…bak işte yine oldu. Simitçi bile sanki saklamaya çalıştığım yabanlığımı bir çırpıda anlayıp yüzüme vurdu. Gerçi dediklerinin yarısını bile anlamadım. Bizim oraların ağzı olaydı (işte yine unuttum, dilim anamınki gibi döndü) hemen anlardım ama... Geldiğimden beri sanki her yer, her sokak, her insan sesi, her bakış kırıntısı her şey bana garipliğimi haykırıyor. Ama gel gör ki bizim şehrin (her orta boy Anadolu şehri gibi ortasından bir Atatürk bir de İnönü Bulvarı geçen ve bir de Cumhuriyet meydanı olan) içinde geleceğimin beni sürüklediği üniversite yok. Geleceğim beni yalnızca alıştığım şehrimin değil, alıştığım kalabalığın da dışına taşıdı. Benim bildiğim kalabalık çarşıda bir araya gelmiş beş-on kişiden ibaretti. Burada ise göz alabildiğine kalabalık. Kalabalık kendi başına hareket eden, kendi bağımsız varlığı olan bir bütünmüş, akışkan bir maddeymiş gibi geliyor bir müddet sona insana. Ara sıra içimden geçiyor lisede öğrendiğim fizik bilgime yaslanıp, biraz da akışkan dinamiğine ve doğrusal olmayan matematiğe sığınıp bu bin bir renkli akışkanın nasıl binaların içinde katı; sokaklarda, meydanlarda ve çarşılarda sıvı; parklarda ise gaz haline geldiğini araştırmak. Ancak o zaman belki anlarım bu akışkan keyfiyetin doğasını ve ben de öğrenirim nasıl bir parçası olup, aykırı damlalıktan kurtulacağımı. Aslında her şey buradan bakınca bir Xenon paradoksundan farksız. “Her gün içinde yaşadığınız şehrin kalabalığına bir önceki gün yaklaştığınız mesafenin yarısı kadar yaklaşıyorsanız, o şehre ulaşabilir misiniz?”
Aslında bu sorunun cevabı kuyruk yağının şehir hayatındaki ayrıksılığı ve uzaklaşmışlığı kadar muğlak bir yerlerde yatıyor. Şehir, margarinin paketindeki hijyeni, ayçiçek, mısırözü ve zeytinyağındaki albeniyi kuyruk yağına çoktan değişmiş. Ne demişti amcam beni kaldığım eve yerleştirirken (ki artık eve ev değil nedense dershane demek zorundayız) evin içindeki abiye: “... işte bu bizim delikanlı, felsefe okumaya geldi buraya, eti de kemiği de sizin Allahın izniyle”. Evet nedense o gün bugündür tam da öyle hissediyorum. Anam yemekleri hep kuyruk yağıyla pişirirdi. Burada ise “kokuyor”. Apartman kokudan huylanırsa da “dershane mimlenebilir”. “Zaten gelip giden çok olduğu için huylanıyorlar”. Kuyruk yağı ile bu anlaşılmaz sosyal ürkeklik arasındaki ilişkiyi araştırmaya ve ileride bir tez konusu olarak incelemeye karar verdim bir ara. Öte yandan ben bir türlü doymuyorum. Yemeklerin içine konan türlü türlü yağlar sanki beni doyurmuyor. Kemiklerim acıkıyor sanki. İşin aslı ben anama ve kalabalığı küçük şehrime acıkıyorum. Bazen bu açlığı gidermek için köşedeki fırının camındaki yansımadan çaktırmadan ekmek alan mavi gözlü, çilli kıza bakıyorum, odamın camına buhar yapıp gülen suratlar çiziyorum, suratların bir gözünden hep bir damla su süzülüyor aşağı...
Okula başladığım ilk haftalarda acıktığımı fark etmiş de beni teselli etmek istercesine etrafımda toplanan sessiz bir kalabalığın ayak seslerini hissetmeye başladım. Özellikle cuma günleri sessizce namaz kılmak için kaybolduğumda camide karşılaştığım bazı insanlar başka zamanlarda yanıma gelmeye beni türlü türlü yerlere davet etmeye başladılar. Kimi kaldığı yurda film izlemeye, kimi yemeğe, kimi de gezilere davet ediyorlardı. Bazılarının davetini kabul ettim. Erkek öğrencilerin kırık umut kokularına ayak kokularının karıştığı ücra yurtlarda en aksiyonlusundan Amerikan filmleri, ardından da bir adamın vaazlarını izlemiştik. Adam boyuna ağlıyor, dinleyenler kendilerinden geçiyorlardı. Yurttaki çocukların bazıları belirsiz bir amaç uğruna Türkî cumhuriyetlerine gitmekten bahsediyor, bazıları havada kokusu yağacak kadar yoğun bir hedefin ağırlığıyla konuşuyordu. Neden bilmem bu yurtlara gittiğimi haber alan kaldığım evin abisi bir gün okula gelip şöyle bir göründü ve etrafımdaki sesiz kalabalık dağılıverdi. İşte o zaman anladım kör ve tarafsız bir saflaşmanın daha başından belli bir üyesi oluverdiğimi. Ara sıra kaldığım eve daha büyük “abiler” de uğruyordu. Kimisi iş adamı, kimisi üst düzey bir bürokrat, kimisi de siyasetçi. Hepsinin ortak özelliği, kafalarında nasıl bir “septere”nin bulunduğunu (Eski Yunanda concept -kavram- sözcüğü “balık ağı” kelimesinden geliyor ve belli kavramları, öncelikleri “süzmek, seçmek anlamına geliyor) anlayamamış olmam. Niye geliyorlar bizim eve, ne yapmaya geliyorlar bilmiyorum. Ama içlerinden bir Belediye Başkanı vardı ki unutamadım hala. Bilmiyordum Belediye Başkanı olduğunu. Sormuştu bana “niye felsefe okuyorsun, ne işe yarar ki felsefe, vatana millete ne faydası var” diye. “Gül niye kanarsa, tebessüm niye kanatlanırsa ve sancı dolu bir yürekle fikir sızısı çeken bir başın ağırlığı dünyayı niye yerinde tutuyorsa ondan” demiştim de sanki bir şeyleri hatırlar gibi bakmıştı bana, terlememiş bıyık çağlarından bu yana...
Ben kaldığım dershanenin bir genci ve delikanlısıydım yaşadığım şehrin değil. Halbuki ben felsefe okumaya yaşadığım şehrin delikanlısı olmak için başlamıştım. Odamda sakin bir çehreyle sürekli okurken, kelime dağlarının kurşununu altına çevirecek simyayı arayacak, bu arada kulağıma çalınan her melodiden, her sesten, gözüme ilişen her çatı arası ve pencere pervazının güzelliğinden bir küçük şey devşirecektim. Tüm bunların felsefesini yapacak ve yaşadığım şehrin en yakışıklı genci olacaktım. Oysa kaldığım evin bulunduğu, içinde bir kazanın nüfusunu barındıran koca blokta bakınca karşı balkonda aşık olacak bir güzel bile yok. Her şeye yüksekten bakmanın, insanları uçaktan karınca kadar görür gibi olmanın bedeli karşı balkonu satarak sağlanmış. Asansör yabancılıklarına bulanan yönsüz ve karanlık koridorlar havaya asılı gibi duran kapılara bağlanmış. Her bir kapının ardına da bir delikanlının yaşadığı şehrin en yakışıklısı olma umuduna mezar kazılmış. Yaşadığım evin abisi ise bana her gün falan kitaptan düzenli olarak okumam gerektiğini, kot pantolon giymememi, felsefeye çok fazla kaptırmamam gerektiğini ve okumamam gereken şeyleri söylerken kendi delikanlılığının gurbetini yaşadığını da bilmiyordu sanki. Zaten asıl küçücük şeyleri ararken kalabalıklara yetişebileceğimi düşündüm, bu gurbete daha fazla dayanamayacağımı anlayıp ayrıldım kalabalığın bu ilk katı halinden. Ağlamaklı vaazlar ve kendinden geçmeleri sattım, karşılığında tebessümler satın almaya çıktım.
Okuldan bir arkadaşın yanına taşındım. Para kazanmak için de okuldan hocalarımın anketlerini kapı kapı dolaşıp doldurtmaya, arada da okuldaki bilgisayarda çoğalttığım korsan CD’leri satmaya başladım. Şimdi kapı kapı dolaşıp anket doldurtuyorum. Şehrin insan yüzlerinden görünen bakışlarını yakalıyorum. Azalan bir nefesle kalabalığa her an biraz daha yaklaşıyorum. Öyle ki kalabalığın nefesini duyuyorum kimi zaman ilerlerde bir yerlerde. Bu arada evden ayrıldım ama bir şeyden vazgeçemedim. Diz verse de, ütüsüz sıçan derisi gibi görünse de kumaş pantolon giyiyorum hala. Kumaşın dünyası hala kot pantolonun dünyasından daha sıcak benim için. Bu sıcak dünyanın kumaş yelkenini şehir efsaneleriyle dolduruyorum ara sıra, yaşadığım şehre biraz olsun daha çok yaklaşabilmek, yabanlığı büsbütün üzerimden atabilmek için. Pinpon topuyla Mercedes kilidi açanlar, şoför mahallinden aşağı düşürdüğü tespihi almaya çalışırken kendi de düşen ve aracı duvara çarpan dolmuş şoförleri, kendisi hastalığa yakalandığı için kalçalara meçhul şırıngalar batıranlar...
Aldığım
simidi kemirerek Kızılay’dan yukarıya Hamamönü'ne doğru yöneliyorum. Kalabalığın
içine karışıyorum bir zaman. Civardaki harap eski evlerde oturanlara anket
doldurtacağım bu kez. Belediyeden aşağı doğru cadde boyunca yürüyorum,
yürüdükçe etraftaki dükkanlardan akort edilen ham sazların ve Antep taklidi
darbukaların sesleri gelmeye başlıyor. Nedense buralar bana kendi şehrimi
hatırlatıyor. Kalabalık uzaklarda kalıyor. Sıcaktan bunalıp bir ara bir
dondurma alıyorum. Bir iki yaladıktan sonra etraftan bir küçük çocuk yanaşıp
“abi be biraz versene dondurmandan” diyor. Anlam veremeyip uzaklaşıyorum ama
sonra içim bir garip oluyor. “Hani ya senin küçük şeylerin delikanlılığını
gütmen? Bir dondurmayı bile paylaşmayı beceremedin”
diyorum kendi kendime. Sonra bir lokantanın önünden geçiyorum. İnanılmaz
tanıdık bir koku. Kuyruk yağı kokusu. Açık cam vitrin. Vitrinin arkasında
devasa bir kazanda pirinç pilavı tane tane dökülürken yanına saç kavurma eşlik
ediyor. Adına da Merkez Lokantası deniyor. İçeri süzülüyorum. “Az pilav, üstü
kuru”. Doyuyorum. Anamın ve şehrimin özlemi kalabalıkla aramdaki mesafeyi
kapatıyor, lokantadaki tek tük insanın loşluğuna karışıyorum. Artık bu şehrin
felsefe okuyan en yakışıklı delikanlısı oluyorum.