Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

24 Temmuz 2016 Pazar

BİR KENT DARBESİNİN ANATOMİSİ























"Metropol mimarisi kaçaklar ve suçlular için ideal koşulları sunar. Her an savaş alanına dönebilecek şekilde tasarlanmış şehir tehlikenin anavatanı. Pusu ve tuzaklarla dolu. King Kong kadar açık bir hedefiz. Burada yalnızca virüsler ve senin gibi hayaletler eminiyette" Murat Menteş ve Kutlukhan Perker'in Dehşet Bey adlı çizgi romanından alıntı, Karakarga Dergisi Sayı 4.

15 Temmuz akşamı Türkiye Cumhuriyeti tarihinde yeni bir sayfa açtı desek hiç abartılı olmaz. Önümüzdeki yıllarda devlet yapılanması, siyasette cemaatlerin etkileri, devlet kadrolarının oluşumunda liyakatin yeri, toplumda kayırmacı ilişkilerin nerelere varabileceği ve sermaye birikim süreçlerinde dini çıkar ağlarının yeri dahil olmak üzere birçok konuyu geçmişe atıfla uzun uzun tartışacağımızı söyleyebiliriz. "Ben demiştim"cilerle, "ben değilim"ciler arasında muhtemelen çok büyük bir gri alanda tartışmalar sürecek. Bu tartışmaları verili olan bilgiler üzerinden yapmak, komplo teorilerinin perspektifinden bakmak ya da büyük teorilere atıfla pozisyon almak da karşımıza çıkan seçenekler arasında. Ancak, tüm bunları yapmaya başlamadan önce, yaşadığımız olayın tam adını koymak, olayların eylemsel özgünlüğünü tanımlamak zorundayız. Bunu yapmalıyız ki, her ne sebepten olursa olsun bir daha benzer olaylarla karşılaşmamamız için nereye odaklanmamız gerektiğini iyi görebilelim. 

O akşam, Üniversitemizin yıl sonu yemeğinde dostlar arasında bir akşam yaşıyorduk. Siyasetçi ve bürokrat davetliler, üniversitemizin yönetimi ve akademik kadrosu bir yaz akşamında önce güzel bir yemek, ardından da yılların sanatçısı Erol Evgin'in şarkılarını canlı dinlemek için bir aradaydık. Saat 21:30 civarından yemek sonlandı ve Erol Evgin konserine başladı. Çocukluğumdan beri dinlediğim şarkılarını yaşından beklenmeyecek şaşırtıcı bir sahne performansıyla paylaşmaya başladı. Bir an şarkıların arasında telefonumdaki artan hareketlilik dikkatimi çekti. İnsanlar Ankara'nın üzerinden alçaktan uçan jetlerden, askerin boğaz köprüsünü kapattığından bahsediyordu. Eşimin de "hiç olmazsa bu gece şu telefonları bir kenara bırakalım" uyarısı ile önce telefonu elimden bıraktım. Ama etrafıma bakınca herkesin bir hareketlilik içinde olduğunu görünce de tedirgin olmadım değil. Bu tedirginlik, yemekte bulunan milletvekillerinin apart topar ayrılmasıyla daha da arttı. Sonrasında, şehir merkezinden evimizde teyzeleri ile bıraktığımız çocukları arayınca durumun ciddi bir olağanüstülük içerdiğini anlayıp biz de konserin beşinci şarkısının ortasında eve doğru yola çıktık. Yol boyu trafiğin durumu, kapatılmış yollar ve alçak uçan jetleri kaygıyla izledik. Eve vardığımızda sabaha kadar uyumayacağımızın, sonrasında da farklı bir Türkiye'nin sabahını ezanlar ve selalar eşliğinde idrak edeceğimizin henüz farkında değildik. Geçen günler içinde yaşadığımız olayın büyüklüğünü ve korkunçluğunu daha iyi anladık, üzerinde düşünmeye başladım. Hala da düşünüyorum. 

Mekan perspektifinden bakan bir akademisyen olarak olayların gelişimini izlediğimizde 15 Temmuz darbe girişiminin odaklanılması gereken noktalarından birisine dikkate çekmek niyetiyle bu yazıyı kaleme almaya karar verdim. Hem darbe girişiminin stratejisi, hem de darbeye karşı ölmek bahasına sokağa çıkarak özneleşen insanların refleksi yaşadığımız olayın geçmişteki darbe girişimlerinden çok farklı bir yönü olduğunu gösteriyordu. Kuşkusuz darbe girişiminin FETÖ ve PDY ile ilişkisi üzerinden ayrıntılı siyasal analizler mutlaka yapılıyor ve yapılacaktır, ancak benim niyetim daha çok darbe girişiminin mekanla ilişkisi üzerinden bir okuma yapmak ve buradan mümkünse bazı dersler çıkarmaya çalışmak. Darbe girişiminin kentsel mekan ve kentler ile ilişkisini okumaya çalışmak bu anlamda bize çok daha farklı pencereler açabilir. Özellikle OHAL kapsamında çok hızlı düzenlemelerin yapılacağı günlerde bazı konularda sağlıklı karar verebilmek için bu pencereler farklı resimler görmemizi sağlayabilir. 

Önce şu tespiti yapalım. Türkiye'nin darbeler tarihine baktığımızda, geçmişteki darbelerin kentleşme sürecinin tamamlanmadığı bir toplumsal yapıyı hedef aldığını söyleyebiliriz. Nüfusun kentlerde yaşayan kısmının büyüklüğü ile darbeleri eşleştirirsek bunu açık bir şekilde görürüz:

Darbe:                                        Kentte Yaşayan Nüfus (%)
1960                                           %32
1970 (muhtıra)                           %29
1980                                           %44
1997 (28 Şubat)                         %63
2016 (15 Temmuz)                     %80

Darbeler tarihimizin ilk üç darbesinin ağırlıklı olarak kırsal nüfusa sahip bir ülkede gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Göreli olarak daha dağınık yerleşimlerde, kentsel mekanın dinamiklerini henüz deneyimlememiş nüfusun dönemin tek iletişim kanalını ve ordu örgütlenmesini kullanarak denetim altına alınması ana strateji olarak ortaya çıkmaktaydı. Kentlerde sıkıyönetim ilan edilerek sokağa çıkma yasağı ilan edilmesi de önemli araçlardan birisi olarak darbe sonrası dönemi denetim altına almak için kullanılmaktaydı. Tabi, dönemin siyasal süreçlerinin toplumsal etkileşiminin yarattığı etkiler ayrıca ele alınmalıdır ancak, mekansal açıdan bakıldığında ilk üç darbenin kırsal bir toplumda yapıldığını söylemek çok da yanlış olmayabilir. 

28 Şubat süreci ise, darbeler tarihinden belki de önemli bir kırılma noktası oluşturmaktadır. Ordu mensuplarının dahi bu darbe girişimini mesafeli bir şekilde "post-modern darbe" olarak adlandırmasının kanımca geri planda kalan birkaç sebebinden birisi Türkiye nüfusundaki değişimdi. Artık göreli olarak kentleşme sürecinde ciddi mesafe kat etmiş, kentlerin dinamiklerinin toplumsal dinamikleri belirlemeye başladığı, darbenin hedef kitlesinin ağırlıklı olarak kentlerde yaşadığı ve kentleri dönüştürdüğü, tüm bunların da gelişen iletişim teknolojileri yoluyla suya sürekli atılan taşların bıraktığı sonu gelmez dalgalar gibi yayılmaya başladığı bir Türkiye'de darbelerin eskisi gibi gerçekleştirilmesi olası değildi. Darbe, iletişimsel araçlar üzerinden, kentte gerçekleştirilecek simgesel güç gösterilerinden ve sonrasında darbenin hedef aldığı kentsel toplumsal kitleleri etkisizleştirmek için atılacak adımlardan güç alacaktır. Nitekim 28 Şubat süreci Sincan'da tankların yürütülmesi ile başlamış, sonrasında devlet idaresine eklemlenmeye başlamış İslami kesimlerin üzerine gidilerek sürdürülmüştür. Ancak, bu sürecin hiç üzerinde durulmayan unsuru Ordunun artık kentsel bir toplumda darbe sürecine ilişkin strateji değişikliğine gittiği ve aslında emir komuta zinciri içinde eski tip bir darbenin geçerli olmayacağını kabul etmesidir. Belkide bu sebeple, 28 Şubat sonrasında Türk ordusunun emir komuta süreci içerisinde bir daha eski tip bir darbeyi kendi stratejisi içerisinde anlamlı bulmadığı ve darbenin ilk hedefinin bu sebeple ordunun kendisinin olacağı tahmininde bulunulabilirdi. Ki 15 Temmuz darbe girişiminin ordunun eriştiği darbe deneyimini en uç noktaya taşıyarak kullanmaya çalıştığı, bu yolla da emir komuta zincirini ele geçirmeyi, iç savaşı hedeflediği iddia edilebilir. Tabi darbe girişiminin tüm ayrıntıları ortaya çıktığında hangi terör ve örgütlenme stratejilerinin de kullanıldığının ayrıntıları mutlaka ortaya çıkarılmalıdır.

Peki 15 Temmuz darbe girişimini öncekilerden mekansal açıdan farklı kılan neydi? Öncelikle, darbe girişimini yapanlar Türkiye'de artık temel toplumsal dinamiklerin kentler üzerinden geliştiğini, bunun iletişimsel mecralarla girift bir bütün olduğunun çok iyi farkındaydılar. Olaylar sonrasında sıklıkla darbe girişiminde bulunanların siyasileri neden hedef almadıkları sorusu dillendirildi. Gerçi darbecilerin Cumhurbaşkanını ve Başbakanı doğrudan hedef aldığı ortaya çıkarıldı ama kanımca daha önemli bir gerçek vardı ki bu daha önemliydi. Darbecilerin esas hedefleri en büyük kentimiz olan İstanbul ile başkent Ankara idi. Bu iki kentte yaşamın durdurulmasının hedeflenmesi, panik yaratılması, bu iki kentteki askeri yapıların hedeflenmesi, bu iki kentteki emniyet teşkilatına saldırı gerçekleştirilmesi, darbe girişiminin enerjisinin büyük bir kısmının terör taktikleri kullanılarak bu iki kente yöneltilmesi, Ankara ve İstanbul'un birer kaldıraç etkisi yaratmak için kullanılmak istendiğini göstermekte. Gerçekten de belki de hedeflenen, medya kuruluşlarından çok kentsel kamusal mekanlarda hakimiyet kurmak, bunu sosyal medya üzerinden prikolojik algı operasyonu ile derinleştirmek ve yaygınlaştırmak, iki kentte hakimiyet kurulduktan ve emir-komuta zinciri ele geçirildikten sonra da devşirilecek güçlerle birlikte Türkiye'nin dört bir yanında darbe ateşini yakmaktı. Darbe girişimi sonrasında ele geçirilen darbe planları da bu tespiti doğrulamaktadır. Darbe sonrasında ilişkide bulunulan Suriye ve Irak'lı unsurların desteğiyle Ankara ve İstanbul'un tamamen ele geçirilmesinin hedeflendiği iddiaları basına yansıyor. Yani darbe girişimini bir "kent darbesi" olarak adlandırmak yerinde olacaktır. Çok şükür ki bu girişim yine Türkiye'nin yakın tarihinin yarattığı dinamiklerin de katkısıyla sokağa çıkan vatandaşların çabalarıyla, silahlı kuvvetler ve emniyetin basiretli tavrıyla boşa çıkarıldı.

Kamusal mekanlar Gezi Parkından bu yana siyasi söylemlerde kutuplaşmanın önemli bir unsuru olarak kullanıldı. Gezi Parkında ortaya çıkan toplumsal hareketlenme iktidar tarafından sıklıkla bir komplo kurgusu içerisinde tanımlandı. Ancak, gözden kaçan önemli bir nokta belki de darbe girişiminin önlenmesinde Gezi ile başlayan dinamiklerin önemli bir ilham kaynağı olduğudur. Yukarıdan örgütlenmiş ve kurgulanmış kitlesel mitinglerin değil, vatandaşların kendi iradeleriyle özne haline geldikleri, kentsel kamusal alanları kendilerinin kıldıkları eylemlerin çok önemli bir güç olduğunu günümüz Türkiyesinin kentlileri Gezi Parkından sonra öğrendi. Darbe girişimi gecesi de hem Cumhurbaşkanı hem de Başbakan halkı meydanlara davet ederek kritik bir süreç başlattılar. Sonrasında, silahlı kuvvetlerin kendi silahlarını kentlere, kamusal alanlara, halka, eminiyete ve Türkiye Büyük Millet Meclisine çeviren darbe girişimcileri halkın kahramanca girişimleriyle boşa çıkarıldı. Yani, 15 Temmuz darbe girişimini bir "kent darbesi" olarak adlandırma gerekliliğinin ikinci sebebini de darbenin önlenmesinde halkın kentsel kamusal alanlara sahip çıkarak gerçekleştirdikleri mücadele oluşturmaktadır diyebiliriz. Tabi bu sahip çıkmanın birleştirici olduğu ölçüde mücadele niteliğini sürdüreceği, ötekileştirici ve yabancılaştırıcı olursa mücadele niteliğinin zedeleneceği unutulmamalı. 

Türkiye terör, artan şiddet ve devlet yönetiminin zorla ele geçirilmesi çabaları açısından çok zor günler geçirdi. Uluslararası terör olaylarından darbe girişimine kadar korkutucu günler geçirdik. Bizi daha nelerin beklediği hakkında da bir fikrimiz yok. OHAL ilanından sonra da bu konuda alınacak önlemlerin çok boyutlu olarak ele alınacağı açıktır. Bu önlemler arasında mekansal strateji değişiklikleri de kaçınılmaz olarak yer alacaktır. Kent içerisindeki askeri birliklerin ve karargahların kent dışına taşınması olasılığı tartışılmaya başlandı bile. Ancak, meselenin mekansal açıdan iki önemli boyutuna vurguda bulunmak gerektiğini düşünüyorum. Güvenli kentleri ve demokrasi altyapısı gelişmiş kentler oluşturmayı tartışmaya açmamız gerekiyor. Ulaşım altyapısı ve kentsel kamusal alanların hem terör olayları hem de darbe girişimi karşısında çok kırılgan olduğunu gördük. Transit hale getirilmiş kent merkezleri hem güvenlik açısından hem de darbe girişimlerinde ciddi zorluklar oluşturdular. Öte yandan kent güvenliği ve kentsel toplumsal hareketler açısından demokratik hakların kullanımının kent için bir tehdit değil çok önemli bir olanak olduğunu bir kez daha anladık. Kentlerin yaya mekanlarını, meydanlarını ve kentsel kamusal alanları yeniden planlama ve tasarlamayı gündem yapmak zorundayız. 

Terör ve darbe girişimleri karşısında kentleri daha dayanıklı hale getirmek bunun için de kentsel kamusal alanları geliştirmek önemli ortaklaşmalarda birisi olmak zorunda. Toplumun tüm kesimlerinin öznesi olduğu ve benimsediği kentler, kentlere yapılan her tür terör saldırısı karşısında en önemli kozumuz. Velhasıl kent darbelerine karşı kentleri savunmamız gerektiğini anlamalıyız. Bu anlayışla benim için darbe girişiminin başlangıcında dinlediğim bir Erol Evgin şarkkısının sözleri ile bitirmek istiyorum yazıyı. Sanırım bu şarkı hepimize inandıklarımız açısından bu kez çok daha farklı şeyler söyleyecektir:

Seni düşündüm dün akşam yine
Sonsuz bir umut doldu içime
Birde kendimi düşündüm sonra
Bir garip duygu çöktü omzuma


Hani ıssız bir yoldan geçerken
Hani bir korku duyarda insan
Hani bir şarkı söyler içinden
İşte öyle bir şey


Hani eski bir resme bakarken
Hani yılları sayarda insan
Hani gözleri dolarya birden
İşte öyle bir şey,işte öyle bir şey


Seni düşündüm dün akşam yine
Bir garip huzur doldu içime
Birde kendimi düşündüm sonra
Bir garip duygu çöktü omzuma


Hani yıldızlar yanıp sönerken
Hani bir yıldız düşerde insan
Hani bir telaş duyarda birden
İşte öyle bir şey


Hani yağmurlar yağarya bazen
Hani gök gürler ya arkasından
Hani şimşekler çakar peşinden
İşte öyle bir şey,işte öyle bir şey

4 Temmuz 2016 Pazartesi

HAVAGAZI FABRİKASI RANT ODAĞINA DÖNÜŞÜRKEN



Yaklaşık on yıl önce bir sabah uyandığımızda Ankara’nın yitik yılkı atlarından birisinin daha vurulduğunu öğrenmiştik. Kiminin “ne zaman kaldıracaklar canım bu mezbeleliği” diye suratını buruşturarak baktığı, kiminin de çocukluk anılarında yer etse de ne anlamı olduğunu bilmediği, yalnızca küçük bir azınlığın, onlarda mesleklerinden dolayı tanıdıkları Havagazı fabrikası artık yerinde yoktu. Dönemin Koruma Kurulu tıpkı bir zamanlar Kızılay Binasının yıkılmasında olduğu gibi Havagazı Fabrikasını koruyan, dozer kepçelerinin iştahını gemleyen tescil kararını kaldırmıştı. Aynı gece yarısı çalışmaya başlayan Büyükşehir Belediyesinin kepçeleri bu mezbeleliği(!) ortadan kaldırmışlardı. TMMOB’a bağlı meslek odalarının yönetimleri olarak bir avuç Ankaralıyla birlikte yıkım devam ederken yaptığımız bası açıklamaları, sonrasında açılan davalar ne yazık ki kaçınılmaz sonu engelleyememişti. Sonrasında tarih, anılar, sanayi mirası, belleklerdeki görüntü dümdüz edilmiş yatıyordu aynı yerde. Üzerine asfalttan bir örtü serilmişti insaflıca, belki de üşümesin diye…

Havagazı ve Elektrik Fabrikalarının düzlenen alanına ustaca bir manevrayla olayın hemen öncesinde yerlerinden edilen eski Maltepe Pazarı esnafı getirilmişti. İller Bankası mülkiyetinde Malltepe Park adlı avm’ye dönüştürülen alandan uzaklaştırılan tezgâh başı esnafı, “size eski Havagazı Fabrikasında yer yapacağız” denilerek sakinleştirilmişti. Gerçekten de öyle oldu. Önce esnafa kooperatif kurduruldu, tabi bu süreçte kim Maltepe pazarı esnafı kim değil, kooperatif üyeleri kimler olacak konusunda ciddi bir doğal seçilim süreci de yaşandı. Denilen o ki, zaten dışarıda dükkânları bulunan sermaye sahipleri bu kooperatifin rantına ortak oldular. Derken, Havagazı Fabrikasının yerine garip, derme çatma labirentvari bir kapalı Pazar oturtuldu.

Ama ne havagazı fabrikası ne de eski Maltepe pazarı iflah olmadı. Sanki endüstri mirasının ahı tutmuştu. Önce Malltepe Park AVM battı. Çankaya Belediyesine devredildi. Şimdilerde onlar da satışa çıkarmışlar. Havagazı Fabrikasının yerine konan esnaf da aradığını bulamadı. Dışarıdaki avm enflasyonu ve internet satışları onların devrini çoktan kapatmıştı. Kimse ucuza Rus ve Çin mali aramıyordu artık. Zaten belediye de Ulus esnafı ile birlikte onları da AŞTİ’de yapacakları büyük bir çarşıya taşıyacaklarını ilan etmeye başlamıştı. Şehre iki büyük yeni otobüs terminali kurulacaktı doğu ve batı olmak üzere. Eski AŞTİ’yi de bir senaryoya oturtmak lazımdı. Ayrıca, Ulusta yapılacak çarşı yıkımlarına karşı tepkileri azaltmak gerekirdi. AŞTİ’ye taşıma bahanesiyle nasıl olsa başka bir doğal seçilim sürecinde gerekli ayıklamalar yapılacaktı. EGO’nun doğalgaz ayağının skandallarla dolu, dönemin Başbakanının bile fiyatını az bulduğunu açık bir şekilde ifade ettiği pazarlıklarla özelleştirilmesi ile birlikte de Havagazı Fabrikası alanının imar rantı hasadına uygun hale getirilmesi için gerekli zemin hazırlandı. Tüm bu zincirleme senaryonun sonunda bir yerlerde bir imar planı değişikliği ile birlikte, Havagazı Fabrikası alanına gökdelenlerin yapılabileceği bir yapı yoğunluğu getirildi. Ticaretin rantı artık inşaat rantının yanında cüceleşmişken, Maltepe bölgesinde yeni bir dönüşüm dalgasının anahtarı kilidinde dönmeye başlamıştı bile. Endüstri mirası, altyapı, kent merkezine gelen trafik yükü, merkezde kalan son konut alanlarından birisinin geleceği gibi konular sadece bizim gibi plancıların, mimar ve mühendislerin sohbetlerinde kalmıştı.

Tüm bunlar olurken ekonomik gerekçeler hazırdı. AOÇ’ye gerek yok, artık arpa buğday mı üreteceğiz? Havagazı mı kaldı fabrikasını koruyalım, artık kavga ettiğimiz Rusların doğalgazı var! Bir başkent bu kadar hafızasız, bu kadar geçmişinden kopuk olma lüksüne sahip midir? Oysaki sanılanın aksine Ankara 1900’lerin başlarından beri Anadolu’nun önemli tarımsal sanayi kentlerinden biri olagelmiştir. 1892’de İstanbul-Bağdat demiryolu hattının Ankara istasyonunun açılışıyla birlikte Ankara’da tren yolu etrafında sanayi odakları oluşmaya başlamıştır. Bu odakların en önemlisi bugünkü Celal Bayar Bulvarının kuzey ve güneyinde oluşmuştur. Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte bu sanayi odakları daha da gelişmiş, bugünkü Sıhhiye ile Maltepe arasında kalan bölgede kentin enerji ihtiyacını karşılamak üzere bir havagazı fabrikası ve elektrik santrali kurulmasının ardından un, makarna, lokomotif, oksijen, soğuk hava, buz ve bira fabrikaları kurulmuştur. Ancak zaman içinde 1960’lı yıllardan başlayarak kent içinde karayolu taşımacılığına ağırlık verilmesi ile birlikte bu bölgedeki sanayi gerilemiş, fabrikalar kapatılmıştır. En son olarak da 1990’da havagazı fabrikası ve elektrik santrali üretimi durdurmuştur. Bu gelişmelerin sonucu Ankara için ağır olmuştur. Var olan sanayi odağının yok olmasıyla birlikte Ankara, ağırlıklı olarak devletin ve hizmetlerin kenti haline gelmiştir. Plansız kentsel gelişmenin sağladığı olanaklarla birlikte gerçek anlamda ekonomik değer üretmeyen arsa spekülasyonu ve ihtiyacın fazlası konut üretimi neredeyse en ağırlıklı sektörler haline gelmiştir. Devletin çok büyük destekler verdiği savunma sanayisi ve birkaç sektör dışında Organize Sanayi Bölgeleri bile rant beklentisi ekilerek kurulmaktadır.
Maltepe Havagazı Fabrikası ve Elektrik Santrali Neden Korunmalıydı?
  • Havagazı Fabrikası ve Elektrik Santrali özgün endüstriyel mimarileri ile Ankara’nın bir zamanlar bir demiryolu ve sanayi kenti olduğunun göstergesi olan son yapılardır. Çağdaş dünyada bu tür yapılar korunmakta, özgün mimari eserler olarak yeniden işlevlendirilerek kente kazandırılmaktadır.
  • Havagazı Fabrikasının bulunduğu alan kent merkezi içinde arazi kullanımı, ulaşım ve büyüklük açısından hasiyetle ele alınması gereken bir konumdadır. Bu alana yüksek yoğunluklu kullanımlar getirilmesi kent merkezindeki arazi kullanım dengesini ve ulaşım yapısını bozacaktır.
  • Havagazı Fabrikası ve Elektrik Santralinin korunarak ve çevresindeki yaklaşık 6 Hektarlık Alanın planlı bir şekilde kültürel kullanımlarla yeniden işlevlendirilerek kente kazandırılması Maltepe ve Sıhhiye bölgesinin çöküntüleşmesini yavaşlatacak, kent merkezinin güçlendirilmesini sağlayacaktır. CER Modern benzeri kullanımlar başkentte bu tür bir alana ne kadar ihtiyaç duyulduğunun göstergesidir.
  •  Bu tür endüstri yapıları mimari açıdan esnek ve yeniden kullanıma uyumlu olduklarından bulundukları bölgenin gelişiminde itici güç oluşturmaktadır.





Gökdelenler Yerine Neler Yapılabilirdi?
  • Havagazı fabrikası ve elektrik santralinin bulunduğu alanın korunarak kente kazandırılması ve yeniden işlevlendirilmesi için katılımcı bir süreçle koruma planı yapılmalıydı.
  • Bölgenin yeniden kullanımına ilişkin olarak bölgenin teknolojik ve sosyal tarihi yorumlanarak projeler üretilmeliydi.
  • Bölge planlanırken fabrikaların etrafındaki duvarlar, TEDAŞ ve EGO binaları kaldırılmalı yaya ağırlıklı yeşil alan kullanımları ve yeşil alanlarla tarihi endüstri bölgesinin alt alanları arasındaki ilişki kurulmalıydı.
  • Fabrika binaları için bir an önce restorasyon projeleri hazırlanmalı, bu binaların kent içinde önemli nirengi noktaları ve simge mekânları olması için çalışmalar yapılmalıydı.
  • Fabrikaların bulunduğu bölge ile bütünlük oluşturan Atatürk Kültür Merkezi Alanındaki projeler bir an önce hayata geçirilmeli, Hipodrom-Opera-Sıhhiye aksı rekreatif kültür aksı haline getirilmeliydi.
  • Fabrika bölgesi ile Ankara Garı ve tarihi istasyon mekânları arasındaki ulaşım ilişkileri güçlendirilmeliydi

Fabrika Binaları İçin Önerilerimiz Neler Olabilirdi?

Fabrika binalarının yeniden işlevlendirilmesi için meslek odaları ve kent yönetimlerince “sanayi müzesi”, “Sanat müzesi” gibi öneriler geliştirilmiş ancak hayata geçirilmemiştir. Yine de bu önerileri tekrarlamakta fayda var:
  •  Çağdaş dünyada bu tür yapıların üzerine titrenmekte, bu tür yapılar restore edilerek kentlerin dünya çapında tanınmasını sağlamaktadır. Örneğin Londra’daki Bankside Elektrik Santrali “Tate Modern” isimli dünyaca ünlü modern sanat müzesine dönüştürülmüştür. Benzer şekilde İstanbul’daki Gaz santralleri de restore edilerek kültür merkezlerine dönüştürülmektedir. Yine İstanbul’daki tarihi Feshane Binası İstanbul Modern Müzesine dönüştürülmüştür. İstanbul Modern’deki Picasso Sergisini bütün Türkiye’den yüz binlerce insan ziyaret etmiştir. Tate Modern’i yılda yaklaşık 5 milyon turist ziyaret etmektedir. Havagazı fabrikası da restore edilerek Ankara’nın çok ihtiyaç duyduğu bir modern sanat, teknoloji ya da sanayi müzesine dönüştürülebilirdi.
  • Ana fabrika yapıları kültürel etkinlikler için (müze, sergi salonu, konser salonu, sinema-tiyatro salonları, atölyeler vb.) diğer endüstri yapıları da (vinç, soğutma kulesi vb.) endüstri tarihini sergileyecek bir açık hava müzesi şeklinde restore edilebilir. Bacalar ise devasa kentsel imgeler ya da heykeller olarak restore edilebilirdi.
  • Fabrikayı çevreleyen alan rekreasyon amaçlı ve tarihi binalarla uyumlu kültürel binalar için kullanılabilirdi.

 Her geçen gün Ankara’nın ve cumhuriyetin kimlik mekânlarını dolar yeşiline ve rant alanlarına dönüştürmek isteyen çabalar daha da sinsileşmekte, yoğunlaşmaktadır. Bir gün gelecek Ankara kentinde Ankara’nın tarihini hatırlatan hiçbir mekân kalmayacak, Ankara derin uykudaki bir yatakhaneye dönüşecektir. Bütün bunların olmaması için Ankara’daki kent yönetimleri kültürel mirastan ellerini çekmeli, bizler de onları korumak için elimizden geleni yapmalıyız. Yoksa korkarım bir dahaki ay vurulan yeni bir mirasın hikayesini, “neler yapılabilirdi”’lerini, kaybolan yeni bir havagazı binasını yazmak zorunda kalacağım. Ve ben bunu istemiyorum…