Türkiye
çok ilginç bir ülke. Gündem o kadar hızlı değişiyor ki, akla hayale gelmeyecek
değişimler gerçekleştikten çok kısa bir süre unutuluyor, başka konular gündeme
giriyor. Geçtiğimiz yılın son aylarında hayretle izlediğimiz belediye
başkanlarının istifa ettirilmesi sürecinin üzerinden de belli bir vakit geçti
ve istifalar neredeyse unutuldu. Tartışmanın en heyecanlı kısmını oluşturan
Melih Gökçek’in istifası üzerinden bile beş aya yakın zaman geçti. İstifanın
hemen ardından TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesinin derlediği “Ankara Hasar
Raporu” kitabı için çalakalem yazılar kaleme alırken meselenin bu kadar hızlı
soğuyacağını kestirmek çok da mümkün değildi. Aradan belli bir vakit geçtikten
sonra Melih Gökçek döneminin üzerine kent planlama sürecini dikkate alarak bir
şeyler yazmanın belki de tam zamanı.
Burada
yazının başında kendi durumumu da samimi olarak ortaya koymak gerekir diye
düşünüyorum. Bir şehir plancısı olarak meslek hayatıma Ankara Büyükşehir
Belediyesinde başladım. Sekiz yıl kadar Melih Gökçek’in iktidarda olduğu
belediyede şehir plancısı olarak çalıştım. Ardından TMMOB Şehir Plancıları
Odası Ankara Şube Başkanlığı dâhil meslek odası deneyimim oldu. Sonrasında da
çeşitli şekillerde çalıştığım başka kamu kurumlarında Ankara’nın planlanmasında
çeşitli roller üstlendim. Akademisyen olduktan sonra da Ankara’nın planlanması
üzerine konuştum, yazdım, meseleleri hep yakından takip ettim. Yani Melih
Gökçek döneminin Ankara’sının planlama sürecini çok boyutlu olarak izleme şansı
buldum. Gökçekle aynı masada planlama sürecini tartışma şansım da oldu, karşı
tarafta olup yanlışlara karşı dava açma olanağım da. Her şekilde, Ankara’nın
planlama tarihi biraz da benim mesleki tarihimdi desem yanlış olmaz.
Gökçek
dönemini kentleşme ve planlama süreci açısından değerlendirmeye başlarken
öncelikle geçen yirmi beş yıldaki genel ruh halinden bahsetmek gerekir. Gökçek
dönemi bize her şeyden önce bence kente mizahla bakmayı öğretti. Pek çok
durumda ortaya çıkan duruma başka şekilde katlanmak mümkün değildi çünkü. Bir
buçuk milyon nüfusu olan Ankara altı milyonluk bir kent haline gelirken çoğu
zaman manzarayı bir karikatür gibi izledik, okuduk. Hoş aynı durumu Gökçek
sıklıkla yaptıklarını meşrulaştırma için de kullandı. Dünyanın ve Türkiye'nin
başka kentlerinde aynı durumu hatta beterini yaşayan kentler varken başka türlü
kentleşme ve planlama süreçleri gerçekleşebildi. Ama Ankara, ısrarla 1950'lerin
Amerikan kentlerinin kötü bir kopyası haline getirilmek için Gökçek eliyle bir
deneye girişildi. Deneyin sonuçlarını hepimiz yaşıyoruz. İmar planlarıyla
sürekli her yönde yağ lekesi gibi büyüyen bu kent Rabelais’in meşhur eserindeki
doymak bilmeyen Gargantua isimli deve dönüştü gözlerimizin önünde. Kentte
yaşayan İnsanların paralarıyla, emek ve zamanlarıyla onu beslemek için sürekli
uğraştıkları bir rant devi haline geldi Ankara. Anlatacaklarım biraz da bu
devin hikâyesidir.
