Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

20 Ekim 2013 Pazar

ŞARK KURNAZLIĞI VE POLİS DEVLETİ ŞEHİRCİLİĞİNDE SON PERDE: ODTÜ’YE BAYRAM BASKINI!


'Biz gece ona ve ailesine baskın verelim, sonra da onun dostuna, ailesinin yok edilişinde bulunmadık, şüphesiz biz doğru söylüyoruz, diyelim' diye aralarında Allah'a yemin ettiler (Neml Suresi 49. Ayet).

Bundan yaklaşık altmış yıl önce Birleşmiş Milletler temsilcisi olarak Türkiye’ye gelen Charles Abrams adlı bir şehircilik uzmanı, İstanbul ve Ankara gibi şehirleri ve gecekonduları inceledikten sonra bir rapor yazar. “Ortadoğu’da şehirciliğin yönlendirilmesi için Türkiye’de bir üniversitenin kurulması” önerisinde bulunur. Bu öneri kısa bir süre sonra temelleri atılacak olan Orta Doğu Teknik Üniversitesine dönüşecektir. Önceleri Türkiye Büyük Millet Meclisi arazisinde atılan tohumlar zamanla bir ormana dönüşecek, bu ormana ruhunu Türkiye’nin adını uluslararası indekslerde en üstlere kazıyan ODTÜ verecektir. Geceleri o ruh ormanda gezer, sabahları ötüşen kuşlarla canlanır, bütün yurd,a hatta dünyaya dağılır.

Bu ruhun en önemli parçası mimarlık fakültesinde cisimleşmiştir. Rahmetli Behruz Çinicinin dehasının ürünü olan fakülte binasında, Türkiye’nin şehircilik ve kent planlama tarihinin dünya çapında anlamlı sözlerinin çoğu yankılanmaktadır. Bu sözlerin dayandığı en temel ilke, şehirciliğin ve kent planlamasının bir hukuk devletinde, kentlerin yaşanabilir kılınmasında çok önemli bir mekânsal müdahale aracı olduğudur. Bu ilke temelde iki varsayıma dayanır, iyi niyet ve devletin temel niteliğinin hukuk devletine dayanması. Ancak, Üniversite yönetiminin tüm çabasına karşın yürütülen planlama süreci ve yapılan gece yarısı baskını artık bu varsayımların üretildiği üniversitenin ve onu oluşturan ideallerin bile açık bir tehlikede olduğunu gösterdi.

Tehlikenin birinci kaynağını şark kurnazlığına dayanan bir siyasi manevralar alanının merkezine ODTÜ’yü koyma çabası oluşturuyor. Bu manevralar 6-7 yıl kadar önce ODTÜ’lü öğretim üyelerinin Ankara Büyükşehir Belediyesine karşı açılan davalarda yaptıkları bilirkişilikler bahane edilerek Belediye Başkanı Melih Gökçek tarafından başlatıldı. Başkanın iddiasına göre ODTÜ’deki binaların çoğu imarsız ve kaçaktı. Başkan açıkça ve defalarca kamuoyuna “bilirkişilerin raporlarını beğenmedikleri için böyle bir iddiada bulunduğunu” ifade etti. Bu tartışmalar 2009 yerel seçimlerinden hemen önce aylarca gündemi meşgul etti. Dönemin Rektörü ile Melih Gökçek defalarca ekranlar önünde konuyu tartıştılar. Sonuçta bu iddialar yine ODTÜ tarafından belediyenin aldığı “imarsızlık ve ruhsatsızlık” kararlarına karşı açılan otuz beş ayrı davada alınan iptal kararları ile çürütüldü. Aslında söz konusu olan siyasi bir pösteki saydırma süreciydi. O dönemde İngiliz bir arkadaşımın “bir belediye başkanı çıkıp Oxford Üniversitesinin imar planı yok, zaten katedrali de kaçak, şeklinde bir açıklama yapsa bırak belediye başkanlığını ülkeden kovarlar” şeklinde konuyu değerlendirdiğini hatırlıyorum.

Peki, bu anlayış farkı nereden ortaya çıkıyordu? Fark esasında bir ülkenin şehirciliğinde hukuk devleti kavramının anlamı ve uygulanması ile yakından ilişkiliydi. İdare hukukçuları hukuk devletini, temel insan hak ve özgürlüklerine ilişkin ilke ve esasların ruhunu taşıyan yasal düzenlemelerin eşit ve tarafsızca yazılmasını uygulanmasını, zaman ve mekân değişse de ruh değişmeden yasaların fetişleştirilmeksizin uyarlanmasını kastediyorlar. Buna göre, bir hukuk devletinde şehircilik, en başta insanlık tarihinin ortak mirası denebilecek eserlere, onları meydana getiren ilkelere saygı anlamına gelmektedir. Birisinin çıkıp Süleymaniye Camii’nin imarsız olduğunu iddia etmesi ne kadar abesse, ODTÜ’nün imarsızlığını savunmak da o kadar anlamsızdır. Ama amaç zaten anlam arama çabası değildi ki. Amaç, olası birçok getirisi olabilecek siyasi bir manevra alanı açmaktı.

İmarsızlık salvosunu birkaç yıl sonra Eymir Gölü ile ilgili yeni iddialar takip etti. Bu kez, Eymir Gölünün Ankara’lılara kapalı tutulduğu, yalnızca ODTÜ’lüler tarafından kullanıldığı ve zaten bakımsız olduğu şeklinde manevralar dile getirildi. Melih Gökçek’in bu yöndeki açıklamaları günlerce kamuoyunu meşgul etti. Tartışmalarda, Eymir Gölü arazisine bakan, kentsel dönüşüm alanı ilan edilerek Güneypark adı altında yapılaşmaya açılan, Ankara’nın en değerli arazilerinden Mühye 907 parseldeki konutların uluslar arası emlak piyasalarında satışa sunulması gibi birçok konu gündeme getirildi. Sonuçta ODTÜ Rektörlüğü Eymir Gölüne isteyen herkesin girebildiğini, sadece araç girişinde denetim amaçlı bir kısıtlamaya gidildiğini tekrarladı. Tartışmalar söner gibi oldu ancak, bu siyasi manevra da hedefini bulmuştu. Ufukta yerel seçimler görünmekteydi. Melih Gökçek ısrarla “ODTÜ’nün imar planının yapılması gerektiğini” söylüyordu. Yasal zorunluluklar zaten yerine getiriliyor olmakla birlikte plan yapımına bu vurgu ilginçti. Bu vurgu bir yandan şehircilikte hukuk devletinin yerini kanun devletinin almaya başladığının da örneklerinden birisiydi. Tüm ülkedeki on binlerce örnek gibi.

Yine burada idare hukukçularına kulak verelim. Hukukçulara göre kanun devleti, belli bir iktidar yapısının amaçlarına ulaşmak için kanunları metinler düzeyinde fetişleştirerek kullanması, kanunların satır aralarında yer alan hükümlerle devleti yönetmesi anlamına geliyor. Kanun devletlerinde ayrıntısıyla tartışılmış ve toplumsal uzlaşıya dayanan temel kanunlarla devletin yönetilmesi değil, giderek parçalanan, kısmileşen ve çok dar bir gurubun kaleme aldığı kanunlarla istenen amaçlara ulaşılması söz konusu.

İmar planlarının aynı zamanda birer hukuki belge oldukları, kanun ile tüzük arasında bir yerde durduklarını imar hukuku derslerimizden hatırlarsak, ODTÜ’nün imar planının yapılmasına ilişkin “tavsiyelerin” de aslında bir kanun devleti önerisi olduğunu görebiliriz. Bu durum en çarpıcı bir şekilde plan yapımı sürecinde gündeme gelen “düzenleme ortaklık payı” ya da kısa adıyla DOP tartışmasında ortaya çıktı. İmar planı yapılması gerekliliğini ifade eden Melih Gökçek planın nasıl yapılması gerektiği sorusunu yanıtlarken yasal zorunluluk olan “koruma amaçlı imar planı”nın yanı sıra ODTÜ arazisinden DOP kesilmesi gerekliliğini ifade ediyordu. İmar planı yapılan özel mülkiyetteki arazilerden, yol, okul, otopark, sağlık tesisi gibi kamusal kullanımlar için %40 kadar kesinti yapılması anlamına gelen DOP’un, ODTÜ gibi tamamı kamusal alan olan bir üniversitede gündeme getirilmesinin sebebini anlamak mümkün değildi. Ama, DOP konusundaki kesintideki ısrar, yakın zamanda Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından onaylanan Koruma Amaçlı İmar Planına onay aşamasında sokuşturulan DOP kesintisi plan notu ile yeniden ortaya çıkınca aslında amacın daha farklı bir şey olduğu kesinleşti. Neden ODTÜ’den DOP kesintisi yapılmaya çalışıldığına gelince, Ankara’nın hayalet projelerinden Demir Kafes, Samanyolu ve Gökkuşağı gibi tesislerin tamamının aslında DOP kesintisi ile oluşmuş alanlar olduğunu hatırlamakta yarar var.

Sürecin son aşamasında, biri ODTÜ arazisinin yanından, diğeri ise tünel şeklinde tam ortasında geçmesi öngörülen iki taşıt yoluna ilişkin tartışmalar sırasında yapılan siyasi manevralarla ortaya çıktı. ODTÜ Rektörlüğü ODTÜ arazisinin yanından geçen yola ilişkin olarak, yolun imar planlarında çok eskinden beri var olduğu, yola daha önce de izin verdikleri, ancak, planlamaya ilişkin yasal prosedürlerin tam olarak işletilmesi şartıyla izin verdiğini açıklamış olmasına rağmen Kurban Bayramının son gününde yapılan bir gece yarısı operasyonu ile ODTÜ arazisi yanından geçen yol tüm ağaçlar kaldırılarak açıldı. Bu tür operasyonlar da Ankaralılara yabancı değildi. Daha önce Kuğulu Alt geçitlerinin yapımı sırasında gece yarısı sökülerek temeline beton dökülen ağaçlar, taşınacağı söylenerek önce kurutulan sonra tamamen kesilen yetmiş yıllık çınarlar buna örnek olarak hatırlanabilir.

Yapılan son operasyonu bir polis devleti şehirciliği olarak adlandırmak mümkün. Hukukçular polis devletini, ulus-devletlerin ilk ortaya çıktığı dönemlerde görülen, yöneticilerin herhangi bir kanuni düzenlemeye dahi gerek görmeksizin yanız vicdanlarına danışarak karar aldıkları ve uyguladıkları bir devlet düzeni olarak tanımlıyorlar. Tüm yasal prosedürler neredeyse tamamlanmak üzereyken, ODTÜ için yapılan koruma amaçlı imar planı askıda iken bir gece yarısı operasyonu ile taşınacak ya da kesilecek ağaç ayrımı yapmaksızın yolun geçtiği güzergâhı dümdüz etmek ancak bu tür bir şehircilik anlayışı ile bağdaştırılabilir: polis devleti şehirciliği. Rektörlüğün olay sırasında başvuracak merci dahi bulamaması da bunun bir göstergesi.

Tabi ki olay bir tanımla ifade edilerek tüketilebilecek gibi değil. Gezi Parkı olaylarının en başından itibaren Gezi Parkı olaylarının katı bir muhalifi olarak sürece dahil olan Melih Gökçek’in, yaklaşan ama hala adayların belirlenmesine hayli zaman bulunan 2014 yerel seçimleri öncesinde ODTÜ’yü devam eden bir Gezi Parkı kutuplaşmasının tarafı haline getirmek için ciddi siyasi manevralar yaptığı açık. Bu manevralar ODTÜ rektörü Ahmet Acar’ın tavrı ile belli ölçüde boşa çıkmış gibi görünse de bu gece yarısı operasyonu ile sürdürülmeye çalışıldığı da görülmekte.

ODTÜ’deki yollara ilişkin tartışmalar birkaç aydır “yola olan ihtiyaç” gibi muğlak bir ifadeden yola çıkan teknik tartışmalarla yönlendiriliyor. Ancak, belki de temel soru bir kentin yönetiminde ve planlanmasında gündelik siyasetin dolambaşlarında kaybolan bir siyasi manevralar dizisi açmanın ne anlama geldiğini ve sonuçlarını tartışmak gerekir. Filmlerdeki kötü, kirli ama karizmatik anti-kahramanları gizliden gizliye sevmeye alıştırılan kitleler, uzunca bir süredir ne yolu ne hizmeti, esasen bu siyasi manevraları takdir etmeye bağımlı kılındılar sonuçlarını düşünmeden. Teknik boyutları bir yana, şark kurnazlığı ve polis devleti şehirciliğinin yarattığı kentlerden ardına bakmaksızın kaçmak için en kutsal bellediği günleri fırsat bilen kitleler hem de. Kurban Bayramında ODTÜ yolu ile ilgili birkaç kelamdan sonra bana “tanıdığın fakir var mı kurban payı vereceğiz” diye soran bir akrabama yönelttim bu soruyu. “Kurban payı verilecek fakirleri tanımadığın, mahalle, komşuluk ve insani diğer ilişkilerden arındırılmış, sitelere ve kulelere tıkılmış insanların yatakhane kentlerinde o yol oradan geçse ne geçmese ne. İnsanlık çoktan başka yollardan çekip gitmiş bir kere”…

3 Ekim 2013 Perşembe

KENT(D)(İN)E KARŞI SUÇ


Kente karşı suç kavramı iki boyutta tanımlanabilir. Bunlar; kentte kamusal alanlara yapılan müdahalelerin kentlinin ortak çıkarlarını ne düzeyde etkilediği ve bu ortak çıkarların etkilenmesiyle ilgili olarak farkındalığın ne düzeyde olduğu şeklinde ifade edilebilirler. Bu boyutlar birbiriyle çok yakından ilişkilidir. Eğer bir kentte, o kentteki kamu yararına, kamusallığa ilişkin canlı ve zengin bir tartışma ortamı yoksa o zaman kente karşı suç kavramının da tarif edilebilmesi oldukça zor ve güç bir hale gelmektedir. Siyasi süreçler açısından baktığımızda ise toplumda kentleri yönetmesi için temsili mekanizmalarla görev verilen aktörlerin kente yaptıkları müdahalelerin biçimi, şekli, içeriği ve ne düzeyde meşru görüldüğü tartışması gündeme gelmektedir.

Kentlerde siyasal temsiliyetin seçilmişlere ne tür bir meşruiyet sağladığı çok önemlidir. Demokratik sistemlerde sandığa gidip oy verdiğimizde, seçtiğimiz insanlara aslında ahlaki ve etik tercihleri sebebiyle oy verdiğimiz varsayılmaktadır. O insanların aynı zamanda en büyük mühendis, en büyük bilim adamı ve en estetik sanatçı olduğunu tescillemek için oy kullanmıyoruz. Ancak bizim gibi ülkelerde verilen oyun belediye başkanlarına ya da siyasilere böyle bir meşruiyet alanı da verdiği düşünülüyor. Bilim ve sanatın meşruiyetleri kendi içinde farklı mekanizmalarla kurulmakta olmasına karşın, sandıktan çıkan kişinin istediği sanat eserini istediği yere koyma, istediğini kaldırma, bilimsel doğruları bir eliyle kenara itme, kendi tercihlerini uygulama gibi bir takım şeyler yapabildiğini görebiliyoruz.

Aslında buna çok da şaşırmamak gerekli. Çünkü, Türkiye’ye baktığımızda, katılımcı mekanizmaların bulunmadığını, kentlerin tam bir vakumla yönetildiğini görüyoruz. Bugün seçimlerde oy veren insanla tepedeki belediye başkanı arasında neredeyse hiçbir etkin siyasal mekanizma bulunmamakta. Hâlbuki olması gereken tabandan tavana, tavandan tabana olan mekanizmaların belirli bir bütünlük içerisinde hareket etme zorunluluğudur. Siyasal, sosyal ve fiziksel açılardan kentlerde bir demokrasi altyapısının oluşturulmasının sağlanmasıdır. Bu demokratik alt yapının bulunmadığı yerlerde hesap verilebilirlik, saydamlık gibi bir takım ilkeler ne yazık ki önemini kaybediyor. Burada da siyasilerin ve onlarla birlikte hareket eden çıkar gruplarının gerçekleştirdiği bazı uygulamaların kentsel haklara müdahale ederek birer kentsel suç haline geldiğini görüyoruz.

Bu durumun temelinde ise kent yönetimlerinin genel olarak demokratik karakterinin zafiyete uğraması yatıyor. Kentlerde belediye başkanlarının bütçelerini nasıl ve ne amaçla kullanıldığı neredeyse hiçbir şekilde sorgulanmaz hale geldi. Örneğin Televizyonlarda bir süredir Ankara ve İstanbul belediyelerinin yaptıkları parkların reklamlarının hem de “prime time’da” döndüğünü görüyoruz. Acaba bu reklamların paraları nasıl veriliyor? Belediyelerin kamusal hizmet kurumları olarak böyle reklamlara para vermek için yetkileri var mı? İşte bunların sorgulanamadığı bir toplumda yaşıyoruz artık.

Bir önemli konu da, kente karşı suç teşkil edecek uygulamalarda bilimsel ön görülebilirliğin ortadan kalkması. Eğer belediye başkanının tercihi ile bir projeye girişiliyorsa o zaman fizibilite çalışmaları, fayda maliyet analizleri, etkinlik ve verimlilik analizleri gibi artık çağdaş dünyanın vazgeçilmez kabul ettiği çalışmalar da anlamını kaybediyor. Bu durumda gerçekleştirilen projelerin sonuçlarının önceden kestirilebilirliği ortadan kalkıyor ve gerçekten kente zarar verebilecek bir durum oluşacaksa bunun önceden anlaşılabilmesi olanağı da ortadan kalkıyor.

Bir yolun o yerden neden geçeceği sadece belediye başkanının iki dudağı arasından çıkan söze kalmış durumdadır. Burada yüzyıl öncesinden önemli bir örnek paylaşılabilir. Tarihi kayıtlara göre ünlü Amerikan Başkanı Wilson bundan yaklaşık yüzyıl önce Amerikan Senatosunda “Bir yolu yapmanın Cumhuriyetçi ya da Demokrat bir şekli yoktur, yol yoldur” der. Muhalifleri ise cevaben “evet teknik açıdan belki haklısınız. Ama o yolun nereden geçeceğinin, yolu kimin yapacağının ve daha birçok ayrıntının demokrat yolları da vardır cumhuriyetçi yolları da derler. Bu örnekten de anlaşılabileceği gibi bütüncül, bütünsel ve ayrıntıları düşünülmeden başlanan projelerde suçun ortaya çıkma olasılığı da artmaktadır.

O zamanda sonuçları açısından kente karşı suç kapsamına giren eylemlerin sayısının arttığını görüyoruz. Bunara son zamanarda “hayalet yapılar” deniyor. Belediye başkanlarının kentin çeşitli yerlerinde başlattıkları ama hukuki, mühendislik ya da başka kurallara dikkat edilmeden başlatılan ve bitirilemeyen yüzlerce yatırım var. Bu yatırımlar kamu kaynaklarının kullanımı açısından kente karşı suç niteliği taşıyorlar.

İşte tüm bu sorular kente karşı suçun ciddi bir şekilde gündeme geldiğini göstermeye başlamaktadır. Yapılanların kente karşı suç olduğunun anlatılabilmesi gerekmektedir. Ancak bu anlatma meselesi de oldukça sorunludur. Çünkü siyasi açıdan baktığınızda pragmatik çözümler her zaman söylem karşısında kazanıyor. Siz istediğiniz kadar bu para şuraya harcandı, şurada daha iyi değerlendirilebilirdi deseniz de, orada var olan gerçeklik fiziksel varlığıyla sıradan insan için var olmasıyla meşruiyetini sağlamakta. Bunu sorgulatmak için çok daha güçlü toplumsal baskı grupları oluşturmak gerekiyor. Kente karşı suçların sahipsiz ve kimsesiz bir kente karşı değil, kentlilere ve hatta kişinin kendisine karşı işlediği bir suç olduğunun vurgulanması gerekiyor.