Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

planlama etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
planlama etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Mart 2018 Cuma

GÖKÇEK DÖNEMİNİN KENTLEŞME MUHASEBESİ



Türkiye çok ilginç bir ülke. Gündem o kadar hızlı değişiyor ki, akla hayale gelmeyecek değişimler gerçekleştikten çok kısa bir süre unutuluyor, başka konular gündeme giriyor. Geçtiğimiz yılın son aylarında hayretle izlediğimiz belediye başkanlarının istifa ettirilmesi sürecinin üzerinden de belli bir vakit geçti ve istifalar neredeyse unutuldu. Tartışmanın en heyecanlı kısmını oluşturan Melih Gökçek’in istifası üzerinden bile beş aya yakın zaman geçti. İstifanın hemen ardından TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesinin derlediği “Ankara Hasar Raporu” kitabı için çalakalem yazılar kaleme alırken meselenin bu kadar hızlı soğuyacağını kestirmek çok da mümkün değildi. Aradan belli bir vakit geçtikten sonra Melih Gökçek döneminin üzerine kent planlama sürecini dikkate alarak bir şeyler yazmanın belki de tam zamanı.

Burada yazının başında kendi durumumu da samimi olarak ortaya koymak gerekir diye düşünüyorum. Bir şehir plancısı olarak meslek hayatıma Ankara Büyükşehir Belediyesinde başladım. Sekiz yıl kadar Melih Gökçek’in iktidarda olduğu belediyede şehir plancısı olarak çalıştım. Ardından TMMOB Şehir Plancıları Odası Ankara Şube Başkanlığı dâhil meslek odası deneyimim oldu. Sonrasında da çeşitli şekillerde çalıştığım başka kamu kurumlarında Ankara’nın planlanmasında çeşitli roller üstlendim. Akademisyen olduktan sonra da Ankara’nın planlanması üzerine konuştum, yazdım, meseleleri hep yakından takip ettim. Yani Melih Gökçek döneminin Ankara’sının planlama sürecini çok boyutlu olarak izleme şansı buldum. Gökçekle aynı masada planlama sürecini tartışma şansım da oldu, karşı tarafta olup yanlışlara karşı dava açma olanağım da. Her şekilde, Ankara’nın planlama tarihi biraz da benim mesleki tarihimdi desem yanlış olmaz.

Gökçek dönemini kentleşme ve planlama süreci açısından değerlendirmeye başlarken öncelikle geçen yirmi beş yıldaki genel ruh halinden bahsetmek gerekir. Gökçek dönemi bize her şeyden önce bence kente mizahla bakmayı öğretti. Pek çok durumda ortaya çıkan duruma başka şekilde katlanmak mümkün değildi çünkü. Bir buçuk milyon nüfusu olan Ankara altı milyonluk bir kent haline gelirken çoğu zaman manzarayı bir karikatür gibi izledik, okuduk. Hoş aynı durumu Gökçek sıklıkla yaptıklarını meşrulaştırma için de kullandı. Dünyanın ve Türkiye'nin başka kentlerinde aynı durumu hatta beterini yaşayan kentler varken başka türlü kentleşme ve planlama süreçleri gerçekleşebildi. Ama Ankara, ısrarla 1950'lerin Amerikan kentlerinin kötü bir kopyası haline getirilmek için Gökçek eliyle bir deneye girişildi. Deneyin sonuçlarını hepimiz yaşıyoruz. İmar planlarıyla sürekli her yönde yağ lekesi gibi büyüyen bu kent Rabelais’in meşhur eserindeki doymak bilmeyen Gargantua isimli deve dönüştü gözlerimizin önünde. Kentte yaşayan İnsanların paralarıyla, emek ve zamanlarıyla onu beslemek için sürekli uğraştıkları bir rant devi haline geldi Ankara. Anlatacaklarım biraz da bu devin hikâyesidir.

Genel olarak kent planlama ile ilgili meslek insanları, akademisyenler olarak eğilimimiz meselelere hep yapısal unsurlar üzerinden bakmak şeklindedir. Yani yapısalcı bir bakış açısıyla, sınıflar üzerinden meseleyi tartışabiliyoruz. Bu konuda repertuarımız çok iyi aslında. Ama bir yandan da Ankara’yı bir Gargantua haline getiren aktörler ve kişiler var. Peki, bu aktörü nasıl ele alacağız? Kim bu aktör ya da aktörler? İşte aktör aslında Melih Gökçek’in temsil ettiği davranış biçimleridir. Aslında Melih Gökçek’ler tek değil. Ben mahallemdeki Gökçek’leri de biliyorum. Meslektaşım Gökçek’leri de biliyorum, işte birçok alanda pek çok Gökçek’i biliyoruz. O zaman bu tür bir aktör nereden ortaya çıktı? Belki de önce bu soruya yanıt arayarak değerlendirmeye başlamak gerekir.

“Becerebilenler yapar, beceremeyenler de sadece eleştirir”. Bunu kim söyledi deseniz, bu yazı Gökçek dönemini ele aldığı için Gökçek akla gelebilir ki, çok sık bu manaya gelen şeyler söyledi. Efendim çekemiyorlar dedi, biz yapıyoruz onlar sadece eleştirirler dedi, pek çok şey söyledi. Bunu söyleyen aslında başka biri. Benim hep Melih Gökçek’i anlamaya çalışırken, bir şekilde aklıma gelen isimlerden biri. Söz Robert Moses’a ait. Harvard mezunu, bugünün ifadesiyle eli yüzü düzgün, saygın bir beyefendi. Moses ile Gökçek arasında şöyle bir benzerlik var, 1970'lere kadar 44 yıl New York’un aslında bütün yatırım projelerini ve planlamasını yönetmiş adamdır Robert Moses. Woody Allen’ın anlattığı radyo günlerinin New York’unu almış, Wall Street’in New York’una dönüştürmüş. Esasen böyle özetleyebiliriz. Moses, kendisi bir belediye başkanı olmasa da, tüm dünyada Gökçek benzeri belediye başkanlarının en etkili ilk öncülü olarak adlandırılabilir. Aralarında çok ilginç benzerlikler var. Her ikisi de yaratıcı bir yıkım sürecini gerçekleştirip, kenti insan ölçeğinden çıkaracak projeleri büyük bir iştahla gerçekleştiriyordu. Moses aslında hiçbir planlama tasarım ve kent yönetimi eğitimi almadan göreve gelip, New York’u 44 yıl yönetmişti. Devasa parklar, kent içi otobanlar, köprüler, eski New York kent dokusunu kentsel dönüşümle yıkarak oluşturduğu toplu konut alanlarıyla New York’u yeniden şekillendirmişti. Bilmiyorum tanıdık geliyor mu?

Kent bilim yazınının simge ismi Jane Jacobs da yaşamı boyunca Moses’ın yaptıklarına karşı insanca bir kentleşmeyi, mahalleyi savundu, insanı yok sayan kent yönetimi, planlama ve mimarlığa karşı savaştı. Görünürde engellediği pek çok şey oldu. Yani bugün biz kitaplarda Jane Jacobs’u anlatıyoruz, Moses’ı pek hatırlayan yoktur belki. Moses 44 yılın sonrasında hiçbir şey yapmamış gibi unutuluşa terk edildi, Jane Jacobs ise bizim literatürün önemli bir parçası haline geldi. Bugün yalnız ilginç bir durum var, Jacobs’un korumak için inanılmaz çabalar harcadığı New York'taki Greenwich Village semti dönüşmedi belki, ama arazi fiyatları inanılmaz arttı ve bugün sonunda soylulaşmaya kurban gitti. Saskia Sassen diyor ki, “bugün dünya Moses’ı unuttu belki, ama Moses’ın yaptıklarının hormonlu bir şekli her yerde uygulanıyor”. Çin, Dubai, İstanbul ve pek çok yerde yaşananlar aslında Moses’ın hormonlu rüyasının uygulanmış biçimi. Gökçek de geride Moses’ın hormonlarının enjekte edildiği bir Ankara bıraktı.

Siyaset bilimi ile ekonomi politiğin kesişiminde kentlerle ilgili önemli sorular bulunuyor. Bu sorular geçen zaman içerisinde Gökçek’in yaptıklarını anlamlandırmada bize yardımcı oldu. Bu hormonlu yapıyı anlamak için onlara geri dönmekte fayda var. Kimin kenti, kim yönetiyor, kim karar veriyor ya da tek bir adam ya da birtakım adamlar bunu nasıl yapıyorlar? Bunlar çok önemli sorular. Çoğulcu açıdan bakarsak, Gökçek tek başına değildi. Birtakım çıkar çevreleri vardı. Bu çıkar çevreleri de kendi çıkarlarını maksimize etmek için uğraşıyorlardı ya da diyorduk ki kentin kapıcısı birtakım profesyoneller var, plancılar var, mimarlar var, inşaat mühendisleri var. Bunlar aslında kentsel kaynaklara erişimdeki kritik rollerini beklediğimiz gibi kullanmıyorlar, başka bir şekilde kullanıyorlar. Ya da Yeni Marksist bakış açısıyla devlet ve sermaye mekânı araçsallaştırır, sermaye de becerikli taşeronlar bulma konusunda mahirdir. Gökçek bu sürecin mahir bir taşeronuydu ama insanların da hayal ettikleri bir şehirde ise yaşama hakkı olmalı, hep bunu tartıştık.

1980 sonrasında ise şöyle bir önemli tartışma vardır. Küçülen bir devletin boşalttığı kamusal alanı yerelleşme, kuralsızlaştırma, serbestleştirme ve katılımcılık yoluyla örgütlü sivil toplum ve özel sektör doldurmalı denildi. Bu doldurma işinde de belediye başkanlarına önemli bir rol tanımlanmıştı. Belediye başkanları yükselen neo-liberal ideolojinin kentlere yansımasında aracı kişilikler olarak öne çıktılar. Geldiğimiz noktada hızla gelişen teknoloji ile birlikte bu yapının kentleri otoriter ve pragmatik bir yapıya dönüştürüp dönüştürmediğini de tartışıyoruz. Bu tartışmalar Gökçek döneminin farklı yüzlerinde olan biteni anlamlandırmamızı kolaylaştırdı. Bazen de farklı dönemler arası geçişlerde neden Ankara'nın iktidarın elindeki diğer kentlerden yer yer daha farklı uygulamalara sahne olduğunu düşündük. 

Bu sorgulamalarda ele aldığımız bir diğer mesele de planlama yöntemlerimizdir. Bizden bir önceki kuşağın kapsamlı planlama dediği, uzmanların meslek ve disiplinler arası yaklaşımla, kente ilişkin üstten bakmanın, alternatifler oluşturmanın aslında olması gerektiğini tartışıyorduk. Ankara'nı üst ölçek planlarının neden yapılmadığı, yapıldığında bu niteliği taşıyıp taşımadığını irdeliyorduk. Yapılan planlar kaybedenler üretiyordu. Biz de planlama sürecinin mağdurlarını ya da kendini savunamayacak durumdaki kent parçalarını savunmaya çalışıyorduk. Dikmen Vadisindekileri, korunacak tarihi kent dokusunu, Atatürk Kültür Merkezi Alanını, kent merkezini, meydanları ve kamusal alanları ve daha pek çok şeyi savunmaya çalışıyorduk. Bütün bunlar olurken stratejik mekânsal planlama gibi kavramlar tartışmaya girdi, katılımcı planlama gibi müzakereci planlama gibi kavramları değerlendirmeye çalıştık. Acaba bunlar kentlerin tahribatına karşı birer araç olabilir mi, bununla bazı şeyleri engelleyebilir miyiz dedik. Ancak, çoğu zaman adına projecilik denen, planlamayı bir formaliteye indirgeyen anlayışa çarptık. Geldiğimiz noktada belki başka bir dünyaya giriyoruz. Yeni teknolojiler, yeni bir kuşak, o kuşağın anlayışı, onlar kenti nasıl anlayacaklar, nasıl o kenti benimseyecekler ve o kentleri nereye götürecekler? Bunlarla aslında biz dönüp Moses ve Gökçek benzeri karakterlere bakmaya, en azından anlamlandırmaya çalıştık. Çünkü aktörlerin davranış biçimlerini anlayabilir, belli bir çerçeveye oturtabilirsek aynı hataları yapacak aktörlerin gelişini belki engelleyebilirdir. 

Burada siyaset biliminin söylediği başka şeyler de söz konusu. İlk akademik çalışmalarımda atıfta bulunduğum "kent patronu" diye bir kavram var örneğin. Bu kavram ilk olarak 150 yıl öncesinin Amerikan Kentlerindeki gücünü çıkar ağlarından alan belediye başkanı figürü için kullanılmış. Yani Melih Gökçek gibi adamlar kentlerin patronu aslında. Patron ne demek? Ekmek ve sirk politikalarıyla kenti yönetiyorlar. Ekmek ve sirk politikası şu demek: Bir taraftan insanlara hayatını sürdürebileceği kadar bir gıda, kentsel hizmetler vesaire sağlıyorsunuz, ama bir taraftan da sürekli onların eğlenmelerini sağlayacak bir şeyler. Bir ara hatırlarsınız, yılın 365 günü sirk oynardı Ankara’da. Çadır kurulurdu, Rusya’dan bir ucuz sirk bulunurdu gelirdi. Şimdi de Ankapark onun bence bu anlayışın altın vuruş noktası olacaktı, ama olamadı, ömrü vefa etmedi Gökçek’in. Ekmek ve sirk politikasının devam edip etmeyeceğini ise bize zaman gösterecek, biraz da bizim yaptıklarımız.

Gökçek dendiğinde hatırlamamız gereken bir diğer mesele de büyüme koalisyonları ve kentsel popülizmdir. Kentsel popülizm bizim pek tartışmadığımız bir konuydu, ama kim gelirse gelsin, kentteki geniş halk kitlelerinin desteğini alabilmek için bu tür popülist uygulamaları yaygınlaştırma eğilimindedir. Planlama açısından bu uygulamaların belki de en bilineni kat adedinin ya da imar haklarının arttırılması ya da bir yere imar planı yapılmasıdır. Bu popülizm karşısında kenti savunan birtakım gruplar söz konusudur. Bu gruplar ise Gökçek dönemi boyunca elit ve marjinal ilan edildiler. Yani, kenti savunanlar bizler çok elittik, halkın gerçek sorun ve beklentilerini anlamıyorduk.

Olan biteni anlama ve yanlış bulduğumuz şeyleri engelleme çabalarımız sırasında farkına vardığımız en önemli mesele kentsel gerçekliğin kaybettirilmesiydi. Yani kenti yaşayanlar kent, onlara gösterilen yerde, anlatılan olaylardan ibaretti. Bunun dışındaki Ankara anlaşılamaz, algılanamaz, hatta muktedirler el atmadığı müddetçe sahipsiz gibi gösteriliyordu. Melih Gökçek’in pek çok açıklaması buna örnek olarak gösterilebilir. Trafiğe yılda şu kadar araç dahil oluyor, bunların ihtiyacını karşılamak için şu kadar bin kilometre yol yapmanız lazım, bu çok muazzam, algılanamaz bir şeydir bu, ama biz kavşağı yaptık, biz şu projeyi yaptık. O zaman iletişim araçlarınızın elinizde olması lazım. Her hafta 1,5 milyon bülten basıp, her yerde dağıtmanız, kenti billboardlarla, reklam totemleriyle bir propaganda makinesine dönüştürmeniz lazım. Burada etik sonrası kent kavramına bir vurguda bulunmak lazım. Kentsel gelişme ve yayılmanın her türlü akıl dışı ve çılgınlığının meşrulaştırılmasında bu propaganda makinesi kullanıldı. Bu kent böyle saçma büyür mü, düzgün bir planlama yapılmayacak mı dediğimizde, "efendim şimdi burada kentlerin büyümesi bir gerçeklik, bunun doğrusu yanlışı olmaz, bunun etikle bir ilgisi yok" denildi bize, hâlâ da böyle deniyor. İşin acısı bu görüşü savunan mimar, şehir plancısı meslektaşlarımız bile var. Bu kavramsal çerçevelerle anlamaya çalıştığımız süreçler sonucunda Gökçek’ten başka tartışmamız gereken o küçük Gökçek’ler ortaya çıktı. Çünkü kentsel toplumun temel motivasyonu, kentsel ranttan pay alma arayışı haline geldi.

Tabi ki Ankara bu noktaya bir anda gelmedi, arkasında otuz yıllık bir dönüşüm süreci var. Bu süreç Gökçek dönemi kentleşme politikasının temel dinamiklerini inşa etmiştir. Türkiye'nin siyasal ve toplumsal çalkantıları arasında bu süreci üç ayrı kısımda incelemek mümkün. Birinci dönem, popülist muhafazakâr bir kentsel yoğunlaşma dönemidir. Aslında bütün dertlerimizin, konuştuklarımızın kökeni burada gibi geliyor bana. 1980'lerin başında yapılan gecekondu afları ve ıslah imar planlarıyla birlikte Ankara’nın etrafını saran gecekondu halesi on yıl boyunca apartmanlara dönüştü ve burada gecekondu alanlarında plan notu değişiklikleriyle toplu kat artışları yapıldı. İlk başta üç kattı oralar, sonra bir meclis kararı dört kat, bir meclis kararı beş kat. Peki, ne oldu bu insanlara? Bu alanlardaki dönüşümü yaşayan toplum kesimleri önce Gökçek'in iktidara taşıdı, sonra da ülkeyi yönetmeye başladı. Bu sebeple Gökçek iktidarının ilk döneminde uygulamaya konan kentleşme politikası daha çok var olan kenti yoğunlaştırmaya odaklanmaktaydı. Kent merkezinde ve çeperinde parsel ölçeğinde imar planı değişiklikleri yapılmaktaydı. Yapıların kaçak kısımları ve usulsüz yapılmış yapıların plan değişiklikleriyle yasallaşması söz konusuydu. Genel siyasal koşulların da etkisiyle bu ilk dönem biraz daha utangaç bir dönemdi.

2000'lerin başından itibaren ikinci bir dönem yaşanmaya başladı ki buna biz sermayenin kentte tekelleşmesi ve yayılma dönemi diyebiliriz. Kent çeperindeki gelişme akslarında büyük alanlar yapılan imar planlarıyla yapılaşmaya açılmaya başlandı. Daha çok planların yapıldığı köy ya da mahallelerin adlarıyla anılan bu planlama sürecin çoğu zaman yüzlerce hatta binlerce hektar alanın imara açılması söz konusuydu. Kentsel dönüşüm projeleriyle, yasal olarak mümkün olmayan yerlerin yapılaşmaya açılması, belediyenin gayrimenkul yatırım ortaklığı sermaye yapısıyla işbirliğine girerek konut hakkı piyasası aktörlerinin büyümesine ve tekelleşmesine yol açması bu dönemde başladı. Denetimsiz kentsel yayılma ve saçaklanma standart hale geldi.

2000'li yılların sonundan itibaren başlayan üçüncü dönem, ayrıcalıklı imar hakları dönemi olarak adlandırılabilir. Kent çeperinde, kent içinde ve kentin her noktasına bugüne kadar görülmemiş yapı emsallerinin noktasal projeler için plan değişikliğiyle verilmeye başlanması ve yapı yasaklı alanların imara açılması ile karşı karşıya kalındı, konut üretimi ağırlıklı olarak lüks konut üretimine dönüşürken, aktörlerin bazıları uluslararası boyut kazandı. Kentsel boşlukların rant teknokratları olarak nitelendirebileceğimiz teknik elemanlar tarafından ayrıcalıklı imar planı değişiklikleriyle imara açıldı. Bu boşluklarda AVM, otel, rezidans, ofis gibi tek tip karma kullanımlar ağırlık kazandı. Sonuçta imar kurumsallaşması dönüştü planlama geleneği ve imar kurumsallaşması kollamacı ağlara dayalı bir çıkar piramidi tarafından işgal edildi. Gelinen noktada popülist söylemler kullanılmasına rağmen, kentsel rant dağıtım mekanizmasının tabanı daralmakta. Üretilen konut sayısının çokluğu ve lüks nitelikli olması sebebiyle gayrimenkul sektöründe bir yavaşlama var. Bütün Ankara’da, yapı ve kamusal alanlar arasındaki yarı kamusal alanların niteliği aşırı düştü ve kentsel tasarım unutuldu. İşte Söğütözü’nde bir binadan çıkın yürüyecek kaldırım yok. Ankara’da da Büyük kentsel ihaleler ve para tuzağı büyük projelerle gayrimenkul sektörüne kan verilmeye çalışılıyor.

Gökçek dönemi kentleşme politikasından belediye başkanının değişimi ile çıkmak pek mümkün görünmüyor. Çünkü kentsel toplumsal yapı bu dönemin yozlaşmış alışkanlıklarını daha bir süre devam ettirecektir. Bu duruma karşı ben gelecek için dörtlü bir eylem planı öneriyorum. Birincisi, öncelikle yaşadığı yerellikten kopan kentlinin gerçek yerelini, gerçek sorunlarını çözümleri ve insanları keşfetmesini sağlayacak yeni bir dil ve anlatım geliştirmek zorundayız. İkinci olarak, bunun üzerinden Ankara'nın kent vizyonunu tartışmamız gerekiyor diye düşünüyorum. Oturup Ankara’nın kent vizyonu ne olacak diye düşünmenin ve alternatifler önermenin tam zamandır. Çünkü bunu yapmazsak Ankara'nın geleceğini olumlu anlamda değiştirmeyecek anlayışlara yeni kıyafet giydirip, yeni bir vizyonmuş gibi bizlere satacaklar. Biz de bunun dedikodusunu tartışmak zorunda kalacağız. Bu tartışmayı biz açmak zorundayız. Üçüncü olarak bir de kentsel değerlerin korunmasına ilişkin kaybolan bir kamusal otorite var. Bunun yerine etik ve mesleki değerler temelinde yeni bir meşruiyeti oluşturmak durumundayız, bunun araçlarını tartışabiliriz. Ankara ve diğer kentlerde oluşturulan kentsel yapının açmazları Türkiye'yi aslında yeni bir kentsel yaşam krizine doğru sürüklüyor aslında. Burada kentlilerin paylaştığı ortak bir hoşnutsuzluk ve bir duygudaşlık var, bunu yakalayabilmemiz gerekiyor. Dördüncü olarak bu duygudaşlığı yakalayarak alternatif planlama örneklerini inşa etmek Ankara için farklı bir gelecek inşasında umut olabilir. Yakın dönemin kentlere ilişkin yaratıcılık ve yenilikçilik temelli genç kuşak dönüşüm dalgası burada önemli bir itici güç olabilir. Ama öncelikle, geçtiğimiz süreci iyi anlamak ve bütünlüklü bir gelecek öngörüsünde bulunmak durumundayız. Yaşadıklarımızdan öğrendiğimiz, yaşayacaklarımıza öğreteceğimiz bir şeyler olmalı. 

28 Ekim 2016 Cuma

BOŞALTILAN ASKERİ ALANLAR ANKARA İÇİN FIRSATA DÖNÜŞEBİLİR Mİ?



15 Temmuz darbe girişiminin en tartışmalı kararlarından birisi kent içerisinde yer alan askeri yasak bölgelerin ve askeri tesislerin kent dışına taşınması kararıydı. Bir yandan askeri açıdan bu tür bir karar almanın uzun vadeli ulusal güvenlik açısında gerçekten fayda sağlayıp sağlamayacağı üzerine çelişkili iddialar ortaya atılırken bir yandan da boşaltılan askeri bölgelerinin FETÖ dışındaki cemaat ve sermaye gruplarına aktarılacak rant projeleri için kullanılabileceği, dolayısıyla yeni tehditlere kapı açacağı kaygıları ifade edildi. Ancak, OHAL sürecinde her iki konu da derinlemesine tartışılamadı. Aslında boşaltılan askeri bölgelerin ve arazilerin ne olacağının dünyadaki örnekler ve çağdaş kent planlaması açısından ele alınması gerekmekte. Bu tür bir bakış açısı geliştirilebilirse askeri alanların Türkiye ve kentlerimiz için bir fırsat haline dönüştürülmesi mümkün olabilir.

Askeri alanlar düşünüldüğünde Başkentlik işlevi sebebiyle bu durumdan en fazla etkilenecek olan kentin Ankara olduğu görülmektedir. Yerleşik alanın neredeyse %12’lik kısmı askeri alanlardan oluşan, bu sebeple de yapılan yeşil alan hesaplamalarında çoğunlukla Türkiye’deki diğer kentleri geride bırakan Başkent Ankara’da askeri alanların nasıl ele alınacağı çok kritik bir öneme sahip. Yapılan araştırmalar, askeri amaçla kullanılan ve tahsis edilen arazilerin %70’e yakınının da 1 Hektar yani 10 000 m2 ve üzerinde büyüklükte olduğunu göstermektedir. Yapılacak planlama ve uygulama hataları, rant odaklı projelerin öncelik kazanması fırsat olabilecek bir düzenlemeyi Ankara’nın geleceği için bir kabus senaryosuna dönüştürebilir. Bu sebeple öncelikle Ankara’da askeri alanların ele alınmasında kaçınılması gerekenleri sıralamak gerekir:

1Ankara’da Boşaltılan Askeri Alanları Ele Alırken Kaçınılması Gereken Dokuz Kusurlu Hareket:
a. Askeri alanların tam ve düzgün bir envanteri çıkarılarak, arazi nitelikleri ortaya konularak yola çıkılmalıdır. Bu envanter kamuoyu ile paylaşılmalıdır. Askeri araziler haritadaki boş arazi olarak ele alınmamalıdır. Bu da ciddi bir analiz gerektirir. Bu tür bir analiz yapmadan yola çıkılırsa yıllardır ordu tarafından korunmuş değerler ve arazi varlığı kamuoyu denetiminden uzak bir şekilde ortadan kalkabilir. Bu amaçla coğrafi bilgi sistemleri kullanılmalı, mikro düzeyde ekolojik hassasiyet ve peyzaj değeri haritaları hazırlanmalıdır.
b.  Askeri alanlar parça parça belki yüzlerce araziden oluşan bir bütündür. Bu araziler parçalanarak lokma lokma yutulacak bir ganimet olarak görülmemeli, Başkent Ankara’nın çözülemeyen sorunları için fırsat olarak görülmelidir. Bunun için bilimsel analizlere dayalı bütünsel ele alış ve planlama şarttır. Kapatılan Ankara İl Özel İdaresinin mülklerinin el yordamıyla kamu kurumlarına dağıtılması gibi bir yöntemden kesinlikle uzak durulmalıdır. Bu tür yöntemlerin yarattığı hukuki sorunlar çözümsüzlüğünü korumaktadır.
c. Kamu arazilerinin mülkiyet açısından birçok türü bulunmaktadır. Başkent anayasa ile tanımlanmış en önemli kentimizdir. Bu kentin kaderini etkileyecek büyüklükteki bu araziler, çeşitli kamu kurumlarına tahsis, kiralama, devir, mülk verme yerine topyekun hazine arazisi olarak tescil edilmeli, mülkiyet parçalanmasından kaçınılmalı gerekirse bunun için yasa çıkarılmalıdır.
d. Askeri arazilerin “nasıl olsa kamu” mantığıyla kamu kurum ve kuruluşları ile STK’lara devrinin önüne geçilmelidir. Geçtiğimiz dönem FETÖ’nün palazlanmasının ve kentsel kamusal alanların talan edilmesinin en önemli kaldıraçlarından birisi bu tür bir tutum olmuştur.
e. Askeri araziler boş arazi diye düşünülerek üst ölçek planlara ve ulaşım planlarına dayanmayan günü birlik ulaşım ve altyapı projeleriyle parçalanmamalıdır. Bu tür teknik altyapıların yapılması için doğal eşik analizleri yapılmalı, kent bütünü planlara dayandırılmalıdır.
f. Kentte bugüne kadar yapılmış yanlış uygulamaların, özellikle de imar planı değişiklikleriyle oluşturulmuş çok yüksek nüfus ve yapı yoğunluklarının meşrulaştırılması ve imar kanununun etrafından dolanılması için askeri alanlar kullanılmamalıdır.
g. Askeri arazilerin kent içinde “boş arazi” olarak görülmeleri en büyük hata olacaktır. Bu arazilerin taşıdıkları doğal ve peyzaj değerlerinin bilimsel olarak tespit edilmesi ve buna uygun koruma statülerine kavuşturulmaları çok önemlidir.
h. Tüm ülkeyi etkileyen bir darbe girişimi sonrasında boşalan bu arazilerin karar verme sürecinin tek adamlara devredilmesi çok yanlış olacaktır. Karar verme süreçlerinde katılımcı mekanizmaların kurulması gereklidir.
i. Askeri alanlar sadece boşalmış alan olarak görülemezler. Bu kadar büyük alanlar dünyanın tüm aklı başında kent ve ülkelerinde kentin bütününün kaderini etkileyecek niteliktedir ve kentin yeniden planlanmasını gerekli kılarlar.

Bu önemli noktalar dikkate alındığında boşaltılan askeri alanların Başkent Ankara için yeni bir planlama miladı olarak değerlendirilmesi, Ankara’nın geleceği için yaşamsal görünmektedir.

  Askeri Alanlar Dikkate Alınarak Başkent Ankara’nın Üst Ölçekli Planları Gözden Geçirilmelidir

Dünyanın herhangi bir kentinde bu derece büyük arazilerin bir anda sivil kullanıma dönüştürülmesi, o kentin ve metropoliten alanın bütününün yeniden planlanmasını, üst ölçekli planların yeniden gözden geçirilmesini gerektirmektedir. Çünkü, bu kadar büyük arazi doğru kullanılmazsa kentin daha öncekinden çok daha derin ve çözümsüz sorunlarla karşı karşıya kalmasına sebep olabilecektir. Hali hazırda askeri araziler, Başkent Ankara’nın doğal hava koridorları ve halk tarafından doğrudan kullanılmasalar da kent siluetinin korunması için çok önemli bir işlev yerine getirmektedir. Her şeyden öte, askeri araziler içerisinde nüfus yoğunluğu bulunmadığından dolayı, yapılan birçok yanlış uygulamaya karşın, kentin içerisinde trafik yükünün artmasına engel olmakta, kentsel altyapıyı aşırı yüklenmekten korumaktadır. Parçacı bir yaklaşımla bu arazilerin peyderpey yapılaşmaya açılması ya da parçacı şekilde planlanması her kent için olduğu gibi Başkent Ankara için de dönüşü olmayan sonun başlangıcı olabilir. Yani askeri araziler birer “rant fırsatı” değil “sağlıklı ve çağdaş planlama fırsatı” olarak değerlendirilmelidir.

Bu amaçla, Başkent Ankara’nın üst ölçekli planlarının yenilenmesi, gözden geçirilmesi ve bu çalışmalarda askeri alanların analiz ve kullanımlarının da dikkate alınması gerekmektedir. Halen Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından planlama çalışmaları yürütüldüğü duyumları alınan, Ankara İlinin bütününü kapsayan 1/100 000 ölçekli çevre düzeni planı kapsamında bu tür bir yaklaşımın hayata geçirilmesi büyük önem taşımaktadır. Bu amaçla, Ankara kent makroformunun bütünü ele alınmalı, askeri alanlar Başkent Ankara’nın yeşil ve açık alan sistemlerinin yenilenmesi, enerji etkin bir kent oluşturmak, yaya ve bisiklet kullanımı için önlemler almak, Ankara’nın akarsularının gün ışığına kavuşturulması, yüksek sanayiye dayalı tarımsal inovasyon, yenilikçi rekreasyon alanları gibi birçok amaç dikkate alınarak düşünülmelidir. Bu çalışmalar yapılırken askeri alanların statüsü özel bir kapsamda ele alınmalı, bir koruma statüsü belirlenmeli, Başkent Ankara’nın ihtiyacı olmayan konut ve avm benzeri kullanımlardan uzak durulmalıdır. Ayrıca, bu alanların yönetiminde “alan yönetimi” adı verilen korunacak alanlar için gerekli yönetsel yapı kurulmalı, askeri alanların kamuoyu denetiminde kullanımı için bir “yönetim planı hazırlanarak yürürlüğe sokulmalıdır. Böylelikle üst ölçekli planlama ve yönetsel yapı açısından sağlıklı bir yapı ortaya çıkacaktır. Bu kapsamda askeri alanların kullanımı için Başkent Ankara’nın kaderini değiştirebilecek “yeşil kuşak” ve “yeşil koridor” benzeri projeler de yeniden canlandırılabilecektir.

Askeri Alanlar Yeşil Kuşak Kapsamında Nasıl Değerlendirilebilir?

Başkent Ankara’nın en kadim sorunlarından birisi, topografik çanak olarak adlandırılan, çukur noktası Sıhhiye, kenarları kuzeyde Şentepe, Doğuda Mamak, Güneyde Çankaya sırtları olan coğrafi yapısı içerisinde sıkışmış yerleşim yapısıdır. Çanak içinde yapı ve nüfus yoğunluğunun artması trafik, ulaşım, altyapı ve hava kirliliği gibi sorunları ağırlaştırmaktadır. 1970’li yıllarda Başkent Ankara’nın 1990 ve sonrasının planlama çalışmalarını yürüten dönemin İmar ve İskan Bakanlığına bağlı Ankara Metropolitan Alan Nazım İmar Bürosu yaptığı çalışmalarda, Başkent Ankara’nın tüm etrafını saracak, askeri alanların bir kısmı, Atatürk Orman Çiftliği Alanı, Hipodrom, Atatürk Kültür Merkezi, Gençlik Parkı, Atatürk Bulvarı boyunca uzanacak bir yeşil kültür aksı, Abdi İpekçi ve Kurtuluş Parkları, 50. Yıl Parkı ve İmrahor Vadisine kadar şehri boydan boya bir yeşil koridor olarak geçecek bir yeşil kuşağın planlamasını yapmıştır. Geçen yıllar içerisinde bu kuşağın şehrin dışındaki ağaçlandırma alanlarının bir kısmı gerçekleştirilmişse de, Çayyolu ve Bağlıca gibi bazı bölgelerde olduğu gibi önemlice bir kısmı imar planı değişiklikleriyle yapılaşmaya açılmıştır. Yeşil kuşağın yeşil koridor kısmının gerçekleştirilmesine ise hiç girişilmemiştir. Hatta 2014 Yılı yerel seçimlerinde Ankara Büyükşehir Belediye Başkan adaylarının önerdikleri projelerde bu düşüncenin izlerini görmek mümkündür.

İşte tam da bu noktada, Ankara’daki askeri alanlar çok kritik bir anlam taşımaktadır. Askeri alanlar bu yeşil kuşak ve koridor projelerinin günün ve dünyanın koşullarına uygun bir omurgasının oluşturulması için kullanılabilir. Bu kapsamda aşağıdaki unsurlar düşünülebilir:

a. Üst ölçek planlarda askeri alanların kenti bir boydan bir boya geçecek ve çevredeki uydu yerleşmelerle kentin arasındaki sıkışıklığı çözecek bir yeşil kuşak ve koridor olarak planlanması sağlanabilir.
b. Bu kapsamda, yeşil kuşak ve koridor içerisinde Ankara’daki tüm üniversite ve araştırma kuruluşlarının yaşamın her alanında yerleşim ve sanayi üretimi için projeler üreteceği bir yaşam aksı tanımlanabilir.
c. Bu yaşam aksı içerisinde biyo-çeşitlilik, enerji ve diğer alanlardaki yüksek teknoloji araştırmalarına yer verilebilir.
d. Bu omurga üzerinden Başkent Ankara’nın tümüne erişim sağlayacak doğa dostu bisiklet otobanları, yaya ve yürüyüş güzergahları planlanabilir.
e. Yine bu omurga üzerinde Ankara’nın yer altına alınarak altyapı sistemine dahil edilmiş akarsuları yüzeye çıkarılarak ekolojik bir koridor mantığıyla ele alınabilir.
f. Ankara’da bulunan diğer yeşil ve açık alanlar da bu omurga ile ilişkilendirilerek, Başkent Ankara’nın kılcal damarlarına kadar nüfuz eden, Başkenti bir yaya, bisiklet ve toplu taşım kenti haline getirecek bir sistem tasarlanabilir.
g. Başkent Ankara’nın çevresinde ve içinde bulunan doğal yaşam bu yeşil kuşak üzerinden yeşil köprüler ile ilişkilendirilebilir, Başkent Ankara bir yeşil yaşam ağı haline getirilebilir.


Bu tür bir yaklaşım, Başkent Ankara’yı üretim, araştırma, sanayi ve yaşam alanları açısından dünyada örneği az rastlanır bir konuma yükseltecektir. Aksi takdirde birçok başka fırsatta olduğu gibi bu fırsat da kaçacak, Ankara yaşanmaz bir bozkır kenti olmaya mahkum edilecektir. 

8 Ekim 2015 Perşembe

CEBECİDE KENTSEL TASARIM YERİNE ASARIM KESERİM ANLAYIŞI ÖLDÜRDÜ!




Yaşadığım kent olan Başkent Ankara’nın, hayatımın önemlice bir kısmını geçirdiğim ve hala daha yaşamaya devam ettiğim Cebeci Semtinde birkaç gün önce gerçekleşen otobüs kazası beni derinden sarstı. Ne olduğu hala bilinmeyen bir olay neticesinde 12 insan kontrolden çıkan bir otobüs tarafından ezilmiş, bir o kadarı hatta daha fazlası yaralanmıştı. O anda mahallede bulunmadığım için önce sosyal medyada yayılan haberleri talihsiz bir şaka, bir zaytung haberi ya da Sibirya’nın aynı adlı ücra bir kasabasında meydana geldiği için umursamadığımız bir durummuşçasına izledim. Sonrasında haberin gerçekliği, kendi yaşam mekânlarım üzerindeki izdüşümleri üzerinden sarsıcı biçimde vurdu. Bir gün önce kaza yerindeki bir cep telefonu tamircisine uğramıştım. Oradaki pastanenin önünde yıllar önce üniversite servisini beklemiştim sabahları, sonraları Ankaray adlı hafif raylı sisteme bazen oradaki istasyondan binmiştim. Hemen caddenin karşısındaki askerlik şubesinde az beklememiştim tecil kararlarını. Ulus dolmuşunu orada yakalamıştım ve daha niceleri… Kişisel tarihimizin resmi izleriyle, resmi kazaların eksik bilgi ve pervasız yalanları ancak bu kadar keskin örtüşebilirdi.

Yıllardır bir şehir plancısı, Başkenti ve mahallesini seven bir Ankaralı, bu kentin bugün yaşanan sorunlarını dünden haber vermeye çalışmış birisi ve “biz demiştik”lerin utangaç müşterisi bir talihsiz olarak kazanın haberlerini izlemeye başladım. Mahalleliyle, taksi durağındaki abilerle, esnafla konuştum. Kazanın etkileri yoğun gündem arasında hafiflemeye ve adli bir vakanın klasörlerine tıkılmaya başlarken, “şoför mü, otobüs mü, ikisi birden mi” sarkacına takılmış kalmış bir algının yaygınlaştığını görüyorum. Daha önceki vakalarda da olduğu gibi. Zaten başka türlü olabilir miydi ki? Ya şoför çıldırmıştı, ya otobüsün beyni karışmıştı! Her gün yüzlerce otobüsün sefere çıktığı bir başkentte, ulaşım ve toplu taşım sistemlerinin planlama, tasarım ve işletmesi, kent planlama süreci, kent yönetimi ve yurttaşların yaşadıkları kentin yönetimi hakkında söz sahibi olması gibi çağdaş yaklaşımları dillendiren ve talep edenleri ötekileştiren, komploculuk ve çekememezlikle suçlayan, eski Roma’dan beri devam eden “ekmek ve sirk” politikasını sürdüren kent yöneticilerinin hiçbir sorumluluğu olamazdı, olmamalıydı. Ekmek ve sirk politikasının, eski Roma’dan beri kitleleri yaşanabilecek düzeyde yiyecek dağıtımı ile hayatta tutarak minnet ticareti yapan, arena ve sirklerdeki gladyatör dövüşleriyle de erdemsiz eğlence biçimleriyle uyuşturan, ancak kendilerine biat edince kurulu çıkar ağlarına kavuşma hakkı veren bir gurup seçkinle yöneten kent ve devlet yöneticilerinin temel stratejisi olduğunu da hatırlayalım.

Bizim cenahta ise yıllardır söylenenleri hatırlatmaya çalışan bir çaba görünüyor. Ulaşım planlaması, toplu taşım işletmeciliği, toplu taşımda çalışanların durumu gibi konular üzerinde duruluyor. Tüm bunlar konuşulurken arada sırada yarışmalar, akademik çalışmalar yoluyla üzerinde kalem oynattığın bir konu olan kentsel tasarım üzerinden meseleye bakmaya çalışmak belki yeni bir pencere açabilir diye düşündürdü bana. Bu düşüncemin oluşmasında da kaza yerinde birkaç gün sonra yaşanan etkili olduğunu söyleyebilirim. Birkaç gün boyunca olay yerini izledim. Kaza mahalli yaklaşık 100 metrelik bir alanı kapsamasına rağmen alanın başındaki bir çukura duyarlı kentliler ve mahalleliler kırmızı karanfiller bıraktılar. Hemen sonrasında da çalışkan büyükşehir belediyemiz alelacele kaza yerine camdan bir otobüs durağı konduruverdi. Dün baktığımda durağın ayaklarına dökülen beton harcı bile hala ıslaktı. Oysa kaza öncesinde insanlar bu yerde otobüs beklemelerine rağmen bir otobüs durağı bulunmuyordu. Yaklaşık Elli metrelik bir alan Abidinpaşa, Mamak, Saimekadın ve Tuzluçayır istikametinden gelen otobüsleri bekleyen kalabalığın mekânıydı sadece.

Buradan yola çıkarak aslında esaslı sorun alanının kentin bu kadar yoğun bir bölgesinde kentin yaşam ve yaya mekânlarını güvenli, konforlu, işlevsel ve estetik bir biçimde tasarlama eyleminin yerine getirilmesini sağlayarak, bir nevi kenti gergef gibi işleme sorumluluğunu taşımayanlarda olduğunu söylersek yanlış bir yere işaret etmiş olmayız. Bu dediğimin mimarlık ve kent planlamasında açık seçik adı “kentsel tasarım”. Aslında kentte bulunan kamusal iradenin, kentin her ölçeğinden daha ziyade yaya ölçeğindeki gündelik yaşam mekânlarını tanımlama ve tasarlama sorumluluğuna işaret eden bu uğraş alanı ne yazık ki Türkiye’de son yıllarda bazı tasarım yarışmalarının ismi olmaktan öteye gidemiyor. Yerel yönetimler ve belediye başkanları, kentlinin yaşadığı mekânları “ihale ile elde edilmiş yapı elemanlarının üzerine gelişigüzel serpileceği ve yerleştirileceği satıhlar” olarak algılıyorlar. Yaya olduğumuz anlarda var olduğumuz mekânlar bu sebeple hoyrat, acımasız, geçit vermez ve duyarsız. Bir durağın, ağacın, elektrik direğinin ya da reklam panosunun diğerleriyle ilişkisi ve kentliye etkisi bir bütün içerisinde anlam taşımaktan uzak. Bunu seslendirenlere de ekranlardan, sosyal medyadan ve halkla ilişkiler alanının tüm araçları üzerinden sağ elin işaret parmağı sallanarak ayar veriliyor, “ihaleyle yapılacak her hizmeti yaptık daha ne istiyorsunuz” deniyor, asarım keserimle susturulmaya çalışılıyor.

Bu durumu yine en iyi kaza mahallindeki durumdan anlıyoruz. Yaklaşık elli metrelik bir otobüs bekleme alanında ekteki uydu fotoğrafından da göreceğiniz gibi önce kaldırımı tamamen kaplayan ve sadece arkasındaki bir metrelik merdivenle yol tarafındaki yirmi santimlik bordürden geçit alınabilen bir Ankaray İstasyon girişi bulunuyor. İstasyon sonrasında gömüde kalan dükkânlara iniş için yapılmış merdivenlerin daralttığı bir kaldırım sonrasında reklam panoları ve en nihayetinde aşağıdaki diğer istasyon girişi ile sınırlanıyor. Bırakalım engellileri ve dezavantajlıları, normal günlerin pik saatlerinde göz gözü görmeyen bir kalabalığın beklediği bu alan ne güvenli, ne konforlu, ne işlevsel ne de estetik bir yan taşıyor. Mekânın oluşumundaki bu olumsuzlukla, orada bekleyenlerin kalabalıkta üzerlerine gelen bir aracı fark etmelerini tamamen engelleyecek nitelikte. Tabi, yine bu alanda bekleyen dolmuş, otomobil ve otobüslerin yarattıkları etkiyi de düşündüğümüzde ortada aslında kent ormanının kurallarının işlediği bir mekândan başka bir şey yok. Bu arada adında estetik olan “Kent Estetiği Daire Başkanlıklarının” bu tür konularla uzaktan yakından bir ilgisinin bulunmaması, köprü parmaklıklarını basınçlı suyla yıkama gibi çok önemli işlerle uğraşması da hakikaten dikkate değer bir olgu olarak karşımızda duruyor.

Tüm bunlardan yola çıkarak, acaba kentsel tasarımın bu tür kazaları engellemek ya da en azından zararlarını azaltmak için bir araç olarak kullanmak mümkün olabilir mi diye sesli düşünecek olursak, karşımıza çıkan en önemli engelin kentsel tasarımın kentsel kamusal alanlarda bir ihtiyaç ve gereklilik olduğuna ilişkin anlayışın bulunmaması olduğunu söyleyebiliriz. Bunun yerine, “istediğiniz yere bank, durak, ağaç, direk koyuyoruz ya daha ne istiyorsunuz Allah’ınızdan belanızı mı” diye yüzümüze tükürükler saçarak çemkiren bir kent yöneticileri güruhu ile karşı karşıyayız. Bu güruh karşısında kentlerin her noktası mücevher gibi işlenmesi ve tasarlanması gerekli birer kömür parçası olduğunu haykırmamız gerekiyor. Bu sadece kentlerde güvenli bir yaşam sürdürebilmemizin değil, yaşadığımız mekânı algılayabilmemizin, bir aidiyet ve sahiplenme hissi geliştirebilmemizin ve nihai olarak da yaşadığımız kentte mutlu olabilmemizin kapısını açacak bir unsur olarak ele alınabilir. Bizleri otomobillere, otobüslere ve vahşi kent mekânlarına taksim edenlerin karşısında tasarımı savunmaz, savunmanın önemini anlatmaya başlamazsak, kömürü elmasa dönüştürecek basıncı oluşturamazsak, korkarım asarım keserimle oluşan mekân kömürünün karası ve yarattığı acılar yüzümüze daha çok defalar çalınmaya devam edecektir.