Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

28 Haziran 2016 Salı

ANKARA'NIN MAKET TARİH DEVRİ VE UNESCO



Neolitik dönemden Galatlara, Romaya, Ahilik Döneminden Osmanlılara ve Cumhuriyet Dönemine kadar binlerce yıllık bir tarihsel birikime sahip olan Ankara Kentinde, tarihi kent dokusunun korunması ve gelecek kuşaklara aktarılması için yapılanlar ya da yapılmayanlar oldukça uzun bir süredir kent gündeminde önemli bir tartışma gündemi oluşturuyor. Tarihi dokunun korunması için gerekli koruma amaçlı imar planlarının bir türlü yürürlüğe girmemesi ve mahkeme süreçlerine konu olması, Ankara’nın tarihi dokusuna son yıllarda yapılan müdahalelerin uluslar arası koruma ilke ve standartlarına uygun olmaması, korumanın sosyal boyutlarının ihmal edilmesi ve yenilenen tarihi dokuların turizm ve kültür açısından beklenenin çok gerisinde kalması gibi konular bu tartışmanın ana başlıklarını oluşturuyor. Ancak, bir yandan da özellikle Ankara Büyükşehir Belediyesi son yıllarda artan bir hızla, Ulus, Hacı Bayram ve İsmetpaşa gibi yerlerde çeşitli yenileme projelerini uyguluyor.

Bu yenileme projeleri yapılış biçimleri ve sonuçları açısından da ciddi eleştirilere muhatap oluyor. Özellikle özgün tarihi evlerin yıkılarak betondan yeniden yapılmaları, tarihi sokak dokularının yer yer özgün biçiminin dışına çıkılarak yeniden yapılandırılmaları, tarihi dokunun katmanlı yapısı dikkate alınmadan sadece belli bir tarihsel dönemin öne çıkartılması çabaları her geçen gün kamuoyunun gündemini işgal eden yeni bir tartışmaya sebep oluyor. Geçtiğimiz günlerde Hacı Bayram’da bulunan Bizans Surlarının bir kısmının iş makineleriyle yıkılması gibi örnekler tarihi dokunun korunmasında hoyrat bir tavrın ortaya çıktığını gösteriyor.

Tüm bu tartışmaların yanı sıra, yapılan uygulamaların neden turizm ve kültür alanlarında Başkent Ankara’yı uluslar arası ve ulusal platformlarda öne çıkaracak sonuçlar getirmediği de merak konusu oluyor. Oysaki hem yurt içinde hem de yurt dışında tarihi koruma alanında yapılanlarla öne çıkan birçok önemli kent bulunuyor. Ankara’nın tarihi dokunun korunmasında geri planda kalmasının dört temel sebebi bulunuyor:

  • Bunlardan birincisi, Ankara’da tarihi dokunun korunması adına yapılan çalışmaların uluslar arası ve ulusal koruma standartlarının dışına çıkması, korumadan çok yenilemeye yönelerek tarihi dokuyu sosyal ve kültürel bağlamından koparan yapak bir çevre oluşturması. Adeta, tarihsel özelliği bulunmayan yepyeni ve yeni inşa edilmiş bir maket görünümüne bürünen tarihi dokular özellikle uluslar arası platformlarda koruma anlamında gerçek anlamda ilgi çeken uygulamalar olarak görünmüyorlar.
  • İkinci olarak, tarihi dokuların dış kabuğunu oluşturan binalar kadar o binaların temsil ettikleri yaşam biçimi, kültür ve sosyolojik bağlam da önem taşıyor. İçeriği dolu ve ilgi çeken unsurlarla yerel yaşamı doğru ve doyurucu biçimde temsil eden içerik ve sakinler olmadan maket görünümündeki bir koruma ilgi çekmediği gibi tarihin bütünsel korunması ve gelecek kuşaklara aktarılması açısından da katkıda bulunmuyor. Özellikle restorasyon adına yaşayanları başka yerlere gönderilerek steril bir yaşam çevresi oluşturulması, her yerin birbirine benzer kafe, restoran ve pansiyonlarla doldurulması koruma adına sakil ve tekdüze bir çevrenin ortaya çıkmasına sebep oluyor.
  • Üçüncü, tarihi dokunun korunmasında yerel sivil toplum ile birlikte önemli bir sahiplenme, kimlik ve aidiyet duygusunun inşa edildiğini gösteren, bunu da uluslar arası otoritelere tescil ettiren bir koruma anlayışının bulunmaması, bu koruma anlayışının katılımcı ve halkın işbirliğini teşvik eden bir çerçeveye oturmaması çok önemli bir sorun alanı oluşturuyor. Doğru şekilde korunduğu ve gelecek kuşaklara aktarılmak için doğru çabaların gösterildiği tüm dünyaca kabul görmeyen bir tarihi dokunun yerel, ulusal ya da uluslar arası alanda ilgi çekmesi ya da kabul görmesi pek mümkün görünmüyor.
  • Dördüncü olarak da korumanın genel olarak kentin tümüne hizmet edecek ve kentlinin aidiyet hislerini güçlendirecek kültürel bir birikim ve istihdam stratejileri ile birlikte düşünülmemesi önemli bir sorun alanı oluşturuyor. Kent belleği, kent müzesi gibi bilinen örneklerin dışında yerel el sanatlarını yerel sözlü tarihi belgeleyerek paylaşan işlevlerin düşünülmemesi maket kent imajını güçlendiriyor.


Maket Tarih ve Hoyrat Koruma Anlayışına Karşı Son Bir Deneme: UNESCO Dünya Miras Listesi Adaylığı

Bu sorunların aşılabilmesi için Başkent Ankara’nın tarihi, kültürel ve doğal mirasının korunması konusunda bir ortak aklın ve vizyonun oluşturulması gerekiyor. Kentteki tüm kamu kurumlarının, üniversitelerin, sivil toplum kuruluşlarının ve sıradan vatandaşın benimseyeceği ve katkıda bulunmak isteyeceği, kendini ait hissedeceği ve sahipleneceği bir hedef belirlenmesi önemli bir aşama olarak öne çıkıyor. Mayıs Ayı içerisinde çok geniş katılımla gerçekleştirilen bir etkinlikle kamuoyunun dikkatine sunduğumuz “Ankara Kentinin UNESCO Dünya Miras Alanı Adaylığı” böyle bir başlangıç olabilir. Dünya Miras Alanlığı gibi bir çerçevede hareket edilmesi Ankara tarihi kent dokusunun maket kente dönüşmesini engelleyecek ve tarihi dokunun Ankara Kentine, Türkiye’ye ve tüm insanlığa katkıda bulunacak bir alana dönüştürülmesini sağlayabilir.

Dünyadaki örnekler, savaş ve afetler gibi çok olağanüstü durumlar olmadığı durumlarda UNESCO Dünya Miras Alanı olmanın bir kentin tarihi dokusuna çok önemli düşünsel ve teknik katkılarda bulunduğunu göstermektedir. Bu faydalar şöyle özetlenebilir:

  • Öncelikle dünya miras listesine aday olunması için o alanın tarihsel değerine ilişkin tüm tarihsel birikim bilimsel bir anlayışla bir araya getirilmekte ve bir adaylık dosyası hazırlanmaktadır. Bu anlamda dağınık halde bulunan bilimsel birikimin yerel yönetimler tarafından kullanılması ve farkındalık yaratılması için çok önemlidir. Dünyanın birçok yerinde dünya miras listesi hazırlıkları bilimsel bilginin kurumlar tarafından benimsenmesinde önemli katkılarda bulunmaktadır.
  • Yine dünya miras listesi adaylığı için alanın yerel sahiplenmesini güçlendirecek, alanın yönetsel koordinasyonunu sağlayacak ve işbirliklerini arttıracak bir “alan yönetimi” kurulması gerekmektedir. Konusunda uzman bilim insanlarından ve kurum temsilcilerinden oluşan bu yönetsel yapı alanın takip edilmesini ve sahip çıkılmasını sağlamaktadır.
  • Yine alan yönetiminin yanı sıra alanda yapılacak tüm yatırım ve projeleri koordine edecek bir yönetim planının oluşturulması gerekmektedir. Bu yönetim planı alandaki yetki sahibi tüm kurum ve kuruluşların koordine edilmesini sağlamaktadır.
  • Yönetim planıyla eş zamanlı olarak alanın koruma amaçlı imar planlarının yapılması da gerekmektedir. Koruma planlarının yapılması, alandaki birçok sorunun çözümü ve maket korumadan uzaklaşılması için temel teşkil etmektedir.
  • Dünya miras alanlığı statüsü alındığında, tüm dünyanın dikkati dünya miras alanına çekilmektedir. Dünya miras alanı olan yer hem bilimsel araştırmalar hem de popüler kültür ürünlerine konu olmaktadır. Bu hem alanın tanınırlığını arttırmakta, hem yapılacak yanlış uygulamalara tepkileri ciddileştirmekte hem de alana gelen nitelikli ziyaretçilerin sayısını arttırmaktadır.
  • Ziyaretçi sayılarının artması alanda turizm faaliyetlerinin güçlenmesinin de önünü açmaktadır. Yapılan araştırmalar dünya miras alanı ilan edilen yerlerde turist sayısında ilk beş yılda %3-5 arası bir artış olduğunu, bu artışın çok önemli bir kısmının bilimsel ve kültürel amaçlarla alana gelen nitelikli ve entelektüel bir turist kitlesinden oluştuğunu göstermektedir.
  • Alanın korunmasında uluslar arası ve ulusal fon kaynaklarından yararlanma olanağı artmakta, daha da önemlisi, uluslar arası alanda güçlü uzmanlardan oluşan araştırma ekiplerinin alana ilgisi artmaktadır. Bilimsel alanda artan bu ilgi alanın korunmasında önemli bir destek halini almakta, uygulayıcılara yol göstermektedir. 
  • Bir yerin dünya miras alanı olması ulusal ve yerel bir gurur vesilesi olup yine yapılan araştırmalar bunun hemşerilik bilincini ve kentlilik kimliğini güçlendirici bir etki oluşturduğunu göstermektedir. Bu durum korumada yerel sahiplenme ve aidiyet hislerini güçlendirerek korumada insan unsurunu öne çıkarmaktadır.
  • Dünya miras alanı olmak Birleşmiş Milletler sistemi ve UNESCO ile bağları güçlendirmekte, yerel uzman ve akademisyenlerin kapasiteleri ve birikimi artmaktadır. Bu da alandaki koruma çalışmalarında çok önemli bir kaynak oluşturmaktadır.
  • Yine dünya miras alanlığı, bir yerin korunmasında kamu, özel sektör, sivil toplum ve halk arasında işbirliği ve eşgüdümü güçlendirici araçlar getirdiği için korumada önemli bir yönetsel kapasite oluşumunu sağlamaktadır.


Dünyada ve özellikle dünya miras alanlarının yoğunlukta olduğu Avrupa Başkentlerinde, dünya miras alanlığı statüsünün korumada doğru ve gelişen uygulamaları yapmak için çok önemli bir araç olduğu görülmektedir. Hoyratça ve ben yaptım oldu şeklinde, maket kentler üreten bir koruma anlayışı yerine sürekli öğrenen ve kendini geliştiren bir koruma yaklaşımının getirilmesi için bu sebeple dünya miras alanlığı süreci Ankara için bir araç olarak kullanılabilir, bu yolla yanlış koruma uygulamalarından vazgeçilmesi sağlanabilir. Ankara’da korumada doğru yaklaşımların tercih edilmesi de nihai olarak Ankara Kentinin sosyal, ekonomik ve kültürel gelişimine önemli katkılarda bulunacaktır. 

24 Haziran 2016 Cuma

DAVUTOĞLUNUN KENTSEL ÇELİŞKİLERİ



Günümüz dünyasında, kentlere ve kentsel alanlara ilişkin devlet ve hükümet politikaları hükümet programlarının çok önemli bir kısmını oluşturuyor. Bu durum iki açıdan önemli çelişkiler yaratmakta. Birinci olarak merkeziyetçiliğin ve tekçiliğin ağır bastığı hükümet geleneklerinde, kentlere ilişkin politika ve projeleri hakkıyla uygulayabilmek konusunda ciddi zorluklar bulunuyor. İkinci olarak kentlere ilişkin politikaların uygulanması, kalkınma, ekonomi, konut gibi diğer bazı önemli kamu politikası alanlarında önemli dolaylı değişikliklere yola açacağından ciddi siyasi sonuçlar ve maliyetler oluşturmakta. Bu sebeple, hükümetler kentlere ilişkin politikaları uygulama konusunda ciddi zorluk ve engellerle karşılaşmaktadır. Bu engeller, merkezi hükümet düzeyindeki siyaseti ve ülke kalkınmasını derinden etkileme potansiyeline sahiptir. Kuşkusuz hükümetler de bunun farkında. Bu sebeple kentlere ilişkin politikalara eşlik eden bir de söylem inşa edilmesi gündeme gelmektedir. Bu söylem inşasında, kentsel mekâna yeni anlamlar atfedilmesi, bu anlamların yapılanları kitleler tarafından beklenen şekilde algılanmasını sağlanması hedeflenmektedir. Son dönemde eski Osmanlı coğrafyasındaki şehirler ve medeniyet kavramı etrafında örülen böylesi bir söylem ve estetik alanda Osmalı ve Selçuklu ağırlıklı yönelim bu algının oluşumunda önemli bir yere sahip. Ne ki, bu söylem, uygulanan kentsel politikaların yapısal sorunlarını çözmüyor, hatta yapılanlarla söylem sıklıkla ve açık bir şekilde çelişiyor. Ama söylemin meşrulaştırıcı gücü belli bir siyasi dönem sürdükçe söylemin de arka planda etkisini sürdürmesini sağlıyor.

64. Davutoğlu ve 65. Yıldırım Hükümetlerinin Eylem Planları incelendiğinde özellikle yerel yönetimlere, kentlere ve kentsel alanlara ilişkin birçok kısa, orta ve uzun vadeli eylemin tanımlandığı görülmekteydi. Davutoğlu’nun da Başbakanlığı döneminde özel olarak kentleşme sürecindeki yanlışlara ve şehir kültürünün önemine işaret ettiği bilinmektedir. Ancak, Adalet ve Kalkınma Partisi Hükümetlerinin geçmişi ve Türkiye’nin kentleşme süreci dikkate alındığında bu eylemlerin tamamına yakınının gerçekleştirilmesi konusunda önemli engeller ve ciddi çelişkiler bulunduğu görülmektedir. Davutoğlu’nun kısa Başbakanlık süresi dikkate alındığında belki bu çelişkilerin çok da önemli olmayacağı düşünülebilir. Ancak, hem Davutoğlu’nun görevden ayrılışının hemen sonrasında “Medeniyetler ve Şehirler” adlı kitabının yayımlanması hem de Binali Yıldırım Hükümetinin en azından kentsel konular açısından çok büyük oranda Davutoğlunun Hükümet Programının izlerini taşıması bu çelişkilerin ortaya konmasını önemli hale getiriyor. Çünkü Türkiye’de sağ iktidarların gelenekleri düşünüldüğünde Davutoğlunun medeniyetler ve şehirler eksenindeki tanımlarının daha bir süre daha kentsel politikalara meşruiyet kazandırmak için kullanılabileceğin söylenebilir. Bu amaçla, kentlerle doğrudan yahut dolaylı olarak ilgili olarak son dönem hükümet programlarını derinlemesine ele alınması gerekiyor. Henüz 65. Hükümet ayrıntılı bir eylem planı yayımlamadığı için ve de 65. Hükümet Programı büyük oranda kentler ve yerel yönetimler konularında Davutoğlu Hükümetinin önceliklerini devam ettiriyor göründüğünden öncelikle Davutoğlu Hükümetinin Eylem Planının bir değerlendirmesi yapılabilir.

64. Hükümet (Davutoğlu) Programının Kentsel Konular Açısından Değerlendirilmesi

3 Ay İçinde Gerçekleştirilecek Reformlar ve Kentsel Çelişkiler

2. maddede “Her türlü mevzuat düzenlemelerinde Düzenleyici Etki Analizi (DEA)” uygulaması için gerekli tedbirlerin alınacağı söylenmektedir. Düzenleyici Etki Analizi, yasaların yürürlüğe girmeden önce etkilerinin analiz edilmesini gerektiren önemli bir çalışmadır. Ancak, özellikle yerel yönetimleri ve kentleri ilgilendiren 6306 Sayılı Afet Riskli Alanlarda Dönüşüm, yani kentsel dönüşüm yasası ya da 6360 Sayılı Yeni Büyükşehir Yasası gibi birçok yasa için bu tür bir etki analiz yapılmamıştır. Programda belirtilen kentlere ilişkin birçok yasal düzenlemede bu etki analizinin yapılması gerekecektir. Oysa yine kentlere ilişkin düzenlemelerin hızla çıkarılması gerektiği söylenmektedir. Bu durum düzenleyici etki analizinin kentlere ilişkin nasıl yapılacağı konusunda soru işaretleri yaratmaktadır.

3. Maddede “Siyasi Etik Kanunu çıkarılacak”, 4. Maddede de “Siyasetin Finansmanının şeffaflığı sağlanacak” denmektedir. Türkiye’de siyasetin finansmanında gayrimenkul rantlarının ve imar planı değişikliklerinin çok önemli bir yerinin olduğu bilinmektedir. Siyasi etik ve siyasetin finansmanına ilişkin yasal düzenlemelerin imarla ve yerel yönetimlerle ilgili düzenlemelerle ilişkilendirilmesi gerekmektedir. Bu ilişkilendirmenin de düzenleyici etki analizi kullanılarak yapılması gerekmektedir. Bunun üç ay içinde nasıl yapılacağı önemli bir soru işaretidir.

5. Maddede imar planı değişiklikleri sonucunda ortaya çıkan değer artışlarından kamu tarafından pay alınması uygulamasına geçileceği ifade edilmektedir. Neredeyse daha önceki hükümet politikalarının tamamı inşaat sektörünü motor olarak kullanan politikalara dayalıyken bu uygulamanın makro ve mikro ölçekte ne tür sonuçlar yaratacağını kestirmek çok güçtür. Daha önceki dönemde inşaat sektörünü derinden etkileyecek faiz oranları üzerinden Cumhurbaşkanı ile Merkez Bankası ve Ali Babacan arasındaki gerilimin bir benzerinin de bu konuda yaşanması olasıdır. Ayrıca, mevcut yapıda belediyelere bağış ya da gayrimeşru yollardan imar planı değişiklikleri karşılığında pay alındığı konusunda tartışmalar bulunmaktadır. Bu durumun yasallaşmasının yanlış imar planı değişikliklerini de yasallaştıracağı ve imar yoğunluklarını arttıracağı çekincesi ifade edilmektedir. Yine bu da bir düzenleyici etki analizi konusudur.

6. Maddede geleneksel irfan merkezleri ve cemevlerine hukuki statü tanınacağı ve gerekli mevzuat değişikliklerinin yapılacağı belirtilmektedir. İmar Kanununa göre cami ve ibadet alanlarının yerleri imar planlarında ayrılmaktadır. Bu ayrılan arsalar da tüm bölge halkından kesilen arsa payları ile ücretsiz olarak sağlanmaktadır. Cemevleri için arsanın nasıl sağlanacağı konusu sorunludur. Ayrıca, yapılaşmasını tamamlamış alanlarda cemevlerine nasıl yer bulunacağı konusu da önemli bir soru işaretidir.

13. Maddede, “alt işverenlik çerçevesinde asıl işlerde çalışanların kamuda istihdam edilmesine yönelik düzenleme yapılacağı” belirtilmektedir. Bu konuda özellikle belediyelerin ihale ile taşerona verdikleri işlerde çalışanların kadroya geçirilmesi gündeme gelmektedir. Bir yandan belediyelere norm kadro ile çalışan sınırı konmasıyla taşeron çalışanların kadroya alınması konusunun bir arada nasıl bağdaştırılacağı önemli bir soru işaretidir. Burada belediyelerin kurumsal yapılarında ve çalışan profilinde önemli sorunlar çıkma olasılığı bulunmaktadır.

18. Maddede “İllerde Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlıklarının görev ve hizmet standartlarının belirleneceği ve nitelikli eleman istihdam edileceği” belirtilmektedir. Yeni büyükşehir yasası sonrasında kapatılan il özel idarelerinin yerine kurulan bu yapılar henüz çalışır hale getirilememiştir. İl Özel İdarelerindeki nitelikli personel de dağılmıştır. Halihazırda işler hale getirilemeyen bir  yapının hizmet standartlarının nasıl belirleneceği soru işareti oluşturmaktadır. Bu sebeple özellikle belediyeler dışındaki merkezi hükümetin taşra teşkilatı olan il müdürlükleri ile merkezi hükümet kurumlarının yatırımlarının büyükşehir belediyeleri ile sağlıklı biçimde koordine edilemediği görülmektedir.

6 Ay İçinde Gerçekleştirilecek Reformlar ve Kentsel Çelişkiler

24. Maddede “Bilirkişilik müessesesi yeniden ele alınarak müstakil bir kanun hazırlanacak, …hakimin yargı yetkisini bilirkişilerle paylaşmasını önleyecek…” düzenlemeler yapılacağı belirtilmektedir. Özellikle imar hukukunu ilgilendiren davalarda ve yanlış planlama konusu davalarda bilirkişilerin çok kritik önemi olabilmektedir. Bunun belli bir sistematiğe kavuşturulması da çok önemlidir. Ancak, bilirkişilerin imar ile ilgili uzmanlıkları çok önemli teknik yanlar içerdiğinden sistemin çözeceğinden çok sorun yaratmamasına çok dikkat edilmesi gerekmektedir. Ayrıca, hakimlerin bilirkişi gereken yerlerde bilirkişiden yardım almadan karar almaları olasılığı da başka sorunlu bir duruma işaret etmektedir.

30. Maddede “e-devlet strateji ve eylem planı hazırlanacağı” belirtilmektedir. Kamu hizmetlerinin elektronik ortamda sunulması ve sunulma düzeyinin arttırılması tüm Ak Parti Hükümetlerinde öncelikler arasında gösterilmiştir. Ancak, burada en az mesafe imar hizmetleri ve kent yönetimine katılım konusunda alınabilmiştir. Yerel yönetimler ve imar hizmetleri konusuna özel olarak eğilinmesi gerekmektedir.

37. ve 38. Maddelerde “Kalkınma Ajanslarının ve Bölge Kalkınma İdarelerinin Yapısı İyileştirilecek” denilmektedir. Mevcut imar planlama pratiğinde bu birimlerin yapacakları “bölge kalkınma planları”nın konumu ve yaptırımı çok sorunlu ve etkisizdir. Ayrıca, yeni büyükşehir belediyesi kanunu sonrasında ortaya çıkacak yetki çatışma ve çakışmalarının da değerlendirilmesi gerekmektedir. Aksi takdirde yapılacak düzenlemeler etkisiz kalma riskiyle karşılaşabilir.

41. ve 42. Maddelerde “kalite ve özerkliği odağına alan yeni bir YÖK kanunu hazırlanacağından” ve “YÖK Kalite Kurulundan” bahsedilmektedir. Kanunun üniversitelere ilişkin düzenlemeleri yanı sıra üniversitelerin içinde bulundukları yerellikler, kent ve yerel yönetimlerle ilişkilerinin de düzenlenmesi gerekmektedir. Onlarca üniversite bulunan büyük kentlerde yerel yönetimlerin bu üniversitelerle neredeyse hiç ortak ar-ge ve araştırma yapmaması büyük bir eksikliktir ve yerel kalkınma süreçlerini kesintiye uğratmaktadır.

48. Maddede “Belediyelere Kreş açma zorunluluğu getirilmesinden” bahsedilmektedir.  Cemevlerinde olduğu gibi, kreşlerin açılmasında da imar planlarıyla ilişki ve arsa sorunu ile karşılaşılma olasılığı yüksektir. Yeşil alanlar azaltılarak ya da apartman dairelerinde sağlıksız kreşlerin açılması konusuna dikkat edilmesi gerekmektedir. Bunun için konu imar kanunu kapsamında değerlendirilmelidir.

52. Maddede aile hekimliğine ilişkin genel konular yanı sıra “Aile sağlığı merkezlerinin ve aile hekimliği uygulamasının fiziki yapılarının iyileştirilmesinden” de bahsedilmektedir. Burada da cemevleri ve kreşlerle ilgili benzer sorunlarla karşılaşılması olasılığı yüksektir. Bu sebeple bu konunun da imar kanunu ile birlikte değerlendirilmesi gerekmektedir.

61. Maddede “ Kamuya ait tatil yeri, kamp ve eğitim tesisi gibi alanların ekonomiye kazandırılması”ndan bahsedilmektedir. Bu tür tesislerin büyük bir kısmı kıyılarda bulunmaktadır. Bu tesislerin özel sektör eliyle turizm tesislerine dönüştürülmesi iki önemli sorunu da beraberinde getirecektir. Birincisi kıyılarda betonlaşmanın artması, ikincisi de halkın kıyıları kullanımına kısıt gelmesidir. Her iki sorunun da engellenmesi için kıyılardaki yapılaşmanın denetlenebilmesine uygun bir kent planlama sürecinin işletilmesi gerekmektedir.

62. Maddede “Büyük Altyapı Projelerinde ortak karar alma süreçleri”nin geliştirileceği, 69. Maddede de “kanal İstanbul için yasal düzenleme yapılacağı” ifade edilmektedir. Burada henüz işlerliği sağlanamamış olan ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından yapılacağı öngörülen mekansal strateji planlarının ve Bölgesel Gelişme Ulusal Stratejisinin (BGUS) işlerlik kazanması dikkate alınmalıdır. Aksi takdirde bu projeler üst ölçek planlardan yoksun olmaları sebebiyle hesap edilemeyecek yeni sorun alanlarına sebep olabilirler. Kanal İstanbul gibi projelerin planlama

66. Maddede “Perakende ticaretin ve AVM’lerin düzenlenmesine yönelik ikincil düzenlemeler” yapılacağı söylenmektedir. Bu konuda daha önce çıkarılan yasa AVM’lerin planlanması, kent içerisinde konumu ve tasarımı konularında neredeyse hiçbir kural getirmediği için AVM’ler denetimsiz bir şekilde açılmaya devam etmektedir. Birçok AVM de batma riski ile karşı karşıyadır. Yeni konut projelerinin içinde de neredeyse sayısız yeni AVM öngörülmektedir. Bu sürecin ekonomiye zarar verecek bir noktaya gelmemesi için bu konunun ayrıntılı bir şekilde ele alınması ve imar kanunu ile ilişkilendirilmesi gerekmektedir.

73. Maddede “Endüstri Bölgeleri ve Organize Sanayi Bölgelerinde arsa maliyetlerini azaltmak” vurgulanmaktadır. Bu bölgelerin yönetimleri yerel yönetimlerin denetimi dışında kendi imar planlarını yapma yetkisine sahiptir. Özellikle de son yıllarda bu bölgelerin sanayi üretiminden çok arsa rantı elde etmek için kuruldukları eleştirileri bulunmaktadır. Sağlanacak arsaların gayrimenkul rantı elde etmek için değil gerçekten sanayi üretimi yapmak için kullanılmasını sağlayacak önlemler alınmalıdır.

82. Maddede “Kamuda hizmet binası ediniminin esaslarının belirlenmesi ve etkin bir şekilde uygulanması” ifade edilmektedir. Son yıllarda özellikle Başkent Ankara’da kamu yapılarının kiralama yