Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

kentleşme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kentleşme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Mart 2018 Cuma

GÖKÇEK DÖNEMİNİN KENTLEŞME MUHASEBESİ



Türkiye çok ilginç bir ülke. Gündem o kadar hızlı değişiyor ki, akla hayale gelmeyecek değişimler gerçekleştikten çok kısa bir süre unutuluyor, başka konular gündeme giriyor. Geçtiğimiz yılın son aylarında hayretle izlediğimiz belediye başkanlarının istifa ettirilmesi sürecinin üzerinden de belli bir vakit geçti ve istifalar neredeyse unutuldu. Tartışmanın en heyecanlı kısmını oluşturan Melih Gökçek’in istifası üzerinden bile beş aya yakın zaman geçti. İstifanın hemen ardından TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesinin derlediği “Ankara Hasar Raporu” kitabı için çalakalem yazılar kaleme alırken meselenin bu kadar hızlı soğuyacağını kestirmek çok da mümkün değildi. Aradan belli bir vakit geçtikten sonra Melih Gökçek döneminin üzerine kent planlama sürecini dikkate alarak bir şeyler yazmanın belki de tam zamanı.

Burada yazının başında kendi durumumu da samimi olarak ortaya koymak gerekir diye düşünüyorum. Bir şehir plancısı olarak meslek hayatıma Ankara Büyükşehir Belediyesinde başladım. Sekiz yıl kadar Melih Gökçek’in iktidarda olduğu belediyede şehir plancısı olarak çalıştım. Ardından TMMOB Şehir Plancıları Odası Ankara Şube Başkanlığı dâhil meslek odası deneyimim oldu. Sonrasında da çeşitli şekillerde çalıştığım başka kamu kurumlarında Ankara’nın planlanmasında çeşitli roller üstlendim. Akademisyen olduktan sonra da Ankara’nın planlanması üzerine konuştum, yazdım, meseleleri hep yakından takip ettim. Yani Melih Gökçek döneminin Ankara’sının planlama sürecini çok boyutlu olarak izleme şansı buldum. Gökçekle aynı masada planlama sürecini tartışma şansım da oldu, karşı tarafta olup yanlışlara karşı dava açma olanağım da. Her şekilde, Ankara’nın planlama tarihi biraz da benim mesleki tarihimdi desem yanlış olmaz.

Gökçek dönemini kentleşme ve planlama süreci açısından değerlendirmeye başlarken öncelikle geçen yirmi beş yıldaki genel ruh halinden bahsetmek gerekir. Gökçek dönemi bize her şeyden önce bence kente mizahla bakmayı öğretti. Pek çok durumda ortaya çıkan duruma başka şekilde katlanmak mümkün değildi çünkü. Bir buçuk milyon nüfusu olan Ankara altı milyonluk bir kent haline gelirken çoğu zaman manzarayı bir karikatür gibi izledik, okuduk. Hoş aynı durumu Gökçek sıklıkla yaptıklarını meşrulaştırma için de kullandı. Dünyanın ve Türkiye'nin başka kentlerinde aynı durumu hatta beterini yaşayan kentler varken başka türlü kentleşme ve planlama süreçleri gerçekleşebildi. Ama Ankara, ısrarla 1950'lerin Amerikan kentlerinin kötü bir kopyası haline getirilmek için Gökçek eliyle bir deneye girişildi. Deneyin sonuçlarını hepimiz yaşıyoruz. İmar planlarıyla sürekli her yönde yağ lekesi gibi büyüyen bu kent Rabelais’in meşhur eserindeki doymak bilmeyen Gargantua isimli deve dönüştü gözlerimizin önünde. Kentte yaşayan İnsanların paralarıyla, emek ve zamanlarıyla onu beslemek için sürekli uğraştıkları bir rant devi haline geldi Ankara. Anlatacaklarım biraz da bu devin hikâyesidir.

Genel olarak kent planlama ile ilgili meslek insanları, akademisyenler olarak eğilimimiz meselelere hep yapısal unsurlar üzerinden bakmak şeklindedir. Yani yapısalcı bir bakış açısıyla, sınıflar üzerinden meseleyi tartışabiliyoruz. Bu konuda repertuarımız çok iyi aslında. Ama bir yandan da Ankara’yı bir Gargantua haline getiren aktörler ve kişiler var. Peki, bu aktörü nasıl ele alacağız? Kim bu aktör ya da aktörler? İşte aktör aslında Melih Gökçek’in temsil ettiği davranış biçimleridir. Aslında Melih Gökçek’ler tek değil. Ben mahallemdeki Gökçek’leri de biliyorum. Meslektaşım Gökçek’leri de biliyorum, işte birçok alanda pek çok Gökçek’i biliyoruz. O zaman bu tür bir aktör nereden ortaya çıktı? Belki de önce bu soruya yanıt arayarak değerlendirmeye başlamak gerekir.

“Becerebilenler yapar, beceremeyenler de sadece eleştirir”. Bunu kim söyledi deseniz, bu yazı Gökçek dönemini ele aldığı için Gökçek akla gelebilir ki, çok sık bu manaya gelen şeyler söyledi. Efendim çekemiyorlar dedi, biz yapıyoruz onlar sadece eleştirirler dedi, pek çok şey söyledi. Bunu söyleyen aslında başka biri. Benim hep Melih Gökçek’i anlamaya çalışırken, bir şekilde aklıma gelen isimlerden biri. Söz Robert Moses’a ait. Harvard mezunu, bugünün ifadesiyle eli yüzü düzgün, saygın bir beyefendi. Moses ile Gökçek arasında şöyle bir benzerlik var, 1970'lere kadar 44 yıl New York’un aslında bütün yatırım projelerini ve planlamasını yönetmiş adamdır Robert Moses. Woody Allen’ın anlattığı radyo günlerinin New York’unu almış, Wall Street’in New York’una dönüştürmüş. Esasen böyle özetleyebiliriz. Moses, kendisi bir belediye başkanı olmasa da, tüm dünyada Gökçek benzeri belediye başkanlarının en etkili ilk öncülü olarak adlandırılabilir. Aralarında çok ilginç benzerlikler var. Her ikisi de yaratıcı bir yıkım sürecini gerçekleştirip, kenti insan ölçeğinden çıkaracak projeleri büyük bir iştahla gerçekleştiriyordu. Moses aslında hiçbir planlama tasarım ve kent yönetimi eğitimi almadan göreve gelip, New York’u 44 yıl yönetmişti. Devasa parklar, kent içi otobanlar, köprüler, eski New York kent dokusunu kentsel dönüşümle yıkarak oluşturduğu toplu konut alanlarıyla New York’u yeniden şekillendirmişti. Bilmiyorum tanıdık geliyor mu?

Kent bilim yazınının simge ismi Jane Jacobs da yaşamı boyunca Moses’ın yaptıklarına karşı insanca bir kentleşmeyi, mahalleyi savundu, insanı yok sayan kent yönetimi, planlama ve mimarlığa karşı savaştı. Görünürde engellediği pek çok şey oldu. Yani bugün biz kitaplarda Jane Jacobs’u anlatıyoruz, Moses’ı pek hatırlayan yoktur belki. Moses 44 yılın sonrasında hiçbir şey yapmamış gibi unutuluşa terk edildi, Jane Jacobs ise bizim literatürün önemli bir parçası haline geldi. Bugün yalnız ilginç bir durum var, Jacobs’un korumak için inanılmaz çabalar harcadığı New York'taki Greenwich Village semti dönüşmedi belki, ama arazi fiyatları inanılmaz arttı ve bugün sonunda soylulaşmaya kurban gitti. Saskia Sassen diyor ki, “bugün dünya Moses’ı unuttu belki, ama Moses’ın yaptıklarının hormonlu bir şekli her yerde uygulanıyor”. Çin, Dubai, İstanbul ve pek çok yerde yaşananlar aslında Moses’ın hormonlu rüyasının uygulanmış biçimi. Gökçek de geride Moses’ın hormonlarının enjekte edildiği bir Ankara bıraktı.

Siyaset bilimi ile ekonomi politiğin kesişiminde kentlerle ilgili önemli sorular bulunuyor. Bu sorular geçen zaman içerisinde Gökçek’in yaptıklarını anlamlandırmada bize yardımcı oldu. Bu hormonlu yapıyı anlamak için onlara geri dönmekte fayda var. Kimin kenti, kim yönetiyor, kim karar veriyor ya da tek bir adam ya da birtakım adamlar bunu nasıl yapıyorlar? Bunlar çok önemli sorular. Çoğulcu açıdan bakarsak, Gökçek tek başına değildi. Birtakım çıkar çevreleri vardı. Bu çıkar çevreleri de kendi çıkarlarını maksimize etmek için uğraşıyorlardı ya da diyorduk ki kentin kapıcısı birtakım profesyoneller var, plancılar var, mimarlar var, inşaat mühendisleri var. Bunlar aslında kentsel kaynaklara erişimdeki kritik rollerini beklediğimiz gibi kullanmıyorlar, başka bir şekilde kullanıyorlar. Ya da Yeni Marksist bakış açısıyla devlet ve sermaye mekânı araçsallaştırır, sermaye de becerikli taşeronlar bulma konusunda mahirdir. Gökçek bu sürecin mahir bir taşeronuydu ama insanların da hayal ettikleri bir şehirde ise yaşama hakkı olmalı, hep bunu tartıştık.

1980 sonrasında ise şöyle bir önemli tartışma vardır. Küçülen bir devletin boşalttığı kamusal alanı yerelleşme, kuralsızlaştırma, serbestleştirme ve katılımcılık yoluyla örgütlü sivil toplum ve özel sektör doldurmalı denildi. Bu doldurma işinde de belediye başkanlarına önemli bir rol tanımlanmıştı. Belediye başkanları yükselen neo-liberal ideolojinin kentlere yansımasında aracı kişilikler olarak öne çıktılar. Geldiğimiz noktada hızla gelişen teknoloji ile birlikte bu yapının kentleri otoriter ve pragmatik bir yapıya dönüştürüp dönüştürmediğini de tartışıyoruz. Bu tartışmalar Gökçek döneminin farklı yüzlerinde olan biteni anlamlandırmamızı kolaylaştırdı. Bazen de farklı dönemler arası geçişlerde neden Ankara'nın iktidarın elindeki diğer kentlerden yer yer daha farklı uygulamalara sahne olduğunu düşündük. 

Bu sorgulamalarda ele aldığımız bir diğer mesele de planlama yöntemlerimizdir. Bizden bir önceki kuşağın kapsamlı planlama dediği, uzmanların meslek ve disiplinler arası yaklaşımla, kente ilişkin üstten bakmanın, alternatifler oluşturmanın aslında olması gerektiğini tartışıyorduk. Ankara'nı üst ölçek planlarının neden yapılmadığı, yapıldığında bu niteliği taşıyıp taşımadığını irdeliyorduk. Yapılan planlar kaybedenler üretiyordu. Biz de planlama sürecinin mağdurlarını ya da kendini savunamayacak durumdaki kent parçalarını savunmaya çalışıyorduk. Dikmen Vadisindekileri, korunacak tarihi kent dokusunu, Atatürk Kültür Merkezi Alanını, kent merkezini, meydanları ve kamusal alanları ve daha pek çok şeyi savunmaya çalışıyorduk. Bütün bunlar olurken stratejik mekânsal planlama gibi kavramlar tartışmaya girdi, katılımcı planlama gibi müzakereci planlama gibi kavramları değerlendirmeye çalıştık. Acaba bunlar kentlerin tahribatına karşı birer araç olabilir mi, bununla bazı şeyleri engelleyebilir miyiz dedik. Ancak, çoğu zaman adına projecilik denen, planlamayı bir formaliteye indirgeyen anlayışa çarptık. Geldiğimiz noktada belki başka bir dünyaya giriyoruz. Yeni teknolojiler, yeni bir kuşak, o kuşağın anlayışı, onlar kenti nasıl anlayacaklar, nasıl o kenti benimseyecekler ve o kentleri nereye götürecekler? Bunlarla aslında biz dönüp Moses ve Gökçek benzeri karakterlere bakmaya, en azından anlamlandırmaya çalıştık. Çünkü aktörlerin davranış biçimlerini anlayabilir, belli bir çerçeveye oturtabilirsek aynı hataları yapacak aktörlerin gelişini belki engelleyebilirdir. 

Burada siyaset biliminin söylediği başka şeyler de söz konusu. İlk akademik çalışmalarımda atıfta bulunduğum "kent patronu" diye bir kavram var örneğin. Bu kavram ilk olarak 150 yıl öncesinin Amerikan Kentlerindeki gücünü çıkar ağlarından alan belediye başkanı figürü için kullanılmış. Yani Melih Gökçek gibi adamlar kentlerin patronu aslında. Patron ne demek? Ekmek ve sirk politikalarıyla kenti yönetiyorlar. Ekmek ve sirk politikası şu demek: Bir taraftan insanlara hayatını sürdürebileceği kadar bir gıda, kentsel hizmetler vesaire sağlıyorsunuz, ama bir taraftan da sürekli onların eğlenmelerini sağlayacak bir şeyler. Bir ara hatırlarsınız, yılın 365 günü sirk oynardı Ankara’da. Çadır kurulurdu, Rusya’dan bir ucuz sirk bulunurdu gelirdi. Şimdi de Ankapark onun bence bu anlayışın altın vuruş noktası olacaktı, ama olamadı, ömrü vefa etmedi Gökçek’in. Ekmek ve sirk politikasının devam edip etmeyeceğini ise bize zaman gösterecek, biraz da bizim yaptıklarımız.

Gökçek dendiğinde hatırlamamız gereken bir diğer mesele de büyüme koalisyonları ve kentsel popülizmdir. Kentsel popülizm bizim pek tartışmadığımız bir konuydu, ama kim gelirse gelsin, kentteki geniş halk kitlelerinin desteğini alabilmek için bu tür popülist uygulamaları yaygınlaştırma eğilimindedir. Planlama açısından bu uygulamaların belki de en bilineni kat adedinin ya da imar haklarının arttırılması ya da bir yere imar planı yapılmasıdır. Bu popülizm karşısında kenti savunan birtakım gruplar söz konusudur. Bu gruplar ise Gökçek dönemi boyunca elit ve marjinal ilan edildiler. Yani, kenti savunanlar bizler çok elittik, halkın gerçek sorun ve beklentilerini anlamıyorduk.

Olan biteni anlama ve yanlış bulduğumuz şeyleri engelleme çabalarımız sırasında farkına vardığımız en önemli mesele kentsel gerçekliğin kaybettirilmesiydi. Yani kenti yaşayanlar kent, onlara gösterilen yerde, anlatılan olaylardan ibaretti. Bunun dışındaki Ankara anlaşılamaz, algılanamaz, hatta muktedirler el atmadığı müddetçe sahipsiz gibi gösteriliyordu. Melih Gökçek’in pek çok açıklaması buna örnek olarak gösterilebilir. Trafiğe yılda şu kadar araç dahil oluyor, bunların ihtiyacını karşılamak için şu kadar bin kilometre yol yapmanız lazım, bu çok muazzam, algılanamaz bir şeydir bu, ama biz kavşağı yaptık, biz şu projeyi yaptık. O zaman iletişim araçlarınızın elinizde olması lazım. Her hafta 1,5 milyon bülten basıp, her yerde dağıtmanız, kenti billboardlarla, reklam totemleriyle bir propaganda makinesine dönüştürmeniz lazım. Burada etik sonrası kent kavramına bir vurguda bulunmak lazım. Kentsel gelişme ve yayılmanın her türlü akıl dışı ve çılgınlığının meşrulaştırılmasında bu propaganda makinesi kullanıldı. Bu kent böyle saçma büyür mü, düzgün bir planlama yapılmayacak mı dediğimizde, "efendim şimdi burada kentlerin büyümesi bir gerçeklik, bunun doğrusu yanlışı olmaz, bunun etikle bir ilgisi yok" denildi bize, hâlâ da böyle deniyor. İşin acısı bu görüşü savunan mimar, şehir plancısı meslektaşlarımız bile var. Bu kavramsal çerçevelerle anlamaya çalıştığımız süreçler sonucunda Gökçek’ten başka tartışmamız gereken o küçük Gökçek’ler ortaya çıktı. Çünkü kentsel toplumun temel motivasyonu, kentsel ranttan pay alma arayışı haline geldi.

Tabi ki Ankara bu noktaya bir anda gelmedi, arkasında otuz yıllık bir dönüşüm süreci var. Bu süreç Gökçek dönemi kentleşme politikasının temel dinamiklerini inşa etmiştir. Türkiye'nin siyasal ve toplumsal çalkantıları arasında bu süreci üç ayrı kısımda incelemek mümkün. Birinci dönem, popülist muhafazakâr bir kentsel yoğunlaşma dönemidir. Aslında bütün dertlerimizin, konuştuklarımızın kökeni burada gibi geliyor bana. 1980'lerin başında yapılan gecekondu afları ve ıslah imar planlarıyla birlikte Ankara’nın etrafını saran gecekondu halesi on yıl boyunca apartmanlara dönüştü ve burada gecekondu alanlarında plan notu değişiklikleriyle toplu kat artışları yapıldı. İlk başta üç kattı oralar, sonra bir meclis kararı dört kat, bir meclis kararı beş kat. Peki, ne oldu bu insanlara? Bu alanlardaki dönüşümü yaşayan toplum kesimleri önce Gökçek'in iktidara taşıdı, sonra da ülkeyi yönetmeye başladı. Bu sebeple Gökçek iktidarının ilk döneminde uygulamaya konan kentleşme politikası daha çok var olan kenti yoğunlaştırmaya odaklanmaktaydı. Kent merkezinde ve çeperinde parsel ölçeğinde imar planı değişiklikleri yapılmaktaydı. Yapıların kaçak kısımları ve usulsüz yapılmış yapıların plan değişiklikleriyle yasallaşması söz konusuydu. Genel siyasal koşulların da etkisiyle bu ilk dönem biraz daha utangaç bir dönemdi.

2000'lerin başından itibaren ikinci bir dönem yaşanmaya başladı ki buna biz sermayenin kentte tekelleşmesi ve yayılma dönemi diyebiliriz. Kent çeperindeki gelişme akslarında büyük alanlar yapılan imar planlarıyla yapılaşmaya açılmaya başlandı. Daha çok planların yapıldığı köy ya da mahallelerin adlarıyla anılan bu planlama sürecin çoğu zaman yüzlerce hatta binlerce hektar alanın imara açılması söz konusuydu. Kentsel dönüşüm projeleriyle, yasal olarak mümkün olmayan yerlerin yapılaşmaya açılması, belediyenin gayrimenkul yatırım ortaklığı sermaye yapısıyla işbirliğine girerek konut hakkı piyasası aktörlerinin büyümesine ve tekelleşmesine yol açması bu dönemde başladı. Denetimsiz kentsel yayılma ve saçaklanma standart hale geldi.

2000'li yılların sonundan itibaren başlayan üçüncü dönem, ayrıcalıklı imar hakları dönemi olarak adlandırılabilir. Kent çeperinde, kent içinde ve kentin her noktasına bugüne kadar görülmemiş yapı emsallerinin noktasal projeler için plan değişikliğiyle verilmeye başlanması ve yapı yasaklı alanların imara açılması ile karşı karşıya kalındı, konut üretimi ağırlıklı olarak lüks konut üretimine dönüşürken, aktörlerin bazıları uluslararası boyut kazandı. Kentsel boşlukların rant teknokratları olarak nitelendirebileceğimiz teknik elemanlar tarafından ayrıcalıklı imar planı değişiklikleriyle imara açıldı. Bu boşluklarda AVM, otel, rezidans, ofis gibi tek tip karma kullanımlar ağırlık kazandı. Sonuçta imar kurumsallaşması dönüştü planlama geleneği ve imar kurumsallaşması kollamacı ağlara dayalı bir çıkar piramidi tarafından işgal edildi. Gelinen noktada popülist söylemler kullanılmasına rağmen, kentsel rant dağıtım mekanizmasının tabanı daralmakta. Üretilen konut sayısının çokluğu ve lüks nitelikli olması sebebiyle gayrimenkul sektöründe bir yavaşlama var. Bütün Ankara’da, yapı ve kamusal alanlar arasındaki yarı kamusal alanların niteliği aşırı düştü ve kentsel tasarım unutuldu. İşte Söğütözü’nde bir binadan çıkın yürüyecek kaldırım yok. Ankara’da da Büyük kentsel ihaleler ve para tuzağı büyük projelerle gayrimenkul sektörüne kan verilmeye çalışılıyor.

Gökçek dönemi kentleşme politikasından belediye başkanının değişimi ile çıkmak pek mümkün görünmüyor. Çünkü kentsel toplumsal yapı bu dönemin yozlaşmış alışkanlıklarını daha bir süre devam ettirecektir. Bu duruma karşı ben gelecek için dörtlü bir eylem planı öneriyorum. Birincisi, öncelikle yaşadığı yerellikten kopan kentlinin gerçek yerelini, gerçek sorunlarını çözümleri ve insanları keşfetmesini sağlayacak yeni bir dil ve anlatım geliştirmek zorundayız. İkinci olarak, bunun üzerinden Ankara'nın kent vizyonunu tartışmamız gerekiyor diye düşünüyorum. Oturup Ankara’nın kent vizyonu ne olacak diye düşünmenin ve alternatifler önermenin tam zamandır. Çünkü bunu yapmazsak Ankara'nın geleceğini olumlu anlamda değiştirmeyecek anlayışlara yeni kıyafet giydirip, yeni bir vizyonmuş gibi bizlere satacaklar. Biz de bunun dedikodusunu tartışmak zorunda kalacağız. Bu tartışmayı biz açmak zorundayız. Üçüncü olarak bir de kentsel değerlerin korunmasına ilişkin kaybolan bir kamusal otorite var. Bunun yerine etik ve mesleki değerler temelinde yeni bir meşruiyeti oluşturmak durumundayız, bunun araçlarını tartışabiliriz. Ankara ve diğer kentlerde oluşturulan kentsel yapının açmazları Türkiye'yi aslında yeni bir kentsel yaşam krizine doğru sürüklüyor aslında. Burada kentlilerin paylaştığı ortak bir hoşnutsuzluk ve bir duygudaşlık var, bunu yakalayabilmemiz gerekiyor. Dördüncü olarak bu duygudaşlığı yakalayarak alternatif planlama örneklerini inşa etmek Ankara için farklı bir gelecek inşasında umut olabilir. Yakın dönemin kentlere ilişkin yaratıcılık ve yenilikçilik temelli genç kuşak dönüşüm dalgası burada önemli bir itici güç olabilir. Ama öncelikle, geçtiğimiz süreci iyi anlamak ve bütünlüklü bir gelecek öngörüsünde bulunmak durumundayız. Yaşadıklarımızdan öğrendiğimiz, yaşayacaklarımıza öğreteceğimiz bir şeyler olmalı. 

15 Ocak 2014 Çarşamba

GEREL(!) SEÇİMLERE GİDERKEN



Türk siyasi tarihi boyunca genel seçimlerle yerel seçimler arasında hep bir fark olageldiği kabul edildi, seçim sonuçları da bu yaygın kanıyı doğruladı. Bu durumun oluşmasında yerel siyasi dinamikler, Türk mülki idare sisteminin yapısı, parlamenter sistemin seçim barajı gibi kısıtları ve yerel yönetimlerin hizmet performansları ile ekonomik istikrar arasındaki ilişki gibi unsurlar etkili oldu. Bu fark çoğunlukla merkezi hükümette iktidarı elinde tutan siyasi partinin aleyhine gibi göründü. Özellikle Türkiye Büyük Millet Meclisindeki sandalye sayıları üzerinden yapılan hesaplamalara bakıldığında çoğunluğun desteğini alıyor görünen iktidarlar, yerel seçim sandalyeleri üzerinden yapılan hesaplarda farklılıkların ve çeşitliliğin fazlalaştığı bir siyasi desende yer aldılar. Ancak, Türkiye’nin son on yılda geçirdiği siyasal ve sistemik dönüşüm bu önemli farkı ciddi anlamda etkileyecek gibi görünüyor.

Türkiye’de genel seçimlerle yerel seçimler arasındaki farkı etkileyecek en önemli faktörlerden birini nüfus yapısındaki değişim oluşturuyor. Son on yılda kentleşme sürecinin geldiği aşama itibariyle nüfusun ezici ağırlığının artık kentlerde yaşamaya başladığı görülüyor. Resmi rakamlar nüfusun yüzde sekseninin artık kentlerde yaşadığını söylerken, gayri-resmi değerlendirmeler kentleşme oranının “yarı-zamanlı kentli” yada “yarı zamanlı kırda yaşayan” nüfus sebebiyle aslında yüzde doksanlara yaklaştığında hemfikir. Çünkü kırda yaşayan görece yaşlı nüfusun büyük bir kısmı artık yazları tarımsal üretim yapıp kışları da kentlerde yaşama eğilimindeler. Sosyologlar bu demografik kırılmayı çoğu zaman “siyasetin kentselleşmesi”nin temeli olarak adlandırsalar da, aslında tersini de söylemek artık mümkün görünüyor. Artık “kentsel siyasetin genelleşmesi”ni de konuşmaya başlayabiliriz. Aradaki farkı belirleyecek olan ise daha çok son on yılda Türkiye’nin idari yapısında gerçekleşen değişiklikler ve siyasal süreçler olacak.  

Demografik kırılma yaşanırken nüfusun değişim süreci ve diğer birçok farklı siyasal değişkenin etkisiyle Türkiye’nin mülki idare sistemi köklü bir değişimden geçti. Farklı aşamalardan geçilerek nihai olarak Türkiye iki kademeli bir yönetsel yapıya dönüştü. Bu iki kademeli yapının merkezi hükümet kademesini başbakanlık oluştururken, yerel ayağını da artık il bütününde yetki sahibi olan büyükşehir belediyeleri oluşturacak. Türkiye nüfusunun neredeyse yüzde yetmiş beşinin yaşadığı ve nüfusun neredeyse yüzde doksanının fiilen kentsel bir yaşam sürdüğü büyükşehirler dikkate alındığında klasik anlamda kentsel ve kırsal siyasal dinamikler arasındaki dengelerin de yeniden kurulduğunun hesaba katılması gerekiyor. Geçmişte genel seçimlerle yerel seçimler arasındaki farkın ölçülebildiği en önemli gösterge olan il genel meclislerinin büyükşehir belediyeleri sınırları içerisinde artık var olmayacağı gerçeği önemli bir duruma işaret ediyor. Özellikle büyükşehir belediyesi bulunan yerlerde, seçimler artık genel seçimlerin dinamiklerini ve desenini de belli ölçüde yansıtmaya başlayacak. Büyükşehirlerde il genel meclislerinin kaldırılması belki ilk etapta siyaset dışı kalacak kitleler üzerinden hoşnutsuzluk yaratacak gibi görünse de, çok güçlü büyükşehir belediye başkanlarının bulunduğu bir ortamda bu hoşnutsuzluğun zaman içerisinde arayışa dönüşeceğini tahmin etmek zor değil.

Dönüşümün siyasal ve yönetsel olduğu kadar mekânsal uzantılarını da görebilmek çok zor değil. Uzunca bir süredir sıcak para akışına dayalı gayrimenkul sektörü odaklı bir makro ekonomik politika izleyen Türkiye’nin, kentlerin birer kent bölgeye dönüşmesini destekleyecek yönetsel düzenlemeleri hızla gerçekleştirmesi, kırsal alanda, ekolojik hassasiyeti bulunan alanlarda, kıyılarda, tarihi ve kültürel miras bulunan alanlarda çok daha merkezi bir otorite inşa etmesi bu politikanın bir uzantısı olarak ortaya çıktı. Bu politikanın inşasında ise otoriterleşen merkezi hükümetin siyasal alanda oluşturduğu kapsamlı bir ittifakın bulunduğunu söylemek zor değil. Ancak, sıkışan para politikası, büyük projeler ve gayrimenkul sektöründe kentsel rant aracılığıyla yaratılan pastanın paylaşımı ile bu projelerdeki muğlak bir “başarım” algısı arasındaki gerilim, merkezi hükümet düzeyinde bu ittifakın bozulmasının önünü açtı. Merkezi hükümet düzeyinde siyasal ittifakların kurulmasında gösterilen maharet, kentsel düzeydeki pragmatik tavrın sürdürülmesinde ve sonuçlarının meşrulaştırılmasında gösterilemeyince bugünlerde yaşanan kriz durumu ile karşılaşıldı. Merkezi hükümet düzeyinde gibi görünen bu kriz içeriği açısından çok farklı tartışmaları gerektirse de aslında kökünü kentsel alandan alan bir kriz ve yerel seçimlerin doğasını değiştirecek yeni dinamikler üretiyor. Sonuçta bu seçimleri gerilimli bir yerel seçim olarak ya da genelleşmiş bir yerel seçim olarak “ge-rel” seçim olarak adlandırmak mümkün olacak gibi görünüyor.

Yerel seçim sürecinin doğasını değiştirmesi muhtemel bu süreçlerin doğrudan ya da dolaylı etkileri yerel seçimlere hazırlığın gündelik pratiklerinde izlenebiliyor. En ilginç değişim siyasi partilerin aday belirleme süreçlerinde. Daha önceki seçimlerin aksine partilerin aday ilan etmeyi ciddi anlamda geciktirdikleri görülüyor. Daha önceki yerel seçimlerde de erken aday ilan etmenin siyasi yıpranma açısından dezavantajlı olduğu düşünülmekteyse de aday belirlemenin bu kadar gecikmesi parti merkezlerinin kafa karışıklığını ve duruma göre tavır alma refleksini de yansıtması açısından ilginç. 2009 yerel seçimlerinde ortalama olarak yaklaşık seçime 100 gün kala neredeyse adayların büyük bir kısmı açıklanmışken, 2014 seçimleri öncesinde Adalet ve Kalkınma Partisi ile ana muhalefet partisi olan Cumhuriyet Halk Partisinin adaylarının büyük bir kısmını bu yazı yazılırken de hala açıklamamış bulunuyorlar. Adayların açıklanmasına ilişkin bu ilginç durumda hem aday adaylarının hem de parti merkezlerinin tavırlarının etkili olduğunu söyleyebiliriz. Parti merkezleri merkezi siyasi süreçlerin ağırlıklı etkisinde kalarak bir nevi yerel seçim adaylarını da genel seçimlere ilişkin bir gözlükle değerlendirme eğilimindeler. Bu eğilim her gün yeni bir son dakika gelişmesinin yaşandığı Türkiye’de aday belirleme değişkenlerinin de her gün farklılaşmasına sebep oluyor. Öte yandan bu belirsizlik ortamını sezen aday adayları da kendilerine göre bir fayda/maliyet analizi yaparak seçilme garantisinin bulunduğu yerlerde listeleri şişirirken, seçilme garantisi bulunmayan yerlerde aday adayı olmaya uzak durma eğilimindeler. Sonuçta aday adaylarının bu tavrı da merkezi siyasetten başı bunalan parti genel merkezlerini daha da büyük bir belirsizliğe sürüklüyor. Merkezi siyasi alanda aday belirleme süreçlerinde alışılageldik parti sınırlarının olabildiği kadar esnetildiği, hatta bu esnemenin kimi zaman parti teşkilatında seslerin yükselmesine sebep olabilecek kadar aykırı bulunduğu biliniyor. Bu çifte belirsizlik sarmalı adayların hala belirlenemediği bir yerel seçime doğru götürüyor Türkiye’yi.

17 Aralık operasyonlarından sonra merkezi siyasi süreçlerin neredeyse hayatın tüm alanını belirlemeye başladığı bir ortamda, partilerin yerel seçimlerde aday belirleme süreçlerini de daha da merkezileştirecekleri, bu merkezileşme eğiliminin parti teşkilatları ile parti merkezleri ve yerel taban arasındaki gerilimi arttıracağı muhtemel. Bu gerilim, geriye neredeyse siyasi propaganda süresi kalmayan bir yerel seçim sürecinde yerel seçim dinamiklerini de etkileme potansiyeline sahip. Eskiden olduğu gibi kapı kapı dolaşma, büyük mitingler yapma, konvoylarla gezme yerine yumuşak karınlara sosyal medya mecralarından çalışma ve algıyı yönlendirme üzerine propaganda süreçlerini kurma gibi yaklaşımlara kendimizi hazırlamamız gerekiyor.

Bu toz duman arasında sorulması gereken esas soru ise şu; yerel seçimlerin bu kadar genel seçimlerin gölgesinde ve etkisinde gerçekleşeceği bir ortamda, adayların yerel yönetimleri değil algıyı yönetmeye talip oldukları yerelliklerde, adayların programları, projeleri ne zaman tartışılıp kentlilere aktarılabilecek? Tamam, bu tür bir aktarım sürecinin daha önce de pek sağlıklı yürümediğini biliyoruz. Ama seçimlere bu kadar kısa süre kalmışken adaylar ne zaman projelerini olgunlaştıracak, ne zaman halka anlatacak, ya da doğru soruyu soralım azıcık da olsa böyle bir dertleri olabilecek mi? Bu soruların tümü yanıtsız kalacak muhtemelen. Ama daha da önemli sorun yerel seçimlerden sonra başlayacak. Merkezi hükümetin krizde olduğu bir dönemde, meşruiyetini proje ve program değil tamamen algı yönetimi üzerine inşa etmiş adaylar, yenilenmiş ve belirsizliklerle dolu bir yerel yönetim sisteminde yollarını nasıl bulacaklar? Çok bir şey beklemeyelim. Ama şunu bilmekte fayda var. Genellemiş ve gerilmiş bir yerel seçimin sonuçları, seçilmişler açısından, siyasi alanda meşrulaştırılması ve sürdürülmesi en zorlarından birisi olacak…

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Kentleşme ve Yolsuzluk İlişkisinin Değişen Doğası: Adam Çalı(şı)yor!


Mezun olup belediyede şehir plancısı olarak göreve başladıktan hemen sonra şahit olduğum bir olayı anımsıyorum. Benden daha kıdemli mesai arkadaşlarım kendi aralarında bir başka belediye çalışanından gıyabında “çok dürüst adamdır” diye bahsediyorlardı. Bu yorumu duyan ve yaşı emekliliği çoktan aşmış bir başka ağabeyimiz tepki göstermişti bu yoruma: “Dürüstlük bir meziyet değil, herkeste olması gereken bir özelliktir. Dürüstlük olmazsa başka hiçbir niteliğin anlamı yoktur”! Belli ki bundan on beş yıl öncesinde yolsuzluk, etik kurallar çok ciddi bir değişimden geçiyordu. Aslında bu değişim hala da devam ediyor. Kentleşme ve yolsuzluk ilişkisi bir süreç olarak değişen toplumsal koşullar çerçevesinde yeniden tanımlanıyor.

Aslında tarih boyunca yolsuzluğun kentsel yaşamla içi içe olduğu söylenebilir. Göçebe toplumlarda da yolsuzluğun izlerini görmek mümkün olmakla birlikte kentsel yaşama geçilmesiyle birlikte yolsuzluğun daha yaygın ve kitlesel bir eylem halini aldığında sosyal antropologlar uzlaşmaktadır. Kentsel yaşamla birlikte gelişmiş bir kamusal alanın ve kamu gücünün ortaya çıkması, iş bölümünün çeşitlenmesi, uzmanlaşmanın derinleşmesi, kaynakların ve artı değerin tekelleşmesi, iktidarın inanç sistemleriyle birlikte kurumsallaşması gibi sebepler bu temel farklılığı ortaya çıkarmaktadır.

Modernist gelenekle birlikte yolsuzluk tüm yönetsel, iktisadi ve sosyal süreçlerin gölgesi konumunda olan bir enformel alanın kaçınılmaz unsurlarından birisi halini almıştır. Modern toplumlarda yolsuzluk ikili bir değerlendirmenin konusudur. Bir yandan yolsuzluk mekanizmaları belli bir düzeyde temsili demokrasilerin yurttaşlara vaat ettiği hakların elde edilmesinde, serbest piyasa mekanizmasının işlemesinde olumlu bulunurken bir yandan da kamu yararının ya da ortak çıkarların önünde bir engel, serbest piyasa mekanizmasının işlemesini kesintiye uğratan ya da etkinliği ve verimliliği azaltan bir unsur olarak değerlendirilebilmiştir. Bu değerlendirmede farklı yaklaşımların ortaya koyduğu etik kavramsallaştırması etkilidir.

Yine de, bu fikir ayrımlarına karşın tüm hukuk ve inanç sistemlerinde yolsuzluğun belli biçimlerinin kınanmasında ortaklaşılıyor gibi görünmektedir. Rüşvet, adam kayırma, irtikap, zimmet vb. gibi eylemler uluslararası alanda olumsuz değerlendirilmekte kimi zaman da suç kabul edilmektedir. Sosyal bilimler alanında da bu tür eylemlerin sebepleri ve mekanizmaları üzerinde alanın yöntemsel kısıtlılıklarına rağmen çeşitli çalışmalar yapılmaktadır.

Her ne kadar kısıtlı da olsalar sosyal bilimler alanında yapılan çalışmalar son dönemde yolsuzluğun pratiği ve meşrulaştırılmasına ilişkin çok temel bir dönüşüm içerisinde olduğumuzun ip uçlarını ortaya sermektedir. Küreselleşme olarak adlandırılan süreçte alışılageldik tüm kalıplar gibi yolsuzluğun pratiği, meşruluğu, nasıl algılandığı, neyin yolsuzluk sayılıp neyin sayılmayacağı gibi bir çok konuda ciddi farklılaşmalar ortaya çıkmaktadır. Çok ölçekli, çok aktörlü, çok kültürlü bir dünyanın hızlı devinimi karşısında küresel alanda aynı hızda ortak etik bir temelin oluşturulamaması yolsuzluk kavramının içeriğini hızla değiştirmektedir. Bu değişimden en çok ve başta etkilenen de kentsel alanın ta kendisi olmaktadır.

Geleneksel olarak “rüşvet alan belediye ya da tapu görevlisi” imgesi ile zihinlerde canlanan yolsuzluk kavramı belli bir süreçte ortaya çıkan “yeni” tür yolsuzluklarla neredeyse meşrulaşır hale gelmiştir. Yeni tür yolsuzluk bir çok farklı niteliğe sahiptir. Her şeyden önce kamusal alanda devletin rolünün küçülmesi ve sivil toplum inisiyatifleri ile paylaşılır hale gelmesi yolsuzlukların büyük bir kısmının sivil toplum alanına kayması sonucunu doğurmaktadır. Tanım icabı “kamu yararına” olması beklenen sivil toplum örgütlerine ilişkin yolsuzluk haberlerinin yoğun bir biçimde medyada yer alması bu tür bir dönüşümü doğrular niteliktedir. Bununla birlikte ulus devletin aşınması ve ulus aşırı sermayenin yerel aktörlerle birlikte hareket eder hale gelmesi de yolsuzluğun farklı türlerini ortaya çıkarmaya başlamıştır. Bu yeni yolsuzluk türleri bir yerde “yarışan ve rekabet eden kentler ve yerleşimler” kavramları ile de desteklenmektedir. Bir yerleşimdeki yerel yöneticilerin uluslar arası alanda ses getirecek bir etkinlikte yer alabilmek için yapabilecekleri ciddi anlamda yolsuzluklara gebe süreçleri rahatlıkla üretebilmektedir. Son olarak bilişim teknolojisindeki gelişmelerin iktidarın merkezileşmesi ve otoriterleşmesi için kullanımı da benzer biçimde yolsuzluk süreçlerini dönüştürmektedir. Örneğin bir belediye başkanının kent bilgi sistemlerini kullanarak arazi spekülasyonunu yönlendirmesi sık rastlanan yolsuzluk biçimlerindendir.

Esasında yolsuzluk pratiklerinde dört temel açıdan dönüşüm yaşanmaktadır. Birinci olarak yolsuzluğun bireysel bir eylem olmaktan çıkıp kolektif bir eylem alanı olmaya başladığı görülür. İkinci olarak yolsuzluğun yoğun biçimde sivil toplum alanına kaydığı ve kurumsallaştığı söylenebilir. Üçüncü olarak yolsuzluğun yerel kaynakların küresel sermaye birikimi ile eklemlenmesinde alternatif bir yol olmaya başladığı ifade edilebilir. Son olarak tüm bu unsurları etik açıdan tarif edecek ve uzlaşmaya dayalı ortak doğrularla karşılaştıracak bir çerçevenin yokluğu ortaya konabilir. Bu dört unsurun varlığı bir yandan da toplumların gerçeklik kavrayışını derinden etkilemektedir. Yolsuzluğun tarifinin giderek zorlaştığı ve yolsuzluğun daha kitlesel ve kurumsal hale geldiği bir ortamda yolsuzlukla el değiştiren kaynakların miktarı çarpıcı biçimde artmaktadır. Bunun sonucunda toplumsal düzeyde gerçekleştirilen tüm proje ve faaliyetler kuşku ile karşılanmakta, medyanın da zaman zaman parçası olduğu bir yolsuzluk ağı komplo teorilerinin yaygın kabulünü getirmektedir.

Böylesi bir ortamda kentsel alanla yolsuzluk ilişkisini tanımlamak da giderek zorlaşmaktadır. Sanayisizleşen, neo-liberal politikaların etkisiyle kutuplaşmaların, çatışma ve yarılmaların yaşandığı işsizliğin ve yoksulluğun arttığı kentlerde, kent yönetimlerinin olası tüm araçlarla yolsuzluk da içermesi olası tüm süreçleri meşrulaştıracak propaganda stratejileri izlemeleri, kentleri yolsuzluk açısından çok daha sorunlu alanlar haline getirmektedir. Kentsel siyasetin geleneksel siyasal kategorilerden bağımsızlaşan kişisel karizma ve liderlik gibi unsurlarla belirlenmeye başlaması da bu süreci güçlendirmektedir. Artık etik ve doğru olan yerel siyasetçilerin ve kent yöneticilerinin kişisel karizma ve aurası çerçevesinde belirlenmektedir.

Artık geleneksel etik kurallar ve yolsuzluk tanımlarının yetersiz kaldığı açıktır. Daha devingen, pragmatik koşullara uygun çözümleri içeren ve bireylerin eğitim sürecinde içselleştirdiği bir yaklaşıma ihtiyaç duyulmaktadır. Bu yaklaşımın belediye başkanının etik kuralları ihlal ederek değil etik kurallara uyarak seçileceğini, teknik insanın takdir hakkını adil biçimde kullanarak toplumsal saygınlığı elde edeceğini kabulü ile ortaya çıkabilir. Bu kabulün bir birey tarafından içselleştirilmesi ise belki de tüm bir eğitim alanını kapsıyor.

İlköğretim sıralarında zararlı olan tüm şeyleri içtenlikle “zararlı” olarak kabul eden, resim derslerinde ormanları kesen, çevreye zarar veren kişileri “kötü” olarak çizen, hayallerindeki kenti daha yeşil betimleyen küçükler nasıl bir süreçten geçerek yolsuzluk süreçlerinin faydacı tarafı haline geliyorlar? Belki de asıl incelenmesi gereken bu...