsal artışları ele alınmalı, biriken bu kentsel rantın kentin farklı bölgelerine imar hakları transferi ya da imar sertifikaları yoluyla aktarılması sağlanmalıdır.
  • Kente karşı suç niteliği çok yüksek örneklerde binaların bir kısmının yıkılması ya da tıraşlanmasından kaçınılmamalıdır.
  • Aşırı emsal artışı yapılmış ve yapılaşması tamamlanmış alanlarda elde edilen kentsel rantın kamuya geri dönmesi için hükümet tarafından yasal düzenleme yapılmalıdır.
  • Ayrıca, yaklaşık 35 yıllık imar kanunundaki en temel sorun olan, “emsal üzerindeki parsele aittir” yaklaşımı değiştirilmeli, planlanan bölgedeki yapılaşma hakkının hakça paylaşımı için üçüncü boyutta paylaşım ilkesine geçilmelidir.
  • Ayrıca kentin sadece imar artışları ile ekonomik canlılık kazanması önyargısının değişmesi için sanayi ve üretime yönelik sektörlere teşvik edici önlemlerin alınması, gerekirse inşaat sektöründen diğer sektörlere geçen yatırımcılara destek verilmesi önemlidir.







9 Nisan 2019 Salı

2019 YEREL SEÇİMLERİNİN EZBERLERİ VE GERÇEKLER


2019 Yerel seçimleri öncekilerden daha farklı bir seçim olarak algılandı ve değerlendirildi. Öncekilerin aksine, seçimlerin gerçekleşeceği siyasal ve sosyo-ekonomik koşullar ciddi bir belirsizlik içermekteydi. Bu belirsizlikler sadece yerel seçim için değil, bu koşulları meydana getiren unsurları da etkileyecek sonuçlar üretme potansiyeline sahip olduğundan dolayı, kamuoyu bu seçimlere ilişkin olarak yer yer abartılı yaklaşımlarla karşılaştı. Bu abartılı yaklaşımların bir kısmı da özellikle iktidarı oluşturan siyasi parti koalisyonunun “beka” söyleminden beslendiği için, bu yerel seçimi bir yerel seçimden daha farklı bir süreç olarak algılama eğilimi arttı.

Kuşkusuz, yerel seçimlerden çok kısa bir süre sonra gerçekleşen cumhurbaşkanlığı seçimi ve sonrasında yürürlüğe konan cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi bu durumun ortaya çıkmasında en önemli paya sahip olan değişkendir. Merkezi düzeyde kuvvetler arasındaki ayrımın yeniden biçimlenmesine sebep olan ve hala daha devam eden bu yapısal değişiklikler dizisi, devletin meşruiyeti ve siyasal alanın toplumdaki yansımaları açılarından önemli bazı kırılganlıklar yarattığından dolayı, yerel seçimlerin yeni sistemin bir nevi güvenoyu olarak algılanması ihtimali özellikle iktidar için önemli bir siyasal meydan okuma olarak görüldü. Bunun yanı sıra, ekonomik bunalım belirtilerinin toplumun her katmanının derinden hissedeceği sonuçlar ortaya çıkarması da bu meydan okumayı daha da zorlu hale getirdi.

Sonuçta yerel seçimlerin söylem altyapısını hazırlamakla mükellef siyasi çevreler, sivil toplum alanı, düşünce odakları ve kanaat önderleri, bu yerel seçimin önceki seçimlerden çok farklı oluğu savını yaygın bir şekilde paylaşmaya başladılar. İktidar partisi bu savı çok daha açıktan ve genel seçime benzer bir tutumla paylaşırken, ekonomik bunalımın etkilerini gören ancak, negatif propaganda yapma tuzağına düşmek istemeyen ve yerel siyasal alan üstünlüklerini kullanmak isteyen muhalefet ise daha dolaylı bir şekilde bu savı ima eden bir tavır benimsedi. Sonuçta, seçim öncesinde medyada, gazete köşe yazılarında, çeşitli STK raporlarında yerel seçimlerin özgünlüğünü ispatlamaya çalışan ifadeler yaygın olarak ortaya çıktı. Ancak, her seçimin tarihin belli bir özgün anının bileşenlerini yansıttığını unutmamakla birlikte, bu yerel seçimlerin de aslında diğerleriyle pek çok ortak yan barındırdığını ifade etmek gerekiyor.

Öncelikle Türkiye seçim tarihinin tümü incelendiğinde her seçimin "en kritik seçim" olarak adlandırıldığı görülmektedir. Çünkü Türk siyasetinin propaganda söylemi ahlaki ve politik tercihler değil, "ötekileştirme, kutuplaştırma, negatif atıflar ve kendini şampiyon ilan etme retoriği" üzerine inşa edilmektedir. Seçimler, demokratik olarak belli ahlaki tercihleri ve bunların yansıması olan eylemlilikleri yarıştırmak için değil, seçimin özgünlüğü bağlamında siyasi pozisyonları meşrulaştırmak için birer kaldıraç olarak görülmüştür. Hatta seçimlerin, “seçimlerin kendisinin propagandasının yapıldığı etkinlikler” olarak her siyasi görüşün kendi retoriği üzerinden anlamlandırılması üzerine kurulduğu söylenebilir. Seçimlerin demokrasinin işleyişi ve temsili kurgusu için önemi yadsınamaz. Ancak, her seçim sıradandır ve seçimler arası dönem daha önemlidir. Seçimlerin yarattığı hareketlenme, seçim sonrasına odaklanabildiği ölçüde siyasal alan seçim sonrası alanı şekillendirebilir. Seçimin sadece kendisinin muğlak bir söylemle kutsandığı bir süreçte ise seçim sonrası dönem, bürokratik aygıtla yüzleşmekle geçen, ve bir sonraki seçimin beklendiği bir geçiş olarak algılanır. Siyaset tarzı sebebiyle genel seçimler toplumun, yerel seçimler yerelin empati, karar verme ve tercih enerjisini sömürür tüketir. Seçim sonrası dönemde seçtiği adayların vaatlerini takip etmesi gereken vatandaş, tükenmişlik ve öğrenilmiş çaresizlik sendromlarına, kollamacı ilişkilerle tanıdık arama seanslarına geri döner.

Buna rağmen, yerel seçimler her ne yapılırsa yapılsın genel seçimlerden ayrışır. Çünkü ortada aday olan "kişilerin görünürlüğü" çok önemlidir. Ulus devletlerin ortaya çıkmasından sonra giderek yükselen merkezi düzey demokratik siyasal temsiliyetin karşısında doğrudan demokrasiye ilişkin tek fosil kalıntısı olarak yerel seçimler, seçmenin gündelik yaşamı ve anlık sorunları ile empati kurabileceği bir alan oluşturur. Bunun için de siyasi parti liderlerinden çok belediye başkan adayları ortadadır. Merkezi siyasi alanın aktörleri doğru bir denge tutturamazsa yerel siyasal alan buna tepki verebilir. Yine de, genel çerçeveyi çizen sistem tasarımı oy dağılımında eser düzeyde etki yapabilir. Nitekim, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin getirdiği belirsizlikler ve tedirginlikler, hem siyasi hem de bürokratik olarak seçimlerin tartışması içerisinde yer almıştır. Özellikle merkezi hükümetin yerel yönetimler üzerindeki denetim ve kontrol yetkisi anlamına gelen “idari vesayet” kavramı yeni anlamlara bürünerek seçim süreçlerine etki etmektedir. Bu sebeple seçimin bir diğer önemli farkı da zımnen ve arka planda da olsa yerel yönetim sisteminin tartışmaya açılmasıydı. İktidar "kaybedersek ne olur", muhalefet "kazanınca ne yaparız" hesaplarıyla kuliste farklı yerel yönetim modelleri üzerine çalışmaya başladı bile.

Öte yandan, yerel seçimlerde ortaya çıkan adayların da merkezi siyaset olmasa da başka türlü benzerleşme ve homojenleşme eğilimlerinin etkisi altında olduğu söylenebilir. Adayların birbirlerinden ayrılabilmesi için ortaya koydukları ilke, değer ve projelerin önemli olduğu sürekli vurgulansa da, çoğunlukla muğlak bir “proje” tanımı çerçevesinde adaylar kendilerini tanıtmaya çalışırlar. Adaylar projelerinin konuşulması gerektiğini söyler, ama başta projeler yeterince olgunlaşmamıştır, anlatılamayacak ve farkı ayırt edilemeyecek siyaseten doğruluklar içerir ve adayın kendisi de zaten bazılarını kendisi bile yeterince anlamamıştır. Ne adaylar ne de seçmen, aşırı düzeyde teknik ayrıntılar içeren, uygulama düzeyindeki yansımaları imkansız bu projeleri konuşmanın gereksizliğini görmekte zorlanırlar. Nihayetinde, proje kavramının baskın bir algı oluşturmak için ortaya atılmış reklam stratejisi unsurları olduğu görülür. Nitekim istisnasız tüm yerel yönetimlerde seçim sonrası dönem dörde ayrılır: ilk yıl kadrolaşma, ikinci ve üçüncü yıl projeleri olgunlaştırma, dördüncü yıl alelacele temel atma ve beşinci yıl tekrar seçilebilme telaşı. Bu arada verilen vaatler hayallere, vatandaş fondaki figüranlara dönüşür.

Bu genel eğilimler ortaya konduktan sonra 2019 yerel seçimlerinin farkları üzerinde durulabilir. Bu seçimlerin hiç mi farkı yoktu? Elbette vardı. Açık bir şekilde, siyasi partiler kentlerdeki kamusal alanlardaki görünürlüğü yavaş yavaş terk etmeye başladılar. Propaganda faaliyetlerinin sosyal medyadaki yansımaları, gerçek yaşamdaki seçim çalışmalarına baskın hale geldi. Hatta, kamusal alanlardaki durumlar ve olaylar, ancak sanal ortama taşınıp yaygınlaştığı oranda anlam kazandı. Burada, sosyal medyayı yönlendiren kullanıcı manipülasyonuna yönelik yeni nesil algoritmaların etkisi de inkar edilemez düzeydeydi. Youtube videolarının ve internet sayfalarının banner denilen reklam alanlarının paylaşımına yönelik yoğun bir rekabet gündeme geldi. Sanal ortamda kullanıcının dikkatinin hızla dağıldığı düşünülerek, seçim sloganları giderek çok kısa, çiklet manisi benzeri sözcük ikilemeleri ile ifade edilmeye başladı. Bunun yanı sıra, projeleri ete kemiğe büründürecek üç boyutlu canlandırmalar yaygın bir şekilde kullanıldı. Siyasi partiler genel bir çerçeve ortaya koymak için yine sanal dünyanın olanakları kullanılarak devşirilmiş siyaseten doğru kavramların, muğlak doğruların çeşitli şekillerde kurgulandığı manifestoları parti ayrımı olmaksızın yoğun bir şekilde kullandılar.

Tüm bunların yanı sıra seçim sonrası dönemde nelerin olacağı da farklı bir duruma işaret ediyor. Çoğunlukla genel seçimler ekonomik ve siyasal bunalımların sonuçlarıyla yüzleşecek süreçler olarak görülürken, bu yerel seçimler, çok uzun süren bir iktidarın ve ekonomik sorunların seçmen tarafından değerlendirileceği bir misyonu yüklendi. Ancak, yerelde kim kazanırsa kazansın, inkar edilemeyen bir darboğaz ile karşılaşacağı açıktır. Bu gerçekle birlikte kazanan başarıya ulaşmak için kılıf olarak kullanılan katılımcılık, yenilikçilik, şeffaflık, liyakat gibi kavramlara yönelmek zorundadır. Çünkü başarılı görünebilmek için neoliberal politikaların kaynak transferine dayalı mega kentsel yatırımlarına yer kalmamıştır. Kaynak dağılımının hakçalığının sağlanması adına yapılacak yerinde müdahaleler ve alternatifler gerçek anlamda kentlilerin gönlünü kazanabilir.

Siyaset sosyolojisi açısından herkes aynı kesimlere benzer şeyleri söylüyorsa, değişen sadece  fırtına geldiğinde, kaybedenleri sığınağın dışına “kimin” atacağı olabilir. Ekonomik bunalımda sermaye sınıfları lehine yerel yönetimler eliyle kitleler ezilecekse, kazanan baştan mağlup demektir. Bu mağlubiyet merkezi hükümetin yerel yönetimlerin kaynaklarını kısması, yerel yönetimlerin aynı sermaye sınıfları için kentsel hizmetlerin fiyatını arttırması ve imar rantı gibi yeniden dağıtım mekanizmalarının direksiyon yönünü değiştirmemesi şeklinde zuhur edebilir. Önemli olan bu aşamada  kentlere ilişkin sözü olan uzmanların, akademisyenlerin ve teknik birikim sahiplerinin tavrında belirginleşmektedir. "Seçim sonrasında tarafsızca, kim olduğuna bakmadan kentler ve planlama için doğruları söylemeye, kim olduğuna bakamadan birikimleri aktarmaya devam etmek” her zamankinden daha önemlidir. Başka türlüsü mümkün değil…


16 Mart 2018 Cuma

GÖKÇEK DÖNEMİNİN KENTLEŞME MUHASEBESİ



Türkiye çok ilginç bir ülke. Gündem o kadar hızlı değişiyor ki, akla hayale gelmeyecek değişimler gerçekleştikten çok kısa bir süre unutuluyor, başka konular gündeme giriyor. Geçtiğimiz yılın son aylarında hayretle izlediğimiz belediye başkanlarının istifa ettirilmesi sürecinin üzerinden de belli bir vakit geçti ve istifalar neredeyse unutuldu. Tartışmanın en heyecanlı kısmını oluşturan Melih Gökçek’in istifası üzerinden bile beş aya yakın zaman geçti. İstifanın hemen ardından TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesinin derlediği “Ankara Hasar Raporu” kitabı için çalakalem yazılar kaleme alırken meselenin bu kadar hızlı soğuyacağını kestirmek çok da mümkün değildi. Aradan belli bir vakit geçtikten sonra Melih Gökçek döneminin üzerine kent planlama sürecini dikkate alarak bir şeyler yazmanın belki de tam zamanı.

Burada yazının başında kendi durumumu da samimi olarak ortaya koymak gerekir diye düşünüyorum. Bir şehir plancısı olarak meslek hayatıma Ankara Büyükşehir Belediyesinde başladım. Sekiz yıl kadar Melih Gökçek’in iktidarda olduğu belediyede şehir plancısı olarak çalıştım. Ardından TMMOB Şehir Plancıları Odası Ankara Şube Başkanlığı dâhil meslek odası deneyimim oldu. Sonrasında da çeşitli şekillerde çalıştığım başka kamu kurumlarında Ankara’nın planlanmasında çeşitli roller üstlendim. Akademisyen olduktan sonra da Ankara’nın planlanması üzerine konuştum, yazdım, meseleleri hep yakından takip ettim. Yani Melih Gökçek döneminin Ankara’sının planlama sürecini çok boyutlu olarak izleme şansı buldum. Gökçekle aynı masada planlama sürecini tartışma şansım da oldu, karşı tarafta olup yanlışlara karşı dava açma olanağım da. Her şekilde, Ankara’nın planlama tarihi biraz da benim mesleki tarihimdi desem yanlış olmaz.

Gökçek dönemini kentleşme ve planlama süreci açısından değerlendirmeye başlarken öncelikle geçen yirmi beş yıldaki genel ruh halinden bahsetmek gerekir. Gökçek dönemi bize her şeyden önce bence kente mizahla bakmayı öğretti. Pek çok durumda ortaya çıkan duruma başka şekilde katlanmak mümkün değildi çünkü. Bir buçuk milyon nüfusu olan Ankara altı milyonluk bir kent haline gelirken çoğu zaman manzarayı bir karikatür gibi izledik, okuduk. Hoş aynı durumu Gökçek sıklıkla yaptıklarını meşrulaştırma için de kullandı. Dünyanın ve Türkiye'nin başka kentlerinde aynı durumu hatta beterini yaşayan kentler varken başka türlü kentleşme ve planlama süreçleri gerçekleşebildi. Ama Ankara, ısrarla 1950'lerin Amerikan kentlerinin kötü bir kopyası haline getirilmek için Gökçek eliyle bir deneye girişildi. Deneyin sonuçlarını hepimiz yaşıyoruz. İmar planlarıyla sürekli her yönde yağ lekesi gibi büyüyen bu kent Rabelais’in meşhur eserindeki doymak bilmeyen Gargantua isimli deve dönüştü gözlerimizin önünde. Kentte yaşayan İnsanların paralarıyla, emek ve zamanlarıyla onu beslemek için sürekli uğraştıkları bir rant devi haline geldi Ankara. Anlatacaklarım biraz da bu devin hikâyesidir.

Genel olarak kent planlama ile ilgili meslek insanları, akademisyenler olarak eğilimimiz meselelere hep yapısal unsurlar üzerinden bakmak şeklindedir. Yani yapısalcı bir bakış açısıyla, sınıflar üzerinden meseleyi tartışabiliyoruz. Bu konuda repertuarımız çok iyi aslında. Ama bir yandan da Ankara’yı bir Gargantua haline getiren aktörler ve kişiler var. Peki, bu aktörü nasıl ele alacağız? Kim bu aktör ya da aktörler? İşte aktör aslında Melih Gökçek’in temsil ettiği davranış biçimleridir. Aslında Melih Gökçek’ler tek değil. Ben mahallemdeki Gökçek’leri de biliyorum. Meslektaşım Gökçek’leri de biliyorum, işte birçok alanda pek çok Gökçek’i biliyoruz. O zaman bu tür bir aktör nereden ortaya çıktı? Belki de önce bu soruya yanıt arayarak değerlendirmeye başlamak gerekir.

“Becerebilenler yapar, beceremeyenler de sadece eleştirir”. Bunu kim söyledi deseniz, bu yazı Gökçek dönemini ele aldığı için Gökçek akla gelebilir ki, çok sık bu manaya gelen şeyler söyledi. Efendim çekemiyorlar dedi, biz yapıyoruz onlar sadece eleştirirler dedi, pek çok şey söyledi. Bunu söyleyen aslında başka biri. Benim hep Melih Gökçek’i anlamaya çalışırken, bir şekilde aklıma gelen isimlerden biri. Söz Robert Moses’a ait. Harvard mezunu, bugünün ifadesiyle eli yüzü düzgün, saygın bir beyefendi. Moses ile Gökçek arasında şöyle bir benzerlik var, 1970'lere kadar 44 yıl New York’un aslında bütün yatırım projelerini ve planlamasını yönetmiş adamdır Robert Moses. Woody Allen’ın anlattığı radyo günlerinin New York’unu almış, Wall Street’in New York’una dönüştürmüş. Esasen böyle özetleyebiliriz. Moses, kendisi bir belediye başkanı olmasa da, tüm dünyada Gökçek benzeri belediye başkanlarının en etkili ilk öncülü olarak adlandırılabilir. Aralarında çok ilginç benzerlikler var. Her ikisi de yaratıcı bir yıkım sürecini gerçekleştirip, kenti insan ölçeğinden çıkaracak projeleri büyük bir iştahla gerçekleştiriyordu. Moses aslında hiçbir planlama tasarım ve kent yönetimi eğitimi almadan göreve gelip, New York’u 44 yıl yönetmişti. Devasa parklar, kent içi otobanlar, köprüler, eski New York kent dokusunu kentsel dönüşümle yıkarak oluşturduğu toplu konut alanlarıyla New York’u yeniden şekillendirmişti. Bilmiyorum tanıdık geliyor mu?

Kent bilim yazınının simge ismi Jane Jacobs da yaşamı boyunca Moses’ın yaptıklarına karşı insanca bir kentleşmeyi, mahalleyi savundu, insanı yok sayan kent yönetimi, planlama ve mimarlığa karşı savaştı. Görünürde engellediği pek çok şey oldu. Yani bugün biz kitaplarda Jane Jacobs’u anlatıyoruz, Moses’ı pek hatırlayan yoktur belki. Moses 44 yılın sonrasında hiçbir şey yapmamış gibi unutuluşa terk edildi, Jane Jacobs ise bizim literatürün önemli bir parçası haline geldi. Bugün yalnız ilginç bir durum var, Jacobs’un korumak için inanılmaz çabalar harcadığı New York'taki Greenwich Village semti dönüşmedi belki, ama arazi fiyatları inanılmaz arttı ve bugün sonunda soylulaşmaya kurban gitti. Saskia Sassen diyor ki, “bugün dünya Moses’ı unuttu belki, ama Moses’ın yaptıklarının hormonlu bir şekli her yerde uygulanıyor”. Çin, Dubai, İstanbul ve pek çok yerde yaşananlar aslında Moses’ın hormonlu rüyasının uygulanmış biçimi. Gökçek de geride Moses’ın hormonlarının enjekte edildiği bir Ankara bıraktı.

Siyaset bilimi ile ekonomi politiğin kesişiminde kentlerle ilgili önemli sorular bulunuyor. Bu sorular geçen zaman içerisinde Gökçek’in yaptıklarını anlamlandırmada bize yardımcı oldu. Bu hormonlu yapıyı anlamak için onlara geri dönmekte fayda var. Kimin kenti, kim yönetiyor, kim karar veriyor ya da tek bir adam ya da birtakım adamlar bunu nasıl yapıyorlar? Bunlar çok önemli sorular. Çoğulcu açıdan bakarsak, Gökçek tek başına değildi. Birtakım çıkar çevreleri vardı. Bu çıkar çevreleri de kendi çıkarlarını maksimize etmek için uğraşıyorlardı ya da diyorduk ki kentin kapıcısı birtakım profesyoneller var, plancılar var, mimarlar var, inşaat mühendisleri var. Bunlar aslında kentsel kaynaklara erişimdeki kritik rollerini beklediğimiz gibi kullanmıyorlar, başka bir şekilde kullanıyorlar. Ya da Yeni Marksist bakış açısıyla devlet ve sermaye mekânı araçsallaştırır, sermaye de becerikli taşeronlar bulma konusunda mahirdir. Gökçek bu sürecin mahir bir taşeronuydu ama insanların da hayal ettikleri bir şehirde ise yaşama hakkı olmalı, hep bunu tartıştık.

1980 sonrasında ise şöyle bir önemli tartışma vardır. Küçülen bir devletin boşalttığı kamusal alanı yerelleşme, kuralsızlaştırma, serbestleştirme ve katılımcılık yoluyla örgütlü sivil toplum ve özel sektör doldurmalı denildi. Bu doldurma işinde de belediye başkanlarına önemli bir rol tanımlanmıştı. Belediye başkanları yükselen neo-liberal ideolojinin kentlere yansımasında aracı kişilikler olarak öne çıktılar. Geldiğimiz noktada hızla gelişen teknoloji ile birlikte bu yapının kentleri otoriter ve pragmatik bir yapıya dönüştürüp dönüştürmediğini de tartışıyoruz. Bu tartışmalar Gökçek döneminin farklı yüzlerinde olan biteni anlamlandırmamızı kolaylaştırdı. Bazen de farklı dönemler arası geçişlerde neden Ankara'nın iktidarın elindeki diğer kentlerden yer yer daha farklı uygulamalara sahne olduğunu düşündük. 

Bu sorgulamalarda ele aldığımız bir diğer mesele de planlama yöntemlerimizdir. Bizden bir önceki kuşağın kapsamlı planlama dediği, uzmanların meslek ve disiplinler arası yaklaşımla, kente ilişkin üstten bakmanın, alternatifler oluşturmanın aslında olması gerektiğini tartışıyorduk. Ankara'nı üst ölçek planlarının neden yapılmadığı, yapıldığında bu niteliği taşıyıp taşımadığını irdeliyorduk. Yapılan planlar kaybedenler üretiyordu. Biz de planlama sürecinin mağdurlarını ya da kendini savunamayacak durumdaki kent parçalarını savunmaya çalışıyorduk. Dikmen Vadisindekileri, korunacak tarihi kent dokusunu, Atatürk Kültür Merkezi Alanını, kent merkezini, meydanları ve kamusal alanları ve daha pek çok şeyi savunmaya çalışıyorduk. Bütün bunlar olurken stratejik mekânsal planlama gibi kavramlar tartışmaya girdi, katılımcı planlama gibi müzakereci planlama gibi kavramları değerlendirmeye çalıştık. Acaba bunlar kentlerin tahribatına karşı birer araç olabilir mi, bununla bazı şeyleri engelleyebilir miyiz dedik. Ancak, çoğu zaman adına projecilik denen, planlamayı bir formaliteye indirgeyen anlayışa çarptık. Geldiğimiz noktada belki başka bir dünyaya giriyoruz. Yeni teknolojiler, yeni bir kuşak, o kuşağın anlayışı, onlar kenti nasıl anlayacaklar, nasıl o kenti benimseyecekler ve o kentleri nereye götürecekler? Bunlarla aslında biz dönüp Moses ve Gökçek benzeri karakterlere bakmaya, en azından anlamlandırmaya çalıştık. Çünkü aktörlerin davranış biçimlerini anlayabilir, belli bir çerçeveye oturtabilirsek aynı hataları yapacak aktörlerin gelişini belki engelleyebilirdir. 

Burada siyaset biliminin söylediği başka şeyler de söz konusu. İlk akademik çalışmalarımda atıfta bulunduğum "kent patronu" diye bir kavram var örneğin. Bu kavram ilk olarak 150 yıl öncesinin Amerikan Kentlerindeki gücünü çıkar ağlarından alan belediye başkanı figürü için kullanılmış. Yani Melih Gökçek gibi adamlar kentlerin patronu aslında. Patron ne demek? Ekmek ve sirk politikalarıyla kenti yönetiyorlar. Ekmek ve sirk politikası şu demek: Bir taraftan insanlara hayatını sürdürebileceği kadar bir gıda, kentsel hizmetler vesaire sağlıyorsunuz, ama bir taraftan da sürekli onların eğlenmelerini sağlayacak bir şeyler. Bir ara hatırlarsınız, yılın 365 günü sirk oynardı Ankara’da. Çadır kurulurdu, Rusya’dan bir ucuz sirk bulunurdu gelirdi. Şimdi de Ankapark onun bence bu anlayışın altın vuruş noktası olacaktı, ama olamadı, ömrü vefa etmedi Gökçek’in. Ekmek ve sirk politikasının devam edip etmeyeceğini ise bize zaman gösterecek, biraz da bizim yaptıklarımız.

Gökçek dendiğinde hatırlamamız gereken bir diğer mesele de büyüme koalisyonları ve kentsel popülizmdir. Kentsel popülizm bizim pek tartışmadığımız bir konuydu, ama kim gelirse gelsin, kentteki geniş halk kitlelerinin desteğini alabilmek için bu tür popülist uygulamaları yaygınlaştırma eğilimindedir. Planlama açısından bu uygulamaların belki de en bilineni kat adedinin ya da imar haklarının arttırılması ya da bir yere imar planı yapılmasıdır. Bu popülizm karşısında kenti savunan birtakım gruplar söz konusudur. Bu gruplar ise Gökçek dönemi boyunca elit ve marjinal ilan edildiler. Yani, kenti savunanlar bizler çok elittik, halkın gerçek sorun ve beklentilerini anlamıyorduk.

Olan biteni anlama ve yanlış bulduğumuz şeyleri engelleme çabalarımız sırasında farkına vardığımız en önemli mesele kentsel gerçekliğin kaybettirilmesiydi. Yani kenti yaşayanlar kent, onlara gösterilen yerde, anlatılan olaylardan ibaretti. Bunun dışındaki Ankara anlaşılamaz, algılanamaz, hatta muktedirler el atmadığı müddetçe sahipsiz gibi gösteriliyordu. Melih Gökçek’in pek çok açıklaması buna örnek olarak gösterilebilir. Trafiğe yılda şu kadar araç dahil oluyor, bunların ihtiyacını karşılamak için şu kadar bin kilometre yol yapmanız lazım, bu çok muazzam, algılanamaz bir şeydir bu, ama biz kavşağı yaptık, biz şu projeyi yaptık. O zaman iletişim araçlarınızın elinizde olması lazım. Her hafta 1,5 milyon bülten basıp, her yerde dağıtmanız, kenti billboardlarla, reklam totemleriyle bir propaganda makinesine dönüştürmeniz lazım. Burada etik sonrası kent kavramına bir vurguda bulunmak lazım. Kentsel gelişme ve yayılmanın her türlü akıl dışı ve çılgınlığının meşrulaştırılmasında bu propaganda makinesi kullanıldı. Bu kent böyle saçma büyür mü, düzgün bir planlama yapılmayacak mı dediğimizde, "efendim şimdi burada kentlerin büyümesi bir gerçeklik, bunun doğrusu yanlışı olmaz, bunun etikle bir ilgisi yok" denildi bize, hâlâ da böyle deniyor. İşin acısı bu görüşü savunan mimar, şehir plancısı meslektaşlarımız bile var. Bu kavramsal çerçevelerle anlamaya çalıştığımız süreçler sonucunda Gökçek’ten başka tartışmamız gereken o küçük Gökçek’ler ortaya çıktı. Çünkü kentsel toplumun temel motivasyonu, kentsel ranttan pay alma arayışı haline geldi.

Tabi ki Ankara bu noktaya bir anda gelmedi, arkasında otuz yıllık bir dönüşüm süreci var. Bu süreç Gökçek dönemi kentleşme politikasının temel dinamiklerini inşa etmiştir. Türkiye'nin siyasal ve toplumsal çalkantıları arasında bu süreci üç ayrı kısımda incelemek mümkün. Birinci dönem, popülist muhafazakâr bir kentsel yoğunlaşma dönemidir. Aslında bütün dertlerimizin, konuştuklarımızın kökeni burada gibi geliyor bana. 1980'lerin başında yapılan gecekondu afları ve ıslah imar planlarıyla birlikte Ankara’nın etrafını saran gecekondu halesi on yıl boyunca apartmanlara dönüştü ve burada gecekondu alanlarında plan notu değişiklikleriyle toplu kat artışları yapıldı. İlk başta üç kattı oralar, sonra bir meclis kararı dört kat, bir meclis kararı beş kat. Peki, ne oldu bu insanlara? Bu alanlardaki dönüşümü yaşayan toplum kesimleri önce Gökçek'in iktidara taşıdı, sonra da ülkeyi yönetmeye başladı. Bu sebeple Gökçek iktidarının ilk döneminde uygulamaya konan kentleşme politikası daha çok var olan kenti yoğunlaştırmaya odaklanmaktaydı. Kent merkezinde ve çeperinde parsel ölçeğinde imar planı değişiklikleri yapılmaktaydı. Yapıların kaçak kısımları ve usulsüz yapılmış yapıların plan değişiklikleriyle yasallaşması söz konusuydu. Genel siyasal koşulların da etkisiyle bu ilk dönem biraz daha utangaç bir dönemdi.

2000'lerin başından itibaren ikinci bir dönem yaşanmaya başladı ki buna biz sermayenin kentte tekelleşmesi ve yayılma dönemi diyebiliriz. Kent çeperindeki gelişme akslarında büyük alanlar yapılan imar planlarıyla yapılaşmaya açılmaya başlandı. Daha çok planların yapıldığı köy ya da mahallelerin adlarıyla anılan bu planlama sürecin çoğu zaman yüzlerce hatta binlerce hektar alanın imara açılması söz konusuydu. Kentsel dönüşüm projeleriyle, yasal olarak mümkün olmayan yerlerin yapılaşmaya açılması, belediyenin gayrimenkul yatırım ortaklığı sermaye yapısıyla işbirliğine girerek konut hakkı piyasası aktörlerinin büyümesine ve tekelleşmesine yol açması bu dönemde başladı. Denetimsiz kentsel yayılma ve saçaklanma standart hale geldi.

2000'li yılların sonundan itibaren başlayan üçüncü dönem, ayrıcalıklı imar hakları dönemi olarak adlandırılabilir. Kent çeperinde, kent içinde ve kentin her noktasına bugüne kadar görülmemiş yapı emsallerinin noktasal projeler için plan değişikliğiyle verilmeye başlanması ve yapı yasaklı alanların imara açılması ile karşı karşıya kalındı, konut üretimi ağırlıklı olarak lüks konut üretimine dönüşürken, aktörlerin bazıları uluslararası boyut kazandı. Kentsel boşlukların rant teknokratları olarak nitelendirebileceğimiz teknik elemanlar tarafından ayrıcalıklı imar planı değişiklikleriyle imara açıldı. Bu boşluklarda AVM, otel, rezidans, ofis gibi tek tip karma kullanımlar ağırlık kazandı. Sonuçta imar kurumsallaşması dönüştü planlama geleneği ve imar kurumsallaşması kollamacı ağlara dayalı bir çıkar piramidi tarafından işgal edildi. Gelinen noktada popülist söylemler kullanılmasına rağmen, kentsel rant dağıtım mekanizmasının tabanı daralmakta. Üretilen konut sayısının çokluğu ve lüks nitelikli olması sebebiyle gayrimenkul sektöründe bir yavaşlama var. Bütün Ankara’da, yapı ve kamusal alanlar arasındaki yarı kamusal alanların niteliği aşırı düştü ve kentsel tasarım unutuldu. İşte Söğütözü’nde bir binadan çıkın yürüyecek kaldırım yok. Ankara’da da Büyük kentsel ihaleler ve para tuzağı büyük projelerle gayrimenkul sektörüne kan verilmeye çalışılıyor.

Gökçek dönemi kentleşme politikasından belediye başkanının değişimi ile çıkmak pek mümkün görünmüyor. Çünkü kentsel toplumsal yapı bu dönemin yozlaşmış alışkanlıklarını daha bir süre devam ettirecektir. Bu duruma karşı ben gelecek için dörtlü bir eylem planı öneriyorum. Birincisi, öncelikle yaşadığı yerellikten kopan kentlinin gerçek yerelini, gerçek sorunlarını çözümleri ve insanları keşfetmesini sağlayacak yeni bir dil ve anlatım geliştirmek zorundayız. İkinci olarak, bunun üzerinden Ankara'nın kent vizyonunu tartışmamız gerekiyor diye düşünüyorum. Oturup Ankara’nın kent vizyonu ne olacak diye düşünmenin ve alternatifler önermenin tam zamandır. Çünkü bunu yapmazsak Ankara'nın geleceğini olumlu anlamda değiştirmeyecek anlayışlara yeni kıyafet giydirip, yeni bir vizyonmuş gibi bizlere satacaklar. Biz de bunun dedikodusunu tartışmak zorunda kalacağız. Bu tartışmayı biz açmak zorundayız. Üçüncü olarak bir de kentsel değerlerin korunmasına ilişkin kaybolan bir kamusal otorite var. Bunun yerine etik ve mesleki değerler temelinde yeni bir meşruiyeti oluşturmak durumundayız, bunun araçlarını tartışabiliriz. Ankara ve diğer kentlerde oluşturulan kentsel yapının açmazları Türkiye'yi aslında yeni bir kentsel yaşam krizine doğru sürüklüyor aslında. Burada kentlilerin paylaştığı ortak bir hoşnutsuzluk ve bir duygudaşlık var, bunu yakalayabilmemiz gerekiyor. Dördüncü olarak bu duygudaşlığı yakalayarak alternatif planlama örneklerini inşa etmek Ankara için farklı bir gelecek inşasında umut olabilir. Yakın dönemin kentlere ilişkin yaratıcılık ve yenilikçilik temelli genç kuşak dönüşüm dalgası burada önemli bir itici güç olabilir. Ama öncelikle, geçtiğimiz süreci iyi anlamak ve bütünlüklü bir gelecek öngörüsünde bulunmak durumundayız. Yaşadıklarımızdan öğrendiğimiz, yaşayacaklarımıza öğreteceğimiz bir şeyler olmalı. 

9 Aralık 2017 Cumartesi

DİKE DİKE ŞEHİRCİLİK YATA YATA MİMARLIK



Halkın kentlerin mevcut durumuna ilişkin algısının bir şekilde tek yapı ölçeğinden ya da parçacı kentsel yatırımlardan resmin bütününe kaymaya başladığını hissettiğimiz bir dönemden geçiyoruz. Özellikle büyük kentlerimizde artan bir hoşnutsuzluk söz konusu. Belki bir on yıl öncesinde yol, kaldırım, tesis gibi olağan yerel yönetim hizmetleri üzerinden gelişen bir memnuniyet söz konusu iken artık kentlilerin tüm kenti saran kekremsi bir duyguyla baş başa kaldıkları açık. Yatırımlar devam ediyor, büyük ve çılgın projeler yerlerinde duruyor ya da bir şekilde ilerliyor. Ancak belki de bugüne kadar kentlerde yapılanlar kentlilerin gündelik yaşamları üzerinde şimdiye kadar görmediğimiz bir bakış açısını canlandırıyor. Bu bakış açısı genel bir tatminsizlik duygusu ile çok yakından ilişkili. Yaşadıkları kentin çok hızlı değiştiğini gören, bu değişimde hiçbir söz sahibi olmadığının ucundan kıyısından da olsa farkına varan, harcanan tonla kamu kaynağına rağmen artık yaşam kalitesinin gelişmek bir yana ağır ağır gerilediğini gözlemleyen kentliler sorumlu ve sorunlu aramak için etraflarına bakınmaya başladılar. Çok sık duyduğum cümlelerin bazıları “Yazın yol çalışmalarından, kışın da araç bolluğundan trafik sürekli tıkalı. Biz ne vakit gün yüzü göreceğiz” ya da “Şehri gökdelen tarlasına çevirdiler. Bu beton yığınları kim bilir kimlere rant olsun diye dikildiler” şeklinde ifadeler hoşnutsuzlukların simgesel unsurlara yöneldiğini gösteriyor. Yakın zamanda iktidarın başarısının mekana yansımış ve kazınmış halleri olarak görülen yollar, AVM’ler, rezidanslar ve TOKİ blokları bir şekilde bu yükselen rahatsızlığın hedefi haline gelmek üzere. Çünkü açık bir şekilde mekana ve kentlere müdahale bıçak sırtında bir doğaya sahip. Kentsel gündelik yaşamın sınırları içinde göreli bir iyileşme sürdüğü müddetçe meşrulaştırma, kesintiye uğradığı zaman da meşruiyetten uzaklaşma eğilimlerini destekleme eğiliminde. Bu durumun kuramsal temelini Lefebre’de, Manuel Casstels’in ilk dönem çalışmalarında, David Harvey’de ve daha pek çok yabancı ve yerli yazarda görmek mümkün. Cumhurbaşkanlığı seçiminden istifa ettirilen belediye başkanlarına, yerel yönetimlere ilişkin değerlendirmelerden genel siyasi süreçlere kadar pek çok yerde bu durumun etkileri artık elle tutulabilir hale gelmek üzere.

Kuşkusuz bu durumu en iyi tespit edenler devleti yönetenler ve iktidar sahipleri. Vatandaşların büyük kentlerdeki genel hoşnutsuzluk halini hissedip, bu his üzerinden yüzleşilmek durumunda kalınacak meşruiyet sorununu aşmak için belli bir söylem geliştirme ve bu söyleme uygun eylemlerde bulunma gayreti görülüyor. Bu gayretlerin en ilginçlerinden birisi son dönemde ortaya çıkan “yatay-dikey şehircilik/mimari” kavramlarında ifadesini buluyor. Önceleri mimarlık ve kent planlama camiası içinde, mimarlık fakültelerinin öğrenci jürilerinde, yarışmalarda tasarım alanında faaliyet gösteren uzmanların, pek çok farklı boyutu değerlendirdikten sonra kentin ve yapılaşmanın genel siluetini ifade etmek için biraz da sezgisel olarak kullandıkları “yatayda” ya da “dikeyde” gelişme ya da çözümlenme durumu bir anda önce bir sorun alanı olarak tarif edildi, ardından da hem bir yapılaşma mevzuatı unsuru hem de bir kentsel politika önermesi haline geldi. İlk olarak Sn. Cumhurbaşkanı tarafından ilgili birkaç toplantıda biraz da nostaljik bir atıfla geçmişte bizim şehirlerimizin yatay mimari ile geliştiği ama son dönemde dikey mimari ya da yapılaşmaya geçildiği şeklinde bir eleştirel yaklaşımla ifade edilen bu kavramlar zaman içinde bu alanda çalışan tüm kurumların, akademisyenlerin ve uzmanların diline sızmaya başladı. Aynı “Osmanlı-Selçuklu” tarzı mimari kavramında olduğu gibi “mevcut kentlerimiz sorunlu çünkü dikey mimaride yapılaştı, oysa olması gereken yatay mimari yani düşük katlı yapılaşma” şeklinde bir anlayış geçerli olmaya başladı. Siyasi açıdan bu tür bir söylemin oldukça kullanışlı olduğu söylenebilir. Popülist bir yaklaşımla, dikey mimariyi yaratan bir takım “elit”lere karşı bunu tespit eden, bu elitlerin acımasız kar hırsını vaktinde tespit ederek müdahale eden bir anlayış, bu durumun ortaya çıkmasını sağlayan tüm yasal düzenlemeleri yapmış ve imar planı değişiklikleri gibi ön açıcı işlemleri gerçekleştirmiş olsa da kendisini bir şekilde temize çıkarmaya çalışabilir. Melih Gökçek’in istifasından sonra yerine gelen Mustafa Tuna’nın Ankara’da imar planı değişiklikleriyle yapılan inşaat emsali artışlarına karşılığı “emsal artışı öldü” sözlerini de bu minvalde okumak mümkün.

Ancak, burada meselenin siyasi boyutlarının ötesinde, şehircilik açısından çok sorunlu bir zemine doğru ilerlediğini gördüğümden dolayı “yatay-dikey mimari ya da şehircilik” kavramlarını çözümlemenin ve açmazlarını göstermenin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Öncelikle konuya kentlerdeki yapıların yüksekliği ya da alçaklığı açısından bakmaya çalışalım. Dünya şehircilik tarihi açısından Yirminci Yüzyılın en önemli meydan okumalarından birisi kentleri makineleştirmekle yakından ilişkiliydi. Le Corbusier’in Villa Radiant’ından New York kentinde Robert Moses’ın kentsel dönüşüm projelerine kadar pek çok girişim İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde çok katlı yapı bloklarını kentlerin sorunları için bir çözüm olarak gördü. Bu anlayışa göre kentleşme sürecinin getirdiği nüfus artışı, konut ihtiyacı gibi sorunlar kentlerin de birer fabrika gibi üretilmeleriyle çözülebilecekti. Her ne kadar bu bakış açısı Türkiye gibi kentlere ancak Yirminci Yüzyılın sonu ve Yirmi birinci Yüzyılın başı gibi ulaşabildiyse de, genel olarak Türkiye şehirciliğinde ifadesini 1950’lerden bu yana “yetersiz arsa sorunu” olarak bulduğunu söyleyebiliriz. Buna göre 1950’lerden itibaren görülmeye başlanan yüksek katlı apartmanlar artan nüfus karşısında sınırlı arsa üzerinde tercih edilebilecek kısıtlı sayıda çözümden birisiydi. Bu sebeple genç cumhuriyetin sermaye birikimi yapan yeni kesimleri öncelikle büyük kentlerin merkezlerindeki eski yapıları apartmanlara dönüştürerek bu anlayışı uygulamaya başladılar. 1960’lara gelindiğinde bu çok katlı apartmanların oluşturduğu mülkiyet ve yönetim sorunları ancak bir kat mülkiyeti kanununun çıkarılması ile hale yola koyulabildi. Kat Mülkiyeti Kanununun çıkması kentleşme sürecimizdeki yapı yüksekliği anlayışı açısından bir devrim ya da kırılma noktası sayılabilir. Kanunun yürürlüğe girmesinin ardından çok uzun bir süre kentleşme ile ilgili genel geçer anlayış “kat adedi” üzerinden şekillendi. Hatta bu sebeple sosyalist şehircilik yaklaşımında görülen çok katlı sosyal konut düzeninin biçimsiz bir benzerinin tamamen farklı bir sebeple Türkiye’de genel kentleşme desenini belirlediği yorumu yapılabilir. Sonraki elli yıl boyunca “planlı ve yasal” apartmanlar ile “gayrimeşru ve plansız” gecekondular Türk kentlerinin kült simgeleri ve günah keçileri olarak görüldüler. Türk halkı hep müstakil bahçeli evlerde oturmak istediğini ifade etti ama bunu elde edemediği bir ortamda sosyal statüsüne uygun olarak ya apartmanların sağlayacağı ranta ya da gecekonduların sağlayacağı barınma olanağına yöneldi. Bu tür bir şehirciliğin hem en sorunlu hem de tartışmalı yanlarından birisini çok katlı yapılardaki yaşam ve kentlerde bu yapıların sebep olduğu siluet oluşturdu.

Çok katlılık ve apartman kavramlarının Türkiye şehircilik ve kentleşme tarihinde yerini alması aynı zamanda Cumhuriyetle birlikte başlamış olan planlı kentleşme disiplininin de sonunu getirdi. Mevcut kent planlarında hiçbir zaman salt kat adedi üzerinden bir yapılaşma nizamı düşünülmediğinden dolayı planların değişmesi ya da tamamen bir kenara bırakılması kaçınılmaz bir zorunluluk haline geldi. Ankara’da 1950’lerde uluslararası bir yarışma ile elde edilmiş bulunan Yücel-Uybadin Planı yerine Kat Mülkiyeti Kanunu sonrasında yapılan “Bölge Kat Nizamı” şemalarının baskın uygulama aracı konumuna yükselmesi bunun acı bir  örneği olarak görülebilir. Daha sonraları kentlerimizin imar yönetmeliklerinin ayrılmaz bir parçası olan bölge kat nizamı haritaları ile kentlerin o güne kadar planla gelişmiş bölgelerinde konumlarına ve bulundukları yere göre kentsel arsalar için belli kat oranları belirlendi. Bu kat oranlarının belirlenmesinde ilginç bir şekilde ana cadde ve bulvar kenarlarında daha yüksek, cephe hattının arkasında kalan yerlerde de göreli olarak yüksekliği daha az kat oranları tercih edildi. Bu kat sayıları mevcut planlara işlendi ve o güne kadar belirlenmiş arka, ön ve yan komşu mesafeleri ile bina kitleleri planlara çizildi. Özellikle tarihi dokuda bulunan arsalarda bu durum bugün bile çözmekte çok zorlandığımız sorunların ortaya çıkmasına sebep oldu. Bu durum, 1980’li yıllara kadar kent planlama dendiğinde ağırlıklı olarak kat sayısı belli yapıların plan üzerine çizilmiş kitlelerinin gerçekleştirilmesi olarak göründü. Her ne kadar plan disiplinine bağlı gelişme yerine kat sayısına bağlı kentsel gelişmeye geçiş sağlanmış olsa da bu durum içinde bile nitelikli sivil mimarlık örneklerinin üretimi azınlıkta da olsa bir şekilde devam etti. Örneğin sevgili Nuray Güner Bayraktar Hocamızın Ankara’da yürüttüğü “Sivil Mimari Bellek Ankara 1930-1980” çalışmasında bu yapıların çok ayrıntılı bir envanteri ortaya konmaktadır. Yani planla kentsel dokunun belirlenmesi yerine kat adediyle yapı kitlelerinin belirlenmesine geçilmiş olmasına rağmen hala mimarlık kültürü açısından nitelikli üretim yapılabilmektedir.

1980’li yıllara gelindiğinde, yapılaşma kültürü açısından Türkiye kentlerinin iki devasa temel sorun alanı canlı bir şekilde ortadadır. Bunlardan birincisi kentlerin planlı kesimlerinin artık kat nizamı ile gelişebilme sınırlarına dayanmış olması, ikincisi ise bu sınırların etrafının devasa gecekondu alanları ile sarılmış olmasıdır. 1980’li yılların sayılarına göre İstanbul ve Ankara’nın nüfuslarının yarısı gecekondularda yaşamaktadır. Bu durumun yarattığı trafik, konut ve hava kirliliği gibi sorunlar o yıllarda toplumda çaresizlik duygularının yükselmesine sebep olmuştur. Tam bu noktada, Türkiye’nin neo-liberal politikalarla yeni tanıştığı bir dönemde Turgut Özal’ın bu soruna karşı bulduğu çözüm yolu bir yandan kentin çeperinde toplu konut ve kooperatifleri desteklemek, bir yandan da gecekondu aflarıyla mevcut gecekonduların da apartmanlaşmasının yolunu açmak olmuştur. Kooperatifler ve TOKİ toplu konutları özellikle büyük kentlerin çeperini villalardan ya da yüksek katlı yapı bloklarından oluşan site yaşamıyla tanıştırmıştır. Bu girişimler yer yer kat nizamı dışında kendi içerisinde belli bir tasarım anlayışı ile gerçekleştirilmiş yapılaşma düzenini örneklemiştir. Ancak bu girişimlerde de site yaşamı ve toplumsal ilişkiler arasındaki uyumun ne derece sorgulandığı sonraki yıllarda ciddi biçimde kuşku doğurmuştur. 1970’li yıllarda İmar İskan Bakanlığı bünyesinde kurulan metropoliten alan nazım plan büroları belli ölçüde bu kentsel makro form sorunlarını çağdaş ölçülerde ve dönemin uluslararası gelişmeleri ışığında yeniden planlama disiplini ile ele almaya çalışmış olsalar da nihai olarak yapılaşma için genel belirleyici unsurun bu iki sorun alanı olduğu söylenebilir.

Site yaşamı ortaya çıkarken yapılaşma açısından belki de en önemli gelişme 1980’li yıllarda gecekondulara getirilen imar afları ve “ıslah imar planı” anlayışının ortaya çıkmasıdır. 2981 sayılı Gecekondu Kanunu uyarınca, gecekondu sakinlerinin gecekondularını yasanın yürürlüğe girdiği tarihten önce yaptıklarını ispat etmeleri halinde yeminli planlama büroları aracılığıyla tespit edilecek oturum alanının tapu tahsisine hak kazanmaları söz konusu olmaktaydı. Yine aynı kanuna göre, gecekondu alanlarında gerçekleştirilmesi öngörülen yapılaşma “ıslah imar planı” adı verilen özel bir plan türü ile gerçekleştirilecekti. Bu planların en temel özelliği gecekondu sakinlerinin sahip oldukları tapu tahsis belgelerine karşılık olarak arsa üretilmesi ve bunun için de gerekirse düşük kentsel donatı standartlarının uygulanmasıydı. Yani ıslah imar planlı bölgelerde daha az yeşil alan, sosyal tesis alanı bulunacak, kamusal alanlar yetersiz kalabilecekti. İlk yapıldıkları yıllarda ıslah imar planlarında yapılaşmada çeşitliliğe de yer verebilmek amacıyla kat adedi ve kitlenin kesin sınırlarla belirlenmesi yerine yapılaşma çeşitli oranlarla ve kısıtlarla ifade edilmeye çalışıldı. Örneğin TAKS (Taban Alanı Katsayısı) ile yapının oturacağı alanın arsanın ne kadarını kaplayacağı, KAKS (Kat Alanı Katsayısı) ile inşaatın toplam alanının binanın oturacağı alana oranı ya da kaç kat olduğu ve Hmaks ile yapının en fazla yüksekliğinin ne olacağı gibi parametreler yaygın olarak kullanılmaya başlandı. 1990’lı yıllarda ıslah imar planı yapılmış bir bölgede en fazla rastlanılan yapılaşma koşulları bu sebeple TAKS=0,35/0,40 KAKS=1,40 şeklindeydi ve bunun çoğunlukla uygulama biçimi zemin artı üç kata denk düşmekteydi. Tabi bu koşulların hakkıyla uygulanabilmesi ayrıntılı imar yönetmeliklerini ve bu yönetmelikler ışığında mimari projeleri incelemesi gereken tecrübeli teknik elemanları gerektirmekteydi. Her ne kadar bu tür bir yaklaşımda hala tek arsa ölçeğinde yapılaşma koşullarını belirlemekteyse de belli bir ölçüler ve oranlar sistemine geçilmesi yapılara ilişkin yaklaşımı belli ölçüde geliştirmekteydi.

Yapılaşmaya ilişkin koşullar konusundaki anlayış değişirken Türkiye’de inşaat sektörünün aktörleri de değişmekte, yap-satçı denilen girişimci müteahhit figürü çoğalmaktaydı. Özünde tekil bir arsada yapılaşma koşulları çerçevesinde birikmiş kentsel rantın topraktan başlayarak yapılan bir anlaşma ile paylaşılması esasına dayanan müteahhit-arsa sahibi ortaklığı zaman içerisinde “en satılabilir daireleri en uygun şekilde arsanın üzerine yapılacak binaya sığdırabilme zanaatı” etkisi altında biçimlendi. Özellikle gecekondudan apartmana dönüşen bölgelerde bu zanaat yer yer inşaat alanına dahil olmayan ortak kullanım alanlarını iskan sonrasında meskene dönüştürmek, yapı yüksekliğini zorlayarak çatı arasını kullanılabilir alana çevirmek, binanın ön cephe mesafesini yola yaklaştırmak, bina çıkmalarını belirtilen ölçülerden daha fazla yaparak daireleri genişletmek, balkon ve teras gibi alanları kullanılabilir alana dahil etmek gibi pek çok uygulamayla kar oranını arttırma anlayışına dayanmaktaydı. 1990’lı ve 2000’li yılların ortalarına kadar geçen sürede Türkiye’deki inşaat sektörü bu araçları kullanarak çoğunlukla genel yapı siluetinin içindeki boşluklar içerisinde hareket etti. Bu dönemde yapılan imar planı değişikliklerinin çoğunlukla kaçak yapı unsurlarının yasallaştırılması ve inşaat alanındaki zorlamaların rahatlatılması için yapıldığı söylenebilir. Tabi bu şekilde ortaya çıkan gecekondudan apartmana dönüşmüş yeni mahallelerdeki kentsel yaşam kalitesinin hızla düştüğü, sosyal donatı alanlarının da giderek yetersiz kaldığı söylenebilir. Üstüne üstlük, 1990’lı yılların ikinci yarısından başlayarak bazı belediye başkanlarının ıslah imar planlı, gecekondudan dönüşmekte olan alanlarda aldıkları belediye meclis kararlarıyla kat adetlerini toplu olarak bir ya da iki kat arttırması şeklindeki popülist uygulamalar bu durumu daha da kötü hale getirmektedir. Ankara’daki Çukurambar ve Keçiören gibi bölgelerdeki mevcut yapılaşmanın bir kısmı bu tür değişikliklerin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu yaklaşımların mimarlık kültürü üzerindeki en temel etkisi mimari tasarımın yerini arsaya en satılabilir daireleri sığdırma teknisyenliğinin almasıdır. Bu tür bir teknisyenlik uzun bir süre mimarları şablon kat planlarını ve tasarım anlayışına mahkum etmiştir. Öyle ki bazı yerlerde tasarımın tek ölçütü artık kat kaloriferli ya da merkezi sistem ısıtmalı hale gelen binaların dairelerinde “salona oda açılmaması” haline gelebilmiş, bina cephelerinde kullanılan cam mozaiği desenler belediye başkanları tarafından belirlenmiştir.

1990’lı yılların ortalarından itibaren bir şekilde piyasa aktörlerinin hareket kabiliyetinin artması ihtiyacından yola çıkılarak yapılaşma parametrelerinde yeniden değişiklik olduğu görülmektedir. TAKS ve KAKS yerini “emsal” adı verilen, toplam inşaat alanının arsa büyüklüğüne oranı anlamına gelebilecek yeni bir tanıma bırakmıştır. Burada yapının genel hatlarını bu oranın ve yapı için belirlenecek yükseklik sınırının belirlemesi öngörülmektedir. Yavaş yavaş yapılan planlarda ve plan değişikliklerinde “emsalli parsel” kavramı ortaya çıkmaya başlamıştır. Burada amaç yapı kitlesinin tasarımında belli esneklikler sağlayarak mimari çeşitlilik ve araziye uygun yapılaşma ortaya çıkmasını sağlamaktır. İlk başlarda yükseklik sınırı ile birlikte emsal verilirken daha sonraları yüksekli sınırının serbest bırakılması ile yapı biçimlerinde farklı bir döneme girilmiştir. Neyin emsale dahil olduğu, neyin olmadığı konusunda imar yönetmelikleri ve farklı belediyelerin uygulamaları arasında çok karışık bir dönem başlamıştır. Piyasa aktörlerinin arsadan en fazla inşaat alanı çıkarma yönündeki talepleri ile birlikte yönetmelik koşullarının nasıl uygulanacağı, yangın yönetmeliğinden asansör ve otopark kısıtlarına kadar yeni ortaya çıkan koşulların inşaat emsali ile nasıl uzlaştırılacağı gibi karmaşık sorular belediyelerin proje değerlendirme birimlerini çok sıkıntılı yerler haline getirmiştir. Mimari projeler çizilirken yapılan bazı yorumlamalar ile belediyelerin teknik elemanlarının değerlendirmeleri arasında çoğu zaman ciddi uzlaşmazlıklar ortaya çıkmaktadır. Zaman içinde bu tür uzlaşmazlıkların çözümü için planlamada parsel düzeni değil ada ölçeğinde bir düzenleme yapma anlayışı yaygınlaşmaya başladı. Özellikle kentin çeperindeki yeni gelişme alanlarında parsellerin hizmet alma zorunluluklarını ve yapıların birbirleri ile ilişkilerini kurmayı kolaylaştırdığı düşünülen “ada nizamında” yapılaşma doğru bir çözüm kabul edilmeye başladı. Bununla birlikte de birden fazla yapının, site düzeninin ve ihtiyaçlarının bir arada karşılanabileceği yeni bir yapılaşma düzeni öykünülen, olması gerektiği düşünülen bir çözüm olarak yaygınlaşmaya başladı.

2000’li yıllar ve sonrası dönemin ilk yarısı bu ada nizamı ve site oluşumu süreçlerinin altın dönemi olarak adlandırılabilir. Yapılan neredeyse tüm planlarda kentin içindeki parsel düzeni yerine en az 8-10 bin metrekareden başlayan araziler üzerinde yapılaşma koşulları belirlenmeye başlandı. Bu anlayışla hem parseller arasında bırakılması gerekli yol ve otopark gibi alanlardan tasarruf ediliyor hem de imar kanununun sorun olarak görülen bahçe mesafeleri gibi koşullar ortadan kalkıyordu. Başlangıçta bu anlayışla ilk yapılan bazı sitelerde kentsel sosyal çevre ve kimlik sorunları dışında yapılaşma anlamında fazla sorun yaşanmadı. Ancak, zaman içerisinde kentsel dönüşümde imar haklarının arttırılması gerekliliğinin savunulması, inşaat maliyetlerinin artması gibi sebeplerle ada nizamı yapılaşmada imar planı değişiklikleri ile yapı yoğunlukları artmaya başladı. Önceleri villa sitelerinin ya da en fazla 4-5 katlı apartmanların bulunduğu sitelerdin yanı başında yoğunlukları giderek artan siteler oluşmaya başladı. Yoğunluk artışları başlarda yapı emsal değerlerinin doğrudan arttırılması yoluyla yapılırken, daha sonraları bu tür artışların mahkeme kararları doğrultusunda iptalleri neticesinde üst ölçekli planlarda yapılan nüfus yoğunluğu karar değişiklikleri ile yapılmaya başlandı. Bu kez bir hektarda kaç kişi yaşayacağına ilişkin bölgesel kararları değiştirilerek yapı yoğunlukları arttırılmaya başlandı. Bu değişikliği ifade eden en önemli örnekler belediyelerin imar komisyonlarında görünür hale gelmiştir. Önceleri “burada kaç kata izin var” diye soran belediye meclis üyeleri ve siyasiler daha sonra zamanla “buranın emsali ne” ve “burada nüfus yoğunluğu nedir” sorularını sorar hale gelmişlerdir. Bu gelişmeler, 2000’li yılların ortalarından itibaren Türkiye’de o güne kadar görülmemiş yapı yoğunluğu değerlerinin ortaya çıkmasına sebep oldu. Türkiye’de o yıllara kadar mevcut yapılaşmanın ortalama emsal değerinin azami 1,5-2.00 ve bir hektarda yaşaması beklenen nüfus 200-250 kişi  civarında olduğu ve tahmin edilirken bu değerleri astronomik bir şekilde aşan plan değişiklikleri yapılmaya başlandı. Artık piyasa mekanizması içinde 3,5-4 emsal değeri neredeyse olağanlaşmıştır denilebilir.

2000’li yılların ikinci yarısından itibaren ada nizamı yapılaşmanın bir başka yan etkisi olarak da “emsal dışı kullanımların” oranında bir patlama yaşandı. Çeşitli şekillerde imar yönetmeliklerinin kötüye yorumlanması ile birlikte yapı emsallerinin gizli olarak %25-30’lar düzeyinde arttırılabildiği görülmektedir. Burada bu değişikliklerin Toplu Konut İdaresi ve Emlak Konut’un İstanbul gibi kentlerdeki projelerinde, büyük inşaat şirketlerinin halka arz edilen projelerinde çok karmaşık bir aktör grubu tarafından kolaylaştırıldığı ve yürütüldüğü görülmektedir. Büyük sermaye sahiplerinin, siyasi grupların ve yurt dışından gelen sermayenin bu şekilde oluşan kentsel mekanlarda ranttan pay almak için çok karmaşık ilişki ağları oluşturduğu akademik çalışmalarda ayrıntısıyla ortaya konmaktadır. Bu yapı, yazımın başında belirttiğim “dikey mimari” olarak adlandırılan aşırı yoğun ve gökdelenleşen yapılaşmanın ortaya çıkmasında önemli bir rol oynadı. Büyük kentlerin gelişme akslarında hiç beklenmedik yerlerde bu yapılaşma anlayışının ürünleri görünür oldu. Bir yandan da gelişme aksları ile kentin mevcut dokusu arasında kalan boşluklarda bir başka yapılaşma anlayışı hakim hale gelmekteydi. Bu anlayış, ortaya çıkan bu yeni kentsel çevrenin yetersiz kalan merkez, ofis ve sosyal donatı ihtiyacını bir şekilde karşılamaktan kaynaklanacak kentsel işletme rantını elde etmeye çalışan yeni sermaye yatırımları olarak rezidansları ortaya çıkardı. İngilizce arazi kullanımı anlamına gelen “land-use” kavramı yerine “en iyi ya da en kar getiren kullanım” anlamına gelen “best-use” kavramı yaygınlaşmaya başladı. Çeşitli sermaye grupları buldukları kupon arsalar ya da devlet tarafından sağlanan hazine arazileri üzerinde uzun vadede en iyi kira ve işletme getirisini sağlayacak proje tasarımlarına odaklanmaya başladılar. Bu projelerde karma kentsel işlevlere yer verilmeye çalışılırken bir yandan da yapı yoğunluğu değerleri artmaya devam etmektedir. Belediyeler ve bakanlıklar uhdelerindeki kamusal alanları bu amaçla kurulan ortaklıklara konu etmişlerdir. İmar planlarında yeşil alan, park ya da diğer farklı kamusal kullanımlar için ayrılmış olan kamu arazilerinin karma işlevli ve yoğun yapılaşmaya sahne olan tesislere dönüşmesi yaygın görülen bir yaklaşım halini aldı. Bu gelişme hem yüksek hem de yaygın yapı yoğunluğunun artmasına sebep oldu.

Yeni yerleşim alanlarında ada nizamı içinde yapılan siteler ve kentlerin gelişme akslarının boşluklarında ortaya çıkan en iyi kullanımlı ve karma işlevli rezidans/avm/ofis komplekslerinde karlılığı arttırmak için imar planı değişiklikleri ile yapılan yapı yoğunluğu artışları kentsel dokuda çok daha büyük çaplı etkiler yarattı. Kentin eski planlı mahallelerinde mevcut apartman nizamı içerisinde yapılan göreli olarak etkisi az değişiklikler kentsel makro formun bütününü ve kentsel silueti etkilemezken bu yeni kentsel gelişme biçimleri kenti yapısal olarak dramatik bir şekilde etkilemeye başladı. Bütünsel bir planlama anlayışı içinde planlanmadıkları ve tasarlanmadıkları için her ne kadar bir parselden daha büyük alanları kapsasalar da yakın çevrelerinde bulunan kentsel dokuları etkilemeye başladılar. İlk etkiler tarihi dokudaki siluetin olumsuz etkilenmesi ile görünür hale geldi. İstanbul’da Sultanahmet Camisinin arkasındaki gökdelenler ve Bursa’da Ulu Camini siluetini görünmez hale getiren Doğanbey Kentsel Dönüşüm Projesi faciası buna örnek olarak gösterilebilir. Daha sonra ise zincirleme daha başka sorunlar yaşanmaya başlandı. Kentin içerisinde hala boş kalmış parsellerde ya da gelişme aksı üzerindeki göreli olarak yoğunluğu düşük mahallelerde imar planı değişiklikleri ile yapılan aşırı emsal artışları ve kentsel dönüşüm projeleriyle yeni bir yükselme dalgası yaşanmaya başlandı. Villaların ya da 3-4 katlı apartmanların yanı başında 30-40 katlı gökdelenler boy gösterdi. Son beş yıldır büyük kentlerin gelişme akslarında kalan arazilerde de bu tür yüzlerce noktasal yoğunluk artışları gerçekleşmekte. Hatta kimi zaman aynı bölgede son on yıl içinde yapılmış villa sitesini, yüksek katlı bloklardan oluşan siteyi, yüksek yoğunluklu rezidansları ve aralardaki boşluklara yapılmış gökdelenleri bir arada görmek mümkün. Ortaya çıkan ulaşım, otopark ve kentsel altyapı sorunları bir yana bu tür bir kentsel yapılanmanın toplumsal açıdan yarattığı rahatsızlık, yersizlik ve tedirginlik duygusu aslında bugünün kentlisi için en temel sorunlardan birisini oluşturuyor.

Tüm bu tarihsel süreci dikkate aldığımızda dikey yapılaşma olarak adlandırılan durumun sadece yüksek binalar ve bunları yapanlarla sınırlı bir mesele olmadığı görülmektedir. Siyasi ve yönetsel açıdan bakıldığında inşaat sektörünün motor görevi üstlendiği bir makro ekonomik istikrar düzeninde kentleşme politikasının kendisi ve yerel yönetimler düzeyinde uygulanma biçimi gökdelenleri ve yüksek yapı yoğunluklarını ortaya çıkaran unsurun ta kendisidir. Tercih edilen bu kentleşme politikasının ürettiği sorun alanı da yüksek yapılardan daha farklı bir şeydir. Sorun tam olarak giderek mimarlık kültüründen yalıtılmış ve estetik standartları çok düşük, bütünsel olarak yakın çevresi ve kentin bütünü ile ilişkisi düşünülmemiş ve kurgulanmamış, sosyal donatı alanları ve kentsel kamusal alanları ya hiç olmayan ya da ciddi şekilde yetersiz, insani yaşamı imkansız kılacak düzeyde yüksek yoğunluktaki yapıların oluşturduğu yaşanabilir olmaktan uzak çevredir. Bu çevrede yalnızca tek bir unsur binaların yüksekliğidir. En az onun kadar önemli boyutlar binanın etrafındaki boşlukla o binanın ilişkisi yani arazinin doluluk ve boşluğu, binaların birbirleri ile ilişkileri ve aralarındaki mesafeler, binaların mülkiyetinin nasıl oluştuğu, o binalarda ne tür işlevlerin bulunduğu ve kent siluetine etkisi ve daha bunlar gibi pek çok başka boyutlardır. Bu açıdan bakıldığında sorun dikey şehircilik değil, kent planlamanın formalite haline getirildiği bir düzende yeterli planlama tartışması olmadan binaların birer tarlaya dikilir gibi üretilmesidir. Yani bir anlamda sorun “dike dike” şehirciliktir. Öte yandan bu yeni çevrede mimarın görevi halkla ilişkiler sürecini yöneten reklam şirketinin, yapılardaki işletmeyi oluşturacak sermaye çevrelerini ve yatırımcının maliyetlerini karşılayacak bir yapıyı oluşturacak bir “halka ilişkiler nesnesi ve simgesi” üretmeye çalışmaktır. Pek çok durumda zaten dünyanın başka yerlerinde bu tür üretilmiş nesnelerden esinlenilebilir ya da tekrar edilebilir. Yakın çevrenin gözetilmesi ya bilinçli olarak unutulur ya da yakın çevrenin önüne çıkılması hedeflenen bir şey haline gelir. Bu düzende mimarın görevi bu halkla ilişkiler nesnesini arzu edilebilir kılacak render’ları, videoları üretmek ya da ürettirmek haline indirgeniverir. Bunu yapacak beyaz yakalı genç çalışanlar mebzul miktarda ortadadır zaten. Bir anlamda piyasadaki mimar için “yata yata mimarlık” ya da tasarım genel geçer bir standart halini alır.


Bu uzun yazıda dile getirmek istediğim diğer bir şey de üstü örtülü bir ekonomik krizin tartışıldığı, konut sektöründeki yavaşlamanın hissedilir hale geldiği şu günlerde belki de bu durumu aşabilecek derinlikli bir tartışma ortamı oluşturmak için bir fırsatımız olduğu konusudur. Büyük kentlerde ortaya çıkan ihtiyaç fazlası ve aşırı yoğun konut alanlarının yarattığı sonuçlar dike dike şehircilik ve yata yata mimarlık anlayışını durdurabilmek yeni bir planlama anlayışını tartışmamıza olanak tanıyabilir. Bu yeni planlama anlayışında yeniden üst ölçekli kararları sorgulama, kentin çeperindeki saçaklanma alanlarında aşırı yapı yoğun gelişmeleri gözden geçirme, oluşumunu tamamlamış bölgeleri tasarım açısından yeniden değerlendirme şansımız olabilir. Ama tüm bunlar, konuyu bina yüksekliklerine bağlayarak olamaz. Türkiye kentleşmesini ne kadar eleştirirsek eleştirelim, mevcut kentler her ne kadar istismar edilmiş olurlarsa olsunlar kentleşme ve yapılaşmaya ilişkin anlayış derinliğimizin bu tek boyutun çok ötesinde olduğunu düşünüyorum. Ama önce yatay dikey mimari kavramlarını kullananların bir samimiyet testinden geçmesi ve bu kavramların karşılığı olan bir planlama anlayışına ve mimarlık kültürüne fırsat vermeleri gerekiyor. İmar planı değişiklikleri ile kentlerin sürekli büyütülmesini değil, büyümenin gemlenmesini, yanlış planlama kararlarından dönülmesini ve kaynak temelli bir kentsel planlamayı öncelemenin desteklenmesi kaçınılmaz hale geliyor. Aksi takdirde dikilmeye ve yatılmaya devam edilen kentlerimizde bir başka zamanda bir başka boyut üzerinden ortaya çıkanı eleştirmeye, suçu birbirimize atmaya devam ederiz ama hoşnutsuzluğu daha da artmış kentlilerin öfkesini nereden ve kimden çıkaracağını kestiremeyiz.