Ana
haber bültenlerinde verilen bir Aselsan’lı mühendis intiharı daha… Ama bu kez
tanıdık bir şeyler var. Fonda polis telsizinin dekreşendosu eşliğinde olay
mahalline çekilen plastik şeridin çerçevesinden görünen apartman pek tanıdık.
70’lerden kalma sıvası dökük, Ankara’nın Cebeci Semtinden bir bina. Dikkatli
bakınca anlıyorum. Bu apartman benim oturduğum binanın karşısındaki yapı. Aselsan’daki
intiharların gizemli arka planı, kriptoloji, şifre savaşları ve diğer komplo
teorilerinin tümünün dışında bir acı oturdu ciğerime o günden beri ve gitmiyor.
Ben bir ODTÜ’lü, hala mahalle kültürü devam ettiği için Cebeci’de oturduğunu
iddia eden ben, karşı binada oturan, bir şekilde intiharın eşiğine gelen bir
okuldaşıma, tanışsaydık muhtemelen çok şey paylaşma ihtimalim olan bir can’a
yabancı kaldım. Tanışsaydım, içi çift laf etseydik, kırık bir selamı
paylaşsaydık, bir çay içmeye evime davet etseydim, onu görünce çocuklarım
utanarak arka odalara saklansalardı sonu daha farklı mı olurdu bilmiyorum. Ama
o acı hala ciğerimde.
Önce
konduramadım. Alt katta oturan annem söyleyince resim netleşti. Erdem Uğur tam
karşı apartmanda intihar etmişti. Babam tanıyormuş. Taşınırlarken tanışmış.
Eryaman’da ev almış, kredisini kolay ödeyebilmek için Cebeci’deki eski bir
binanın zemin katında ucuz bir kiralık evde oturuyormuş. Başka bir bilgi yok.
Annem de babam da hala olayın şokunu yaşıyorlar. Arka sokakta olsa kolayca
unutulacak mesele aynı sokakta olunca hafızaya kazınıyor sanırım. Bir de ben de
aynı okuldan olunca ister istemez “bizim oğlan da ODTÜ’lü, yoksa, acaba” ister
istemez akıllarının bir ucundan geçiyor sanırım.
Zor
zamanlardan geçiyoruz. Güzel ismindeki anlam sevgili Erdeme pek uğur getirmedi.
Erdemlerin uğur getirmediği zamanlardan geçiyoruz malum. Değerleri, ilkeleri ve
erdemleri eğip bükebilmek, iki ucunu bir araya getirip kısır bir döngü yaratmak
bugünlerde iltifata tabi. Peki beni karşı apartmandaki okuldaşımdan habersiz,
Erdem’i bu kadar sahipsiz ve tutunamayan hale getiren neydi? Bu yakıcı sorular
zihnimi kurcalıyor o gün bu gündür. Yanıtı bulabileceğimi zannetmiyorum. Ama,
yine de Erdem’in hatrına bu konuda iki satır karalamam gerektiğini biliyorum.
Erdem’i
ve kendimi düşünürken 80’lerden bir film hatrıma geldi. Adı “Kırlangıç
Fırtınasıydı”. Halil Ergün’ün senaryosunu yazdığı, Perihan Savaş’la birlikte
rol aldığı filmde, kendini kasabadan kurtarmak için büyükşehire gelen bir
ayakkabıcının eşiyle birlikte içindeki kasabadan kurtulamayışının öyküsü anlatılıyordu.
Baharın ilk fırtınalarında göç eden kırlangıçların telef oluşundan adını alan
film, insanların da büyük şehirde nasıl yok olduklarını, sahipsiz ve yalnız
kaldıklarını çarpıcı bir dille anlatıyordu. Belki artık kasabalar çoktan arkada
kaldı, aramızda ayakkabıcı da fazla yok, ayakkabılar Çin’den geliyor belki ama
kırlangıç fırtınaları hala devam ediyor diye düşündüm sonra. Öyle olmasa, her
sabah kaldırımlarda izi belirsiz bir fırtınanın önüne kattığı sahipsiz
ruhlardan bir kalabalığı yararak yürümek zorunda kalmayız.
Sanıyorum
sonunda başardık. Artık mahalle diye bir şey yok. Hepimiz kentlerin bir yanına
çil yavrusu gibi dağılmakla meşgulüz. Vardığımız duraklarda günlerimiz
büyüklerimizin mavralarını, mavraların mavralarını, onlara yapılan kapakları ve
bir sonraki mavrayı takip etmekle geçiyor. Hep otoriter olagelmiş bir ülkenin
giderek daha fazla otoriterleşen, sokaklarında “öteki”ye çarpmadan
yürüyemeyecek hale getirilmiş bir ülkede Oğuz Atay’ın erken uyarısındaki “tutunamama”
genel geçer davranış biçimimiz haline geldi. Yaptığımız hiçbir şey, hiçbir uğraşımız
birbirimizin gözünde anlamlı değil. İyi bir cerrah, plancı ya da öğretmen
olmanın bir anlamı yok. Tüm uğraşlar ancak ulaşması beklenen nihai bir hedef
olan siyaset yoluna saplanmadıkça, yaşamda yürüyeceğimiz tarafın kaldırımını
seçmedikçe boşa gidecek telaştan ibaret. Devir kabile devri çünkü. Ya siyasi ya
da dini bir kabilenin, bir cemaatin lobotomiye uğramış ferdi olacaksın ya da
kaybolacaksın.
Peki
ya bunu reddedenler ne olacak? Sadece kendi uğraşıyla bu yaşamı geçirmek
isteyenler? Mesleğinin insanı, çocuğunun babası, annesinin evladı, mahallenin
delikanlısı, evinin kızı olmayı tercih edenler? Onlar ne olacak bu yolda? Zamanında
yanıtı verilmişti “tarafsız olan bertaraf olunur” denilerek. Nasıl bertaraf
olunacak? Unutularak, kaybedilerek, tanınmayarak, kentlerin dikey
labirentlerinin gayya kuyularına yerçekimsiz terk edilerek. Kendini bir yere
koyamayanlardan oluşan bu kalabalık için en temiz reçete birini doğrudan
unutturmak için çaba harcamakla olmayacak, onu tanıma ihtimali olanlara, onu
tanıma ihtimalini unutturmakla ve kaybettirmekle olacak. Belki de Gezideki asıl
isyan bunaydı kim bilir?
Çünkü
bizler artık giderek birbirimizle hiç karşılaşmadığımız kentlerin olmayan
kamusallıklarını arayan, neyi aradığının farkına dahi varmayan yeni bir tür “tutunamayanlar”
halini çoktan aldık. Farklı cemaatlerin kuşattığı mahalle camisinde cumaya
duvar diplerinden kıyın kıyın giden, kırk yılda bir içeceği bir şişe birayı
dostlarıyla ancak evinde yudumlayabilen, parkların, meydanların içinde bir
gözetlenme ve açığa çıkarılma duygusu yaşamadan var olamayan, siyasi bir
tartışmaya dönüşmeden yaşamdaki hiçbir şeyi deneyimleyemez hale getirilen
bizler çoktan unuttuk birbirimizi, kendimizi ve kentimizi.
Bilmiyorum
çok şey mi istemiş oluruz eğer “büyüklerimizi” unutmak istesek, esameleri
okunmasa. Metroda, belediye otobüsünde yanımıza otursalar ve onları tanımasak.
Söyledikleri ancak gazetelerin iç sayfalarında siyasi haber sütunlarında kalsa.
Onlar işlerini yine yapsalar ama biz karşı apartmandakileri onlardan daha iyi
tanısak. Parklar ve meydanlarda, sokaklarımızda ağacı sadece ağaç, kaldırımı
sadece kaldırım diye bilsek, biraz da aylaklık edebilsek. Kim bilir belki o
zaman Erdem’lerle karşılaşabilir, onları unutmamanın, onlarla karşılaşmanın ve
onları eğip bükmemenin, belki penceremizin kenarında “Erdem” adlı bir çiçek
büyütmenin yollarını bulabiliriz…