Genel
olarak kent planlama ile ilgili meslek insanları, akademisyenler olarak
eğilimimiz meselelere hep yapısal unsurlar üzerinden bakmak şeklindedir. Yani
yapısalcı bir bakış açısıyla, sınıflar üzerinden meseleyi tartışabiliyoruz. Bu
konuda repertuarımız çok iyi aslında. Ama bir yandan da Ankara’yı bir Gargantua
haline getiren aktörler ve kişiler var. Peki, bu aktörü nasıl ele alacağız? Kim
bu aktör ya da aktörler? İşte aktör aslında Melih Gökçek’in temsil ettiği
davranış biçimleridir. Aslında Melih Gökçek’ler tek değil. Ben mahallemdeki
Gökçek’leri de biliyorum. Meslektaşım Gökçek’leri de biliyorum, işte birçok
alanda pek çok Gökçek’i biliyoruz. O zaman bu tür bir aktör nereden ortaya
çıktı? Belki de önce bu soruya yanıt arayarak değerlendirmeye başlamak gerekir.
“Becerebilenler
yapar, beceremeyenler de sadece eleştirir”. Bunu kim söyledi deseniz, bu yazı
Gökçek dönemini ele aldığı için Gökçek akla gelebilir ki, çok sık bu manaya
gelen şeyler söyledi. Efendim çekemiyorlar dedi, biz yapıyoruz onlar sadece
eleştirirler dedi, pek çok şey söyledi. Bunu söyleyen aslında başka biri. Benim
hep Melih Gökçek’i anlamaya çalışırken, bir şekilde aklıma gelen isimlerden
biri. Söz Robert Moses’a ait. Harvard mezunu, bugünün ifadesiyle eli yüzü düzgün,
saygın bir beyefendi. Moses ile Gökçek arasında şöyle bir benzerlik var,
1970'lere kadar 44 yıl New York’un aslında bütün yatırım projelerini ve
planlamasını yönetmiş adamdır Robert Moses. Woody Allen’ın anlattığı radyo
günlerinin New York’unu almış, Wall Street’in New York’una dönüştürmüş. Esasen
böyle özetleyebiliriz. Moses, kendisi bir belediye başkanı olmasa da, tüm
dünyada Gökçek benzeri belediye başkanlarının en etkili ilk öncülü olarak adlandırılabilir.
Aralarında çok ilginç benzerlikler var. Her ikisi de yaratıcı bir yıkım
sürecini gerçekleştirip, kenti insan ölçeğinden çıkaracak projeleri büyük bir
iştahla gerçekleştiriyordu. Moses aslında hiçbir planlama tasarım ve kent
yönetimi eğitimi almadan göreve gelip, New York’u 44 yıl yönetmişti. Devasa
parklar, kent içi otobanlar, köprüler, eski New York kent dokusunu kentsel
dönüşümle yıkarak oluşturduğu toplu konut alanlarıyla New York’u yeniden
şekillendirmişti. Bilmiyorum tanıdık geliyor mu?
Kent
bilim yazınının simge ismi Jane Jacobs da yaşamı boyunca Moses’ın yaptıklarına
karşı insanca bir kentleşmeyi, mahalleyi savundu, insanı yok sayan kent
yönetimi, planlama ve mimarlığa karşı savaştı. Görünürde engellediği pek çok
şey oldu. Yani bugün biz kitaplarda Jane Jacobs’u anlatıyoruz, Moses’ı pek
hatırlayan yoktur belki. Moses 44 yılın sonrasında hiçbir şey yapmamış gibi
unutuluşa terk edildi, Jane Jacobs ise bizim literatürün önemli bir parçası
haline geldi. Bugün yalnız ilginç bir durum var, Jacobs’un korumak için
inanılmaz çabalar harcadığı New York'taki Greenwich Village semti dönüşmedi
belki, ama arazi fiyatları inanılmaz arttı ve bugün sonunda soylulaşmaya kurban
gitti. Saskia Sassen diyor ki, “bugün dünya Moses’ı unuttu belki, ama Moses’ın
yaptıklarının hormonlu bir şekli her yerde uygulanıyor”. Çin, Dubai, İstanbul
ve pek çok yerde yaşananlar aslında Moses’ın hormonlu rüyasının uygulanmış
biçimi. Gökçek de geride Moses’ın hormonlarının enjekte edildiği bir Ankara
bıraktı.
Siyaset
bilimi ile ekonomi politiğin kesişiminde kentlerle ilgili önemli sorular
bulunuyor. Bu sorular geçen zaman içerisinde Gökçek’in yaptıklarını
anlamlandırmada bize yardımcı oldu. Bu hormonlu yapıyı anlamak için onlara geri
dönmekte fayda var. Kimin kenti, kim yönetiyor, kim karar veriyor ya da tek bir
adam ya da birtakım adamlar bunu nasıl yapıyorlar? Bunlar çok önemli sorular.
Çoğulcu açıdan bakarsak, Gökçek tek başına değildi. Birtakım çıkar çevreleri
vardı. Bu çıkar çevreleri de kendi çıkarlarını maksimize etmek için
uğraşıyorlardı ya da diyorduk ki kentin kapıcısı birtakım profesyoneller var,
plancılar var, mimarlar var, inşaat mühendisleri var. Bunlar aslında kentsel
kaynaklara erişimdeki kritik rollerini beklediğimiz gibi kullanmıyorlar, başka
bir şekilde kullanıyorlar. Ya da Yeni Marksist bakış açısıyla devlet ve sermaye
mekânı araçsallaştırır, sermaye de becerikli taşeronlar bulma konusunda
mahirdir. Gökçek bu sürecin mahir bir taşeronuydu ama insanların da hayal
ettikleri bir şehirde ise yaşama hakkı olmalı, hep bunu tartıştık.
1980
sonrasında ise şöyle bir önemli tartışma vardır. Küçülen bir devletin
boşalttığı kamusal alanı yerelleşme, kuralsızlaştırma, serbestleştirme ve
katılımcılık yoluyla örgütlü sivil toplum ve özel sektör doldurmalı denildi. Bu
doldurma işinde de belediye başkanlarına önemli bir rol tanımlanmıştı. Belediye
başkanları yükselen neo-liberal ideolojinin kentlere yansımasında aracı
kişilikler olarak öne çıktılar. Geldiğimiz noktada hızla gelişen teknoloji ile
birlikte bu yapının kentleri otoriter ve pragmatik bir yapıya dönüştürüp
dönüştürmediğini de tartışıyoruz. Bu tartışmalar Gökçek döneminin farklı
yüzlerinde olan biteni anlamlandırmamızı kolaylaştırdı. Bazen de farklı
dönemler arası geçişlerde neden Ankara'nın iktidarın elindeki diğer kentlerden
yer yer daha farklı uygulamalara sahne olduğunu düşündük.
Bu
sorgulamalarda ele aldığımız bir diğer mesele de planlama yöntemlerimizdir.
Bizden bir önceki kuşağın kapsamlı planlama dediği, uzmanların meslek ve disiplinler
arası yaklaşımla, kente ilişkin üstten bakmanın, alternatifler oluşturmanın
aslında olması gerektiğini tartışıyorduk. Ankara'nı üst ölçek planlarının neden
yapılmadığı, yapıldığında bu niteliği taşıyıp taşımadığını irdeliyorduk.
Yapılan planlar kaybedenler üretiyordu. Biz de planlama sürecinin mağdurlarını
ya da kendini savunamayacak durumdaki kent parçalarını savunmaya çalışıyorduk.
Dikmen Vadisindekileri, korunacak tarihi kent dokusunu, Atatürk Kültür Merkezi
Alanını, kent merkezini, meydanları ve kamusal alanları ve daha pek çok şeyi
savunmaya çalışıyorduk. Bütün bunlar olurken stratejik mekânsal planlama gibi
kavramlar tartışmaya girdi, katılımcı planlama gibi müzakereci planlama gibi
kavramları değerlendirmeye çalıştık. Acaba bunlar kentlerin tahribatına karşı
birer araç olabilir mi, bununla bazı şeyleri engelleyebilir miyiz dedik. Ancak,
çoğu zaman adına projecilik denen, planlamayı bir formaliteye indirgeyen
anlayışa çarptık. Geldiğimiz noktada belki başka bir dünyaya giriyoruz. Yeni
teknolojiler, yeni bir kuşak, o kuşağın anlayışı, onlar kenti nasıl
anlayacaklar, nasıl o kenti benimseyecekler ve o kentleri nereye götürecekler?
Bunlarla aslında biz dönüp Moses ve Gökçek benzeri karakterlere bakmaya, en
azından anlamlandırmaya çalıştık. Çünkü aktörlerin davranış biçimlerini
anlayabilir, belli bir çerçeveye oturtabilirsek aynı hataları yapacak
aktörlerin gelişini belki engelleyebilirdir.
Burada
siyaset biliminin söylediği başka şeyler de söz konusu. İlk akademik
çalışmalarımda atıfta bulunduğum "kent patronu" diye bir kavram var
örneğin. Bu kavram ilk olarak 150 yıl öncesinin Amerikan Kentlerindeki gücünü
çıkar ağlarından alan belediye başkanı figürü için kullanılmış. Yani Melih
Gökçek gibi adamlar kentlerin patronu aslında. Patron ne demek? Ekmek ve sirk
politikalarıyla kenti yönetiyorlar. Ekmek ve sirk politikası şu demek: Bir
taraftan insanlara hayatını sürdürebileceği kadar bir gıda, kentsel hizmetler
vesaire sağlıyorsunuz, ama bir taraftan da sürekli onların eğlenmelerini
sağlayacak bir şeyler. Bir ara hatırlarsınız, yılın 365 günü sirk oynardı
Ankara’da. Çadır kurulurdu, Rusya’dan bir ucuz sirk bulunurdu gelirdi. Şimdi de
Ankapark onun bence bu anlayışın altın vuruş noktası olacaktı, ama olamadı,
ömrü vefa etmedi Gökçek’in. Ekmek ve sirk politikasının devam edip etmeyeceğini
ise bize zaman gösterecek, biraz da bizim yaptıklarımız.
Gökçek
dendiğinde hatırlamamız gereken bir diğer mesele de büyüme koalisyonları ve
kentsel popülizmdir. Kentsel popülizm bizim pek tartışmadığımız bir konuydu,
ama kim gelirse gelsin, kentteki geniş halk kitlelerinin desteğini alabilmek
için bu tür popülist uygulamaları yaygınlaştırma eğilimindedir. Planlama
açısından bu uygulamaların belki de en bilineni kat adedinin ya da imar
haklarının arttırılması ya da bir yere imar planı yapılmasıdır. Bu popülizm
karşısında kenti savunan birtakım gruplar söz konusudur. Bu gruplar ise Gökçek
dönemi boyunca elit ve marjinal ilan edildiler. Yani, kenti savunanlar bizler
çok elittik, halkın gerçek sorun ve beklentilerini anlamıyorduk.
Olan
biteni anlama ve yanlış bulduğumuz şeyleri engelleme çabalarımız sırasında
farkına vardığımız en önemli mesele kentsel gerçekliğin kaybettirilmesiydi.
Yani kenti yaşayanlar kent, onlara gösterilen yerde, anlatılan olaylardan ibaretti.
Bunun dışındaki Ankara anlaşılamaz, algılanamaz, hatta muktedirler el atmadığı
müddetçe sahipsiz gibi gösteriliyordu. Melih Gökçek’in pek çok açıklaması buna
örnek olarak gösterilebilir. Trafiğe yılda şu kadar araç dahil oluyor, bunların
ihtiyacını karşılamak için şu kadar bin kilometre yol yapmanız lazım, bu çok
muazzam, algılanamaz bir şeydir bu, ama biz kavşağı yaptık, biz şu projeyi
yaptık. O zaman iletişim araçlarınızın elinizde olması lazım. Her hafta 1,5
milyon bülten basıp, her yerde dağıtmanız, kenti billboardlarla, reklam
totemleriyle bir propaganda makinesine dönüştürmeniz lazım. Burada etik sonrası
kent kavramına bir vurguda bulunmak lazım. Kentsel gelişme ve yayılmanın her
türlü akıl dışı ve çılgınlığının meşrulaştırılmasında bu propaganda makinesi
kullanıldı. Bu kent böyle saçma büyür mü, düzgün bir planlama yapılmayacak mı
dediğimizde, "efendim şimdi burada kentlerin büyümesi bir gerçeklik, bunun
doğrusu yanlışı olmaz, bunun etikle bir ilgisi yok" denildi bize, hâlâ da
böyle deniyor. İşin acısı bu görüşü savunan mimar, şehir plancısı
meslektaşlarımız bile var. Bu kavramsal çerçevelerle anlamaya çalıştığımız
süreçler sonucunda Gökçek’ten başka tartışmamız gereken o küçük Gökçek’ler
ortaya çıktı. Çünkü kentsel toplumun temel motivasyonu, kentsel ranttan pay
alma arayışı haline geldi.
Tabi
ki Ankara bu noktaya bir anda gelmedi, arkasında otuz yıllık bir dönüşüm süreci
var. Bu süreç Gökçek dönemi kentleşme politikasının temel dinamiklerini inşa
etmiştir. Türkiye'nin siyasal ve toplumsal çalkantıları arasında bu süreci üç
ayrı kısımda incelemek mümkün. Birinci dönem, popülist muhafazakâr bir kentsel
yoğunlaşma dönemidir. Aslında bütün dertlerimizin, konuştuklarımızın kökeni
burada gibi geliyor bana. 1980'lerin başında yapılan gecekondu afları ve ıslah
imar planlarıyla birlikte Ankara’nın etrafını saran gecekondu halesi on yıl
boyunca apartmanlara dönüştü ve burada gecekondu alanlarında plan notu
değişiklikleriyle toplu kat artışları yapıldı. İlk başta üç kattı oralar, sonra
bir meclis kararı dört kat, bir meclis kararı beş kat. Peki, ne oldu bu
insanlara? Bu alanlardaki dönüşümü yaşayan toplum kesimleri önce Gökçek'in
iktidara taşıdı, sonra da ülkeyi yönetmeye başladı. Bu sebeple Gökçek
iktidarının ilk döneminde uygulamaya konan kentleşme politikası daha çok var
olan kenti yoğunlaştırmaya odaklanmaktaydı. Kent merkezinde ve çeperinde parsel
ölçeğinde imar planı değişiklikleri yapılmaktaydı. Yapıların kaçak kısımları ve
usulsüz yapılmış yapıların plan değişiklikleriyle yasallaşması söz konusuydu. Genel
siyasal koşulların da etkisiyle bu ilk dönem biraz daha utangaç bir dönemdi.
2000'lerin
başından itibaren ikinci bir dönem yaşanmaya başladı ki buna biz sermayenin
kentte tekelleşmesi ve yayılma dönemi diyebiliriz. Kent çeperindeki gelişme
akslarında büyük alanlar yapılan imar planlarıyla yapılaşmaya açılmaya
başlandı. Daha çok planların yapıldığı köy ya da mahallelerin adlarıyla anılan
bu planlama sürecin çoğu zaman yüzlerce hatta binlerce hektar alanın imara
açılması söz konusuydu. Kentsel dönüşüm projeleriyle, yasal olarak mümkün
olmayan yerlerin yapılaşmaya açılması, belediyenin gayrimenkul yatırım
ortaklığı sermaye yapısıyla işbirliğine girerek konut hakkı piyasası
aktörlerinin büyümesine ve tekelleşmesine yol açması bu dönemde başladı. Denetimsiz
kentsel yayılma ve saçaklanma standart hale geldi.
2000'li
yılların sonundan itibaren başlayan üçüncü dönem, ayrıcalıklı imar hakları
dönemi olarak adlandırılabilir. Kent çeperinde, kent içinde ve kentin her
noktasına bugüne kadar görülmemiş yapı emsallerinin noktasal projeler için plan
değişikliğiyle verilmeye başlanması ve yapı yasaklı alanların imara açılması
ile karşı karşıya kalındı, konut üretimi ağırlıklı olarak lüks konut üretimine
dönüşürken, aktörlerin bazıları uluslararası boyut kazandı. Kentsel boşlukların
rant teknokratları olarak nitelendirebileceğimiz teknik elemanlar tarafından
ayrıcalıklı imar planı değişiklikleriyle imara açıldı. Bu boşluklarda AVM,
otel, rezidans, ofis gibi tek tip karma kullanımlar ağırlık kazandı. Sonuçta
imar kurumsallaşması dönüştü planlama geleneği ve imar kurumsallaşması
kollamacı ağlara dayalı bir çıkar piramidi tarafından işgal edildi. Gelinen
noktada popülist söylemler kullanılmasına rağmen, kentsel rant dağıtım
mekanizmasının tabanı daralmakta. Üretilen konut sayısının çokluğu ve lüks
nitelikli olması sebebiyle gayrimenkul sektöründe bir yavaşlama var. Bütün
Ankara’da, yapı ve kamusal alanlar arasındaki yarı kamusal alanların niteliği
aşırı düştü ve kentsel tasarım unutuldu. İşte Söğütözü’nde bir binadan çıkın
yürüyecek kaldırım yok. Ankara’da da Büyük kentsel ihaleler ve para tuzağı
büyük projelerle gayrimenkul sektörüne kan verilmeye çalışılıyor.
Gökçek
dönemi kentleşme politikasından belediye başkanının değişimi ile çıkmak pek
mümkün görünmüyor. Çünkü kentsel toplumsal yapı bu dönemin yozlaşmış
alışkanlıklarını daha bir süre devam ettirecektir. Bu duruma karşı ben gelecek
için dörtlü bir eylem planı öneriyorum. Birincisi, öncelikle yaşadığı
yerellikten kopan kentlinin gerçek yerelini, gerçek sorunlarını çözümleri ve
insanları keşfetmesini sağlayacak yeni bir dil ve anlatım geliştirmek
zorundayız. İkinci olarak, bunun üzerinden Ankara'nın kent vizyonunu
tartışmamız gerekiyor diye düşünüyorum. Oturup Ankara’nın kent vizyonu ne
olacak diye düşünmenin ve alternatifler önermenin tam zamandır. Çünkü bunu
yapmazsak Ankara'nın geleceğini olumlu anlamda değiştirmeyecek anlayışlara yeni
kıyafet giydirip, yeni bir vizyonmuş gibi bizlere satacaklar. Biz de bunun
dedikodusunu tartışmak zorunda kalacağız. Bu tartışmayı biz açmak zorundayız.
Üçüncü olarak bir de kentsel değerlerin korunmasına ilişkin kaybolan bir
kamusal otorite var. Bunun yerine etik ve mesleki değerler temelinde yeni bir
meşruiyeti oluşturmak durumundayız, bunun araçlarını tartışabiliriz. Ankara ve
diğer kentlerde oluşturulan kentsel yapının açmazları Türkiye'yi aslında yeni
bir kentsel yaşam krizine doğru sürüklüyor aslında. Burada kentlilerin
paylaştığı ortak bir hoşnutsuzluk ve bir duygudaşlık var, bunu yakalayabilmemiz
gerekiyor. Dördüncü olarak bu duygudaşlığı yakalayarak alternatif planlama
örneklerini inşa etmek Ankara için farklı bir gelecek inşasında umut olabilir.
Yakın dönemin kentlere ilişkin yaratıcılık ve yenilikçilik temelli genç kuşak
dönüşüm dalgası burada önemli bir itici güç olabilir. Ama öncelikle, geçtiğimiz
süreci iyi anlamak ve bütünlüklü bir gelecek öngörüsünde bulunmak durumundayız.
Yaşadıklarımızdan öğrendiğimiz, yaşayacaklarımıza öğreteceğimiz bir şeyler
olmalı.