Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

25 Ağustos 2016 Perşembe

SIKIŞIKLIK HARCI YA DA TAKSİM VE KIZILAYA GİRİŞİN PARALI YAPILMASI NEYİ ÇÖZER?


Başbakan Davutoğlu Hükümetleri ve 10. Kalkınma Planında gündeme getirilen, İstanbul ve Ankara gibi büyükşehirlerde Taksim ve Kızılay gibi kent merkezlerine girişin paralı hale getirilmesi uygulaması Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından yeniden tartışmaya açıldı. Her ne kadar Türkiye’de kentlerin ulaşım planlaması ve ulaşım planlarının uygulanması, ulaşım planlarına uygun olmayan kentsel gelişme ve kentlerin büyümesi, kentlerin yerleşik alanlarında kentsel dönüşüm projeleri ve imar planı değişiklikleri gibi sebeplerle nüfus yoğunluğunun sürekli arttırılması gibi konular yapısal sorunlar olmaya devam etse de çağdaş dünya kentlerinin bazılarında uygulanan bu tür araçların tartışmaya açılması anlamlı sayılabilir. Ancak, bu tartışmanın sağlıklı yürütülebilmesi için dünya deneyiminin tam olarak incelenmesi gerekiyor. Bunun içinde bilinen adıyla sıkışıklık harcı (congestion charging) ile ilgili bazı temel bilgileri ele almak yararlı olacaktır. 

Sıkışıklık Harcı ya da Sıkışıklık Fiyatlandırması Nedir?

Sıkışıklık harcı, trafik yönetiminde günün belli saatlerinde kentin trafik sıkışıklığı yoğun bölgelerine giren motorlu araçlardan belli bir harç alınması uygulamasıdır. Bu uygulama ilk başladığında trafik görevlileri tarafından ücret tahsil edilmesi sağlanmış, daha sonra teknolojinin gelişmesi ile birlikte elektronik fiyatlandırma ve otomatik tahsil sistemleri geliştirilmiştir.

Sıkışıklık harcı uygulamasının temelde üç amacı olduğu görülmektedir. Bunların birincisi motorlu araç sürücülerini seyahat alışkanlıklarını değiştirmeye teşvik ederek belirli bölgelerdeki trafik sıkışıklığını azaltmaktır. İkinci olarak elde edilen gelirin toplu taşım ve altyapı yatırımları için kullanılması hedeflenir. Üçüncü olarak da yüksek hacimli trafiğin dağıtılması yoluyla yerel hava kirliliğinin azaltılması ve dolayısıyla halk sağlığının geliştirilmesi arzu edilmektedir.

Uygulama ilk kez 1975 yılında Singapur’da başlatılmıştır. Ardından 2003’te Londra, 2006’da Stockholm ve 2008’de Milan’da sıkışıklık harcı uygulamasına geçilmiştir. New York gibi birçok kentte de benzer uygulamaya geçilmesi tartışılmaktadır. Harcın uygulamaya geçirildiği örneklerde farklılıklar bulunmaktadır. Örneğin Singapur’da tüm gün için standart araçlarda 3 Singapur doları tahsil edilmekte, araç büyüdükçe alınan ücret artmaktadır. Londra’da sadece mesai günleri mesai saatlerinde uygulanmakta, karbon salınımı düşük araçlardan ücret alınmamaktadır. Stockholm’de sabah ve akşam zirve saatlerde ücret tahsil edilmekte, hem şehir merkezine girişte hem de çıkışta ücret alınmaktadır. Milan’daki uygulamada belli emisyon standartlarının altında kalan araçların girişi tamamen yasaklanmıştır. Ancak, çeşitli sebeplerle uygulama New York, Edinburgh, Manchester, Hong Kong gibi birçok şehirde de tartışılmış ve ya yapılan referandumlar sonucunda ya da faydaları konusunda yeterli veriye ulaşılamaması sebebiyle rafa kaldırılmıştır.

Dünyadaki Uygulamalarda Kamuoyu Ne Düşündü Sonra Ne Oldu?

Sıkışıklık harcının gündeme getirildiği tüm ülkelerde yoğun tartışmaların yaşandığı görülmektedir. Neredeyse tüm örneklerde yapılan anketler kamuoyunun başlangıçta bu uygulamaya çok sıcak bakmadığını göstermiştir. Ancak, uygulama başladıktan sonra destekçilerin oranı artmıştır. Tartışmalardaki çekincelerin başta gelenleri, uzun vadede sıkışıklık harcının gerçekten fayda sağlayıp sağlamayacağının bilinmemesi, sistemin uygulanması için kamu kaynağı gerekmesi, elde edilecek kaynağın nasıl kullanılacağı ve denetimi, uygulamanın kent merkezlerini ve merkezdeki yerel ticareti nasıl etkileyeceğine ilişkin kaygılardan oluşmaktadır.

Uygulama başladıktan sonra uygulamadan önemli faydalar elde edildiği görülmüştür. Tüm örneklerde sıkışıklığın %20-30 arasında azaldığı, toplu taşım kullanımında %7-10 artış görüldüğü, hava kirliliğinin %10-20 arasında azaldığı ve merkezdeki yolculukların göreli olarak hızlandığı tespit edilmiştir. Ciddi kaynaklar elde edilmiş, ancak elde edilen kaynakların sürücülerin tercih ettikleri alternatif yollar için gereken yatırımlara gittiği eleştirisi dile getirilmiştir. Sıkışıklık harcının yerel ticareti olumsuz etkilediğine ilişkin somut veriler ortaya konmamıştır. Ancak, yine tüm örneklerde, sıkışıklık harcı uygulamasından en fazla beş yıl sonra harç öncesi sıkışıklık düzeyine geri dönüldüğü görülmektedir. Uygulama sonrası anketlere bakıldığında kamuoyunun bakışında da çok ciddi değişimler olduğu gözlemlenmemiştir.

Sıkışıklık Harcı mı Köklü Çözümler mi?

Birçoğu sağlıklı işleyen ve gelişmiş toplu taşım sistemlerine sahip, ulaşım planlarıyla yatırımları yönlendirilen kentlerde bile sıkışıklık harcının ciddi faydalar sağlayıp sağlamadığı konusunda önemli tartışmalar bulunmaktadır. Bu tartışmalarda ilginç olan, sıkışıklık harcının merkezi hükümetin bir politikası olarak değil asıl olarak kentlerin kendisinin yerel bir tercihi olmasıdır. Yani kentler bu uygulamayı kendi kamuoylarının gündemine getirmiş, tartışmış, kabul etmiş ya da vazgeçmiştir. Tartışmaların vardığı sonuç ağırlıklı olarak sıkışıklık harcının bir pansuman tedbir olduğu yönündedir. Çevre ve trafik için çok kısa vadeli ve geçici bir iyileştirme sağlanmaktadır. Bu sebeple dünyadaki kentler alternatif ve köklü çözümlere yönelmektedir. Örneğin, Helsinki yirmi yıl içinde otomobilsiz kent olma hedefini önüne koymuştur. Benzer şekilde toplu taşım yöntemlerini, bisiklet otobanlarını tartışan, ulaşım planlamasında önemli mesafeler kat eden kentler bulunmaktadır. Açıkçası, sıkışıklık harcı yirmi yıl öncesinin bir uygulamasıdır ve çözüm olarak değerlendirilmekten çoktan çıkmıştır.

Türkiye’de Sıkışıklık Harcı Uygulanmalı mı, Uygulanırsa nasıl uygulanmalı?

Ulaşım ve trafikte kentsel büyüme ve gelişme süreçlerine bağlı olarak yapısal sorunları olan Türkiye, esas olarak köklü ve yapısal önlemler almak durumundadır. Bu önlemlerin ulaşım ve kent plancılarının bilimsel tespitlere dayalı olarak ortaya koydukları, sağlıklı ulaşım planlamasına ve akılcı ulaşım yatırımlarına, yaşanabilir kentler için planlamaya dayalı olarak kent merkezlerini etkin toplu taşıma ve yaya ağırlıklı hale getirme, ulaşımda enerji verimliliğini arttırma, işyeri konut seyahat sürelerini ve mesafelerini azaltma odaklı olduğu uzun zamandır bilinen bir gerçektir. Bu sorunların yanı sıra Türkiye kısa dönemli bir önlem ve yerel yönetimlerin kaynak sorununa yanıt olmak üzere bir pansuman tedbir olarak sıkışıklık harcını uygulayabilir. Ancak, bu uygulamanın dayandırılması gereken temel bazı ön koşullar olduğu görülmektedir:

  • Sıkışıklık harcı uygulaması ulaşım planı ile bir bütün olarak uygulanmalıdır. Ulaşım planında sağlıklı bir yere oturtulmayan uygulama bekleneni veremeyebilir.
  • Uygulamada kentin yerleşik dokusu dikkate alınmalıdır. Bilgisayar modelleri ile kullanılabilecek alternatif yolların varlığı ve oluşacak fazladan trafik yükü hesaplanmalıdır. Aksi takdirde beklenmeyen zincirleme tıkanıklıklar yeni popülist yol yatırımlarına sebep olabilir. Bu da kamu kaynaklarının israfına sebep olabilir.
  • Türkiye ve kentler, sıkışıklık harcı gibi kısa vadeli çözümlerin yanı sıra çevre, kentsel yaşanabilirlik ve sağlıklı kent merkezlerinin gelişimi gibi konuları öne çıkaran köklü, yaratıcı ve yenilikçi ulaşım çözümlerini de gündeme almalı ve desteklemelidir. Yenilenebilir enerjilerin kullanımı yayalık ve bisiklet yolları, akılcı toplu taşım yatırımları popülist yol yatırımlarının önüne geçmelidir. 

18 Ağustos 2016 Perşembe

FETÖDEN KAÇARKEN VARLIK FONUNA TUTULMANIN EKONOMİ POLİTİĞİ



15 Temmuz sonrası dönemin sarsıntıları sürerken, OHAL kapsamında getirilmeye çalışılan bazı düzenlemelerin tüm toz duman arasında bugüne kadar yaşanmış tüm sorunları daha da derinleştirecek yeni bir çerçeveye işaret ettiğini görmemek elde değil. Siyasal alanda FETÖ ile mücadele ve yeni darbe tehditlerini önleme çabaları ile birlikte sağlıklı siyaset yapma olanağı çıkmaza saplanırken; bürokraside de kurumsal geleneklerin, cumhuriyet tarihi boyunca oluşmuş teamüllerin sürdürülemezliği gündeme getirilirken, sermaye birikim süreçlerinde daha önce FETÖ temelli ahbap çavuş ekonomisinin yerini neyin ve nasıl dolduracağı sorunu tartışılmamışken anayasal tanımların ötesinde mülkiyet düzenini tamamen yeniden yapılandıracak düzenlemelere gidilmesi korktuğumuz bazı akıbetleri bizim için kesin nihayetler haline getirme risklerini taşıyor. Bu sebeple varlık fonu benzeri yapısal sonuçları olacak düzenlemelerin ekonomi politik düzlemde sorgulamasının yapılması büyük önem taşıyor. Bu tür bir sorgulama sadece belli bir siyasal perspektiften yapılan bir sorgulama niteliği taşımıyor. Kuşkusuz, varlık fonu ve benzeri düzenlemeler başta akademik çevreler olmak üzere pek çok çevrenin çenesini ve kalemini ziyadesiyle yoracaktır. Ama önemli olan, son otuz yıldır FETÖ’nün üzerinde serpildiği zemini daha da verimli hale getirecek düzenlemelerin dinamiklerine işaret etmektir. Bunu yapabildiğimiz zaman bir durup düşünecek, sağlıklı politikalar üretebilecek fırsatımız olabilir.

Şöyle bir geriye dönüp baktığımızda, son otuz yılın Türkiye’sinde çeşitli biçimleriyle neo-liberal politikaların farklı görünümlerinin yaşanan her kırılmada noktasında yeni politika çerçeveleri ile birlikte ortaya çıktığı söylenebilir. Ana ilkeleri kuralsızlaştırma, serbestleştirme, özelleştirme, adem-i merkezileşme şeklinde özetlenebilecek bu politikalar demetinin uygulanmasında iki temel nokta hep öne çıktı. Bunların birincisi, Türkiye’nin yakın tarihindeki her ara dönemde, bu ilkelerin uygulanmasında diğer ülkelerde de olduğu gibi bir deneyciliğin söz konusu olmasıydı. Kentsel dönüşümden sosyal hizmetlere, ulaşım hizmetlerinden gıda politikalarına kadar pek çok alanda deneme-yanılma ile farklı politikalar farklı dönemlerde denendi. Aynı konuda birbirine taban tabana zıtmış gibi görünen yaklaşımlar çok kısa süreler içinde uygulamaya kondu. Bu deneyselcilik bir yanıyla etkin ve aktif hükümet algısı yaratırken bir yanıyla da çok farklı toplum kesimlerini sermaye birikim sürecinin içerisinde dahil etme ve uygulanan kamu politikalarını meşru gösterme olanağı yarattı. Ama her şeyden önce, uygulanan politikalar aracılığıyla vurgulamak istediğim ikinci nokta ortaya çıktı. Politika çeşitliliği kamu, özel sektör ve sivil toplum alanı arasındaki karmaşık bir ilişkiler ağına meşruiyet kazandırdı. Ortaya çıkan yeni yapılar başarı ve performansları yeni halkla ilişkiler yöntemleriyle gizemleştirilmiş ve büyütülmüş yeni tip bir bürokratik yapı inşa etti. Bu yeni tip bürokraside devletin klasik bürokrasisi beklenmedik bir şekilde büyüyüp seçkincileştirildi. Kariyer kadroları, sembolik ve maddi olanakların daha görünür hale gelmesiyle öne çıktı ancak esas hizmet alanları devletin dışına çıkarıldı. Devletin hizmet sürecinin dışında kalması hizmetin devredildiği özel sektörün ve sivil toplum örgütlerinin kendilerine özgü yeni ve bürokrasiye benzer yapılar oluşturmasına sebep oldu. Ancak, bu yapıların temel özelliği, müşteri odaklı dahi olmamaları, belli noktalarda seçkinciliği hizmet süreçlerine yansıtmaları ve katı piyasa engellerini aşmak için belli topluluk yapılarına dahil olmayı neredeyse zorunlu hale getirmeleriydi. Örneğin bir Ankaralı olarak, özelleştirilen ve belli bir sermaye grubuna teslim edilen doğalgaz hizmeti, benim istediğim kadar doğalgaz satın almama bile kotalar yoluyla engel olabiliyor. Özelleştirmenin müsebbibi belediye başkanı ise bizlere yargıya gitme gibi dahiyane çözüm önerileri getirebiliyor.

Bu dönüşüm süreci en büyük ivmesini 2004 Yılında gündeme taşınan “Kamu Yönetimi Temel Kanun Tasarısı” ve sonrasındaki düzenlemelerle kazandı. Akademik camia yapılan düzenlemeleri belli ölçülerde batı standartlarına göre değerlendirmeyi ya da reddetmeyi tercih etti. “Gerçekten performans artıyor muydu”, ya da “bu süreçte kimler kaybediyor” soruları bir arada soruluyordu. Ancak sürecin arka planında yürüyen esas dinamiklere nüfuz etmek ne yazık ki pek de mümkün olamadı. Zaten değişimlerin baş döndürücü hızı akademik dünyayı sorgulamaktan çok muhasebe tutmak eylemine itti. Tüm bunlar olurken “3C” olarak adlandırılabilecek, “careerism, conformism, credentialism” yani Türkçesiyle “kariyercilik, konforculuk ve diplomacılık” kavramlarının çarpık bir bileşimi çarpıtılmış bir özel sektör insan kaynakları anlayışıyla ortaya çıkan karmaşık ve büyük bürokratik yapının meşruiyetini sağlamak için parlatılıyordu. Ağırlıklı olarak beyaz yakalı çalışanların sırtında yükselen yeni yapı, görünüşte gayri-şahsi ama uygulamada kayırmacı bir standardı devletin ve devletle şöyle ya da böyle ilişkili her tür kurumun bünyesine sızdırdı. Bu sızdırma süreci, topluluk ve cemaat tarzı yapıların toplumun tüm alanlarına nüfuz etmesini de ciddi biçimde kolaylaştırdı. Artık devleti kontrol etmek için sadece memur olmaya gerek yoktu. Devletin hizmet aldığı bir firmada çalışmak, devletin kaynak aktardığı bir vakfın okulunda yer almak, ya da belli bir cemaatin ilişkilerinin hakim olduğu sermaye süreçlerine dahil olmak yetebiliyordu. Bu yapının içinde yer alanlar kendi akraba çevrelerinde bile hızla yükselen yaşam standartları, değişen yaşam alışkanlıkları ile yeni rol modellere dönüşerek ortaya çıkan yapıya devşirme için yeni kanallar açıyorlardı. Diplomacılık olarak adlandırabileceğimiz, liyakat yerine ikame edilen yapıyla içerikten ve ruhtan yoksun, salt belgelere dayalı bir meşrulaştırmanın yolları açılıyordu. Mesele diplomacılıksa, akademik dünyada çok rahatlıkla doçentliğe kadar giden yollar aşılıyor, atıf çeteleriyle gerekirse uluslararası çapta skandallara sebep olabilecek intihal vakaları oluşabiliyordu. Belki FETÖ’nün en güçlü yanlarından birisi de tam buydu. Çünkü diplomacılık için gerekli mekaniği çözmüş, alt sınıflar için yükselebilmenin katı kayırmacılığa dayalı yeni ve gizli bir kanalını açmışlardı. Darbe suçlularının ifadeleri bu kanallara dahil olan fakir köylü çocuklarının öyküleriyle dolu. Tüm bunlar olurken, kamu politikalarında deneycilik, sürekli yeni alanlar açarak, FETÖ ve benzeri yapıların etki alanlarını genişletmeye hizmet ediyordu. Tabi söylememize gerek yok, bu açılan yeni alanların büyük bir kısmında, imardan madenciliğe kadar geniş bir alanda oluşan rantların dağıtımı ve kullanımı, sermaye birikimi açısından giderek kendini güçlendiren bir dinamik yaratıyordu.

Meselenin adını doğru koyalım. FETÖ’nün Adalet ve Kalkınma Partisi zamanında daha fazla ve hızlı kadrolaştıkları iddiası yerine, neo-liberalizmin daha hızlı ve pervasızca uygulandığı dönemde örgütün aşırı güçlendiğini ifade etsek daha doğru olacaktır. Kuşkusuz, neo-liberalizm Adalet ve Kalkınma Partisi zamanında tek parti iktidarı eliyle daha köklü bir şekilde yerleştirilmiştir. Ama siyasal alanın büyük bir kısmında da aktörlerin ve siyasi partilerin, günün birinde sıra onlara geldiğinde aynı yapıyı kullanabilmek için sessiz kaldıklarını ya da neo-liberal çözümleri benimsediklerini de hatırlamamız gerekiyor. Yani deredeyse herkes oradaydı. Ancak bu şekilde FETÖ’ye imar rantı kazandıran belediye başkanından FETÖ okullarına aktarılan Milli Eğitim fonlarına kadar geniş bir yelpazede yer alan örnekleri anlayabilir, sonrasında benzer durumlarla karşılaşmamak için yapılması gerekenleri görebiliriz. Bu anlamda iki temel sorun alanını algılamak büyük önem taşıyor. Bunlardan birincisi, FETÖ ile mücadele adına yapılacak yapısal değişikliklerin niteliğini iyi anlamak, ikincisi de FETÖ’nün ağırlıklı olarak kontrol ettiği küçük ve orta büyüklükteki sermaye birikim süreçleriyle bu yapısal dönüşümlerin ilişkisini fark etmek. Çünkü her ne kadar FETÖ’nün toplumsal bir tabanı olmasa da, yerelde küçük ve orta ölçekli sermaye birikimine dayalı süreçleri kontrol ettiğini anlamak önemli.

Bu yazı kapsamında esas değinmek istediğim konu ise varlık fonu etrafında dönen tartışmalar. Ne yazık ki, 15 Temmuz sonrası vitrininde görünen uzlaşı resmi henüz gerçek sorunları birlikte tartışmak ve politika tercihlerini müzakere etmek noktasına gelemediğinden varlık fonu gibi yapısal bir dönüşüme ilişkin yaygın bir tartışma süreci kamuoyuna yansımadı. En genel anlatımıyla Varlık Fonu, devletin neredeyse tüm kurumlarının mal varlıklarının özelleştirme idaresine devrini ve bu yolla da elde edilecek kaynakla büyük projelerin finansmanını öngören bir yasal düzenleme. Mal varlıkları devredilecek kurum ve kuruluşlar arasında neredeyse yok yok. Son bir iki haftadır, başta TMMOB olmak üzere bazı meslek odaları ve demokratik kitle örgütleri gerekli uyarıları yapıyorlar ama bu konuda siyasi bir tartışma henüz başlayabilmiş değil. Şunu teslim edebiliriz. Olağan bir dönemde bu ya da daha radikal politika önerileri iktidarlar tarafından gündeme taşınabilir, tartışılabilir. Şahsen ben de bir akademisyen ve şehir plancısı olarak bu tür bir uygulamanın eleştirdiğim yanlarını sıralayabilirim. Ancak, daha devletin FETÖ gibi bir örgütle tam olarak ayrıştırılamadığı, özellikle de siyasi alandaki uzantılarının ortaya çıkarılamadığı bir dönemde bu tür bir düzenleme devletin tam olarak imhası ve başka ellere teslimi anlamına gelebilir. Bunu çok açık bir şekilde görmek gerekiyor.

Her ne kadar, devlet bürokrasisi ve kurumları FETÖ’nün eline geçerek darbe girişimi ortaya çıkmış gibi görünse de aslında cumhuriyet döneminden bu yana gelen bürokratik geleneğin aynı zamanda kendi içerisindeki mekanizmaların –eğrisiyle doğrusuyla- oluşturduğu engellerle darbenin engellenebildiği görülmekte. Örneğin Silahlı Kuvvetler içerisindeki darbeye karşı çıkan askeri personelin varlığı, darbenin engellenmesindeki en önemli unsurlardan birisiydi. Buradan şu sonucu çıkarabiliriz. Sermaye birikim süreçleri ile ilişkili olarak devlet yapısında gerçekleştirilecek her türlü değişiklik beklenmedik sonuçlara sebep olabilir ve hepimizi ateşin içine atabilir. Yukarıda anlatmaya çalıştığım çerçevede, Varlık Fonu gibi bir yaklaşım öncelikle FETÖ’nün güçlenmesini sağlayan neo-liberal politikaların altın vuruşu niteliğini taşıyabilir. FETÖ’nün siyasi ayaklarının, yereldeki ağının ve küçük ve orta ölçekli sermaye sahipleri arasındaki yayılımının tam tespit edilemediği bir ortamda, salt kaynak elde etmek için tüm devlet kuruluşlarının varlıklarının elden çıkarılması, hiç beklenmedik biçimde yeni bir sermaye birikim sürecini FETÖ yada benzer yapıların eline teslim edebilir. Burada özellikle yereldeki sermaye sahiplerinin devletin varlıkları ile ilişkisinin üzerinde durulmasında yarar bulunuyor. İhale yasalarının istisnalarla delik deşik olduğu, yerel yöneticilerin ve özellikle belediyelerin FETÖ ile ilişkisinin bilinmediği ya da göz ardı edildiği, yeni büyükşehir yasası sonrası dumanlı ortamda tamamen denetim dışına çıkmış, devletin müdahale etme şansı bile bulamayacağı yeni alanların ortaya çıkması işten bile değil.

Varlık Fonu ve benzeri düzenlemelerle Türkiye’de neo-liberalizmin yeni bir evresine geçeceğimiz açıkça görülüyor. Bu evrenin tartışılabileceği bir siyasal sürecin yokluğunda sonuçlarına ilişkin bir körlüğün oluştuğu da belirgin bir şekilde ortaya çıkıyor. Kamu politikalarının düzgün analiz edilemediği, etki analizlerinin yapılamadığı bir ortamda bu tür düzenlemelerden kaçınılması gerektiğini düşünüyorum. Kamu yönetiminde geçtiğimiz on yılın sağlıklı bir muhasebesini yapmadan yeni cepheler ve cepler açmak, kaybetmemizin mukadder olduğu savaşlarla bizi karşı karşıya bırakabilir. Bu kez karşısına çıkabileceğimiz tank da bulamayabiliriz. Çünkü eğer söylendiği gibi darbe girişimi Türkiye’nin kendisine karşı yapıldıysa, sermayenin akışkan ve güvenilmez yüzü belediyelerin hafriyat kamyonlarıyla durdurulamayacak belalar açabilir başımıza.

3 Ağustos 2016 Çarşamba

FETÖYÜ İMAR RANTLARI MI BESLEDİ?


15 Temmuz darbe girişimi sonrasında, darbe girişiminin odağında bulunan FETÖ/PDY üzerinde çok geniş çaplı bir soruşturma ve tartışma süreci başladı. Bu tartışma süreci toplumun belli kesimleri için yeni görünse de aslında FETÖ’nün toplumsal alandaki yayılımı, siyasi, iktisadi ve kültürel etkileri konusunda uyarılar çok uzun zamandır yapılıyordu. Bu uyarıların neden dikkate alınmadığı ya da göz ardı edildiği daha çok uzun yıllar tartışılacak. Ancak, bulunduğumuz noktada en önemli konuların başında, FETÖ’nün özellikle son yıllarda bu denli büyük bir güce nasıl ulaştığı geliyor. Bir terör örgütü olarak hangi sermaye birikim süreçlerini yönettiği, finans akışının nasıl sağlandığı gibi soruların yanıtlarının verilmesi gerekiyor. Ancak bu şekilde ülkeyi iç savaşın eşiğine kadar getiren bu darbe girişimini başlatan terör örgütünün tam olarak etkisiz hale getirilmesi sağlanabilir.

FETÖ’nün faaliyette bulunduğu her alanda, iki temel sosyal davranış biçimini bir araç olarak kullandığı görülmektedir. Bunlardan birincisi, özellikle muhafazakâr ve İslami ideallere dayalı olarak oluşturulan muğlâk bir söyleme dayalı “hizmet” olarak adlandırılan yatırım ve girişimlere taşra’dan, gecekondu mahallelerinden ve yeni muhafazakâr orta sınıftan yardım adı altında destek toplanmasıydı. Toplanan bu desteğin nasıl kayıt dışı tutulduğu, nasıl belli sermaye gruplarının oluşum sürecinde kullanıldığı konusu rahmetli Uğur Mumcu’nun uyarılarından başlayarak birçok defalar deşifre edildi, ayrıntısıyla açıklandı. Mütedeyyin ve geleneksel değerlere kendini yakın hisseden kesimlerin yardım duyguları başka birçok olayda olduğu gibi zekât ve sadaka adı altında istismar edildi. Hem de bu istismar kitlelere, kolaylıkla reddedilemeyecek biçimde, yurt dışında açılan ve Türkiye adına bir nevi manevi cihat icra ettiği iddia edilen okullar, bilim, teknik gelişim, eğitim ve hatta uzun yıllardır Türk-İslam sentezinin sloganlarından “batının tekniğini almak ama ahlaken İslama ve geleneksel değerlere bağlı kalmak” formülünün canlı örneği olarak kabul ettirildi. Sonuçtaysa ortada kayıt dışı, denetlemeyen, nereden gelip nereye gittiği belli olmayan bir sermaye birikim süreci bulunmaktaydı.

İkinci olarak, bu sermaye birikim sürecinin kullanımı yoluyla toplumdaki diğer sermaye birikim süreçleriyle ilişkilenmek, bunun için de çok yaygın bir çıkar kollama ve hami-adamı ilişkileri ağı kurulması söz konusuydu. Zaten, Türk toplumu gibi geç sanayileşme sürecinde kollamacı ve kayırmacı ilişkilerin yoğun biçimde devam ettiği bir toplumda bu çok da zor olmadı. İlk başlarda devlet kademesindeki yükselmeler gibi konularda kollamacı ağların oluşması ile başlayan bu süreç, giderek farklı sektörlerde birbirini kalkındıracak ayrıcalıklı çıkar ağlarının oluşmasına doğru evrim geçirdi. Devlet içerisindeki FETÖ kollamacı ağı ile iktisadi sektörlerdeki kollamacı ağlar arasında da çok ciddi bir eklemlenme görülmekteydi. Bu eklemlenmenin ara kesitinde FETÖ’nün bu derece etkili olmasını sağlayan düşünce odakları inşa edilmekte, siyasi olarak belli kesimlerden bir koalisyon inşa edilerek ayrıca siyasi ve kültürel bir güç mekanizması devşirilmekteydi. Burada medya, sivil toplum kuruluşları ve üniversitelerden oluşan bir yapı, FETÖ’nün kollamacı ağlarının meşruiyetini sağlayacak zemini oluşturmaktaydı. Bir dönemin Abant toplantılarından Türkçe Olimpiyatlarına kadar birçok ritüel, törensellik ve girişim bu tür bir çabanın ürünü olarak görülebilir. Üretilen “hizmet” miti toplumdaki birçok kesim için etkili oldu, başta siyasiler olmak üzere akademisyenler, medya mensupları ve her kesimden insan farkına bile varmadan oluşan halenin etkisine kapıldılar. Burada, kurulan ilişkilerin ve etkilenmenin düzeyi ve şiddeti sempatiden başlayarak işbirliğine kadar giden bir yelpazeye yayıldı. Tabiri caizse tam olarak at izi it izine karıştı.

Bu süreçte, bir şehir plancısı, mekânla ilişkili olarak siyaset ve kamu yönetimini inceleyen bir akademisyen olarak en çok ilgimi çeken meselelerden birisi kaçınılmaz olarak FETÖ türü bir yapılanmanın Türkiye’de kentler ve kent planlama ile ilişkisi oldu. Bu anlamda bazı noktalara temas etmenin yaşamsal olduğunu düşünüyorum. Son on-on beş yılda kalkınmanın temel dinamiklerinin inşaat sektörü üzerine inşa edildiği, imar planı değişikliklerine, kentsel dönüşüm projelerine ve büyük projelere dayalı bir kalkınma modelinin uygulamaya konduğu çokça ifade edildi. Hatta bu yaklaşımın kaçınılmaz bir sonucu olarak ülke içerisindeki ulusal sermaye birikim süreçlerinin İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyükşehirlerin kentsel rantından pay almaya doğru yöneldiğine de değinildi. Neredeyse tüm sermaye gruplarının bir şekilde İstanbul’daki kentsel projelerde yer alması bunun temel göstergelerinden birisi olarak kabul edildi. Ancak, bu süreçte, kentsel rantın dağıtımındaki mekanizmaların nasıl kurgulandığı hep bir tartışma konusu olarak kaldı. Yine de, büyükşehirlerde yapılan imar planı değişiklikleriyle oluşturulan rantın belli gruplara aktarıldığı, bu grupların bir kısmının çoğunlukla belli cemaatlere mensup olduğu kuşkusu ifade edildi. Elde edilen rantın bir kısmının bu cemaatlere ait okul, yurt ve diğer tesislerin yapımında kullanılacağı söylemi bu rant dağıtım mekanizmasının meşruiyetini oluşturdu. Özellikle büyükşehirlerin çeperlerindeki yeni gelişme alanlarında, kimi zaman da kentin meskun mahallerinden yalıtılmış yeni yaşam alanlarının oluşturulmasında bu mekanizmalara başvuruldu.

Kuşkusuz bu süreçlerden yararlananlar sadece FETÖ ile sınırlı değildi. Neredeyse tüm cemaat yapıları, imar planı değişiklikleri ile yaratılan bu ranttan bir şekilde yararlandı. Çünkü kimlik siyasetinin kazananları imar rantının şampiyonları olarak görüldüler. Ancak, FETÖ’yü ilginç kılan iki ayrı unsura değinmek gerekiyor. FETÖ’nün hareket alanının genişliği dolayısıyla yerel yönetimler ve çeşitli kamu kurumlarının, kamunun tasarrufundaki çeşitli arazilerin FETÖ ile bağlantılı vakıf, dernek, okul, üniversite ve benzeri kurumlara tahsisi ve kiralanmasında önemli rol oynadıkları görülmekte. Bunun sonucunda farkında olunmadan kentsel kamusal mekânların önemli bir kısmının kaybedildiği de söylenebilir. Çünkü bu tahsis yapılan ya da kiralanan arazilerin bir kısmının kaynak yaratmak için FETÖ tarafından kullanıldığı iddialar arasında bulunuyor. Hatta devlet tarafından çeşitli kamu kurum ve kuruluşları için ülkenin dört bir yanında yapılan kiralama işlemlerinde de bu tahsis edilen araziler üzerinde yapılan yapıların kullanıldığı darbe girişimi sonrasında hükümet üyeleri tarafından da dile getirildi. Tabi, bu arazi tahsislerinin yanı sıra, yerel yönetimlerin temizlik ve güvenlik hizmetleri gibi konulardaki devasa ihaleleri yoluyla FETÖ’ye kaynak aktarılmasına aracı olup olmadığı konusu da önemli bir soru işareti oluşturuyor.

Ancak, dikkate alınması gereken diğer bir önemli nokta, FETÖ’nün oluşturduğu iktisadi yapılanmanın küçük ve orta büyüklükteki işletmeler, özellikle de inşaat sektörü firmaları ile ilişkisi üzerinden ortaya çıkmakta. Son on yılın kalkınma politikaları hükümet ile ilişkili özellikle bazı büyük inşaat gruplarının ortaya çıkmasını sağlarken orta ve küçük ölçekli inşaat firmalarının bocalamasına sebep oldu. İhtiyacın üzerinde yapı stoğu oluşturulması ve ihtiyaç fazlası stoğun önemli bir kısmının lüks konutlar tarafından oluşturulması, kırılgan sermaye yapısına sahip bu aktörleri yeni arayışlara yöneltti. Daha önce farklı sektörlerde örgütlenmiş olan FETÖ, inşaat sektörü içerisinde de bu küçük ve orta ölçekli aktörler üzerinden ciddi bir örgütlenme sağlama olanağına kavuştu. Yine bu firmaların yeni gelişmekte olan Anadolu kentlerinde imar rantları üzerinden ciddi birikimler yaptıkları görülmekte. Bu birikimlerin önemli bir kısmı, inşaat malzemesi üreten, satan ve müteahhit firmalar arasında FETÖ tarafından organize edilen önemli bir kollamacı ağ oluşmasına sebep oldu. Bu kollamacı ağın, yerel yönetimler aracılığıyla yapılan imar planı değişiklikleri yoluyla imar rantlarından ciddi oranda yararlandırıldıkları söylenebilir. Peki bu imar rantlarından elde edilen kaynaklar nerelerde kullanıldı?

Bu kaynakların öncelikle FETÖ’nün etki alanını genişletmek için kullanıldığı görülüyor. Oluşturulan kollamacı ve kayırmacı ağın piyasa aktörlerine sağladığı ayrıcalıkların farkına varan küçük sermayedarların önemlice bir kısmı bu ayrıcalıklara ortak olabilmek için ağa dahil oldular. Tabi bu süreçte devlet, yargı ve kamu kurumları içerisinde örgütlenen FETÖ’nün imar rantlarından yararlanmayı kolaylaştıracak düzenleyici güç kullanımını da sağladığı söylenebilir. Devlet içerisindeki yapılanmanın ve sermaye birikim sürecindeki aktörlerin bu anlamda iç içe geçen ilişkiler geliştirdiği görülüyor. Kurulan stk’ların etkinliklerinde ve kadrolarında bu ilişkilenme somut bir şekilde izlenebilmektedir. Önemli sorulardan birisi bu iç içe geçişin nasıl deşifre edileceğidir. Çünkü, kentlerin son yıllardaki gelişim sürecinde, alınan gelişim kararlarının çok önemli bir kısmının, farklı cemaatler için yapılan imar planı değişiklikleri ile örtüştüğü görülmektedir. Bu süreçte, farklı teknik meslek dallarına mensup mühendis, mimar, şehir plancılarının kurdukları serbest büroların birer paravan niteliği taşıyıp taşımadığının sorgulanması gerekmektedir. Özellikle son yıllarda büyükşehirlerde çok hızlı bir şekilde palazlanarak kentlerin girişlerindeki simgesel projeleri gerçekleştirecek düzeye gelen bu tür mühendislik bürolarının bu ayrıcalıkları nasıl elde ettikleri çok önemli bir sorudur. Burada en büyük tehdit, yerel yönetimlerin imar planı değişiklikleri ile getirdikleri yüksek yapı ve nüfus yoğunluklarının standart birer uygulama ve kazanılmış hak olarak sürdürülmesidir.

Şu an için darbe girişimini ordu, emniyet ve yargı içerisinde hangi odakların yaptığı, darbe girişimine hangi kamu görevlilerinin destek verdiği ve FETÖ üyesi oldukları yönünde bir süreç işlemektedir. Bu kapsamda OHAL ilan edilerek sürecin derinleştirildiği görülmektedir. Böylesi büyük bir olay sonrasında bu tür süreçlerin yaşanması kaçınılmazdır. Ancak, kamu yönetimindeki süreçlere odaklanılırken, özel sektörde FETÖ’nün kaynaklarının çok önemli bir kısmını oluşturan imar rantları unutulmamalıdır. Yakın zamanda Ankara’da “parsel parsel” konusunda tartışmalara konu edilen bu kaynağın toz duman arasında yangından mal kaçırır misali el değiştirmemesi için de gerekli önlemler alınmalı, gerekirse imar planı değişikliklerine sınırlandırma getirilmelidir. Zaten, çok büyük bir kısmı mahkemelere konu olan bu imar planı değişikliklerinin imar kanununa, şehircilik ilke ve esaslarına uygun olmadığı defalarca ortaya konmuştur.

Yakın tarihte sarsıcı ve dehşetengiz birçok olayı peş peşe yaşadık. Bu olayların önemli bir kısmı, yakın geçmişte ülkede yürütülen siyaset ve kamu politikalarının, devlet idaresinin yanlışlıklarını çok büyük bedeller ödeyerek öğrenmemize sebep oldu. Bu olayların en son halkasıdır darbe girişimi. Bu yazıyla imar rantıyla palazlanan tek yapının FETÖ olduğunu iddia etmek çabasında değilim. İşin doğrusu, çağdaş kentleşme ilkelerine uygun olmayan imar planı değişiklikleri yoluyla, imar ve inşaat rantı üzerinden belli kesimleri zenginleştirerek bir kalkınma süreci kurgulamanın bize ödeteceği bedellerin sadece bozulan şehir siluetleri, yetersiz kentsel altyapı ve sosyal kutuplaşma ile sonuçlanmayacağını görmek gerekli. İmar rantı ile palazlanan ve bunun getirdiği güce bağımlı hale gelmiş sermaye sahipleri ve güç odakları toplumdaki iktidar yapısını ve devlet düzenini sarsacak girişimlerde bulunabilir. Kerameti kendinden menkul, kayırmacı ve kollamacı ağların, denetim dışı ve kayıtsız sermaye birikim sürecinin serseri mayın etkisinin sadece kentleri ve ekonomiyi değil, günün birinde hepimizin yaşamını tehdit edebileceğini anlamalıyız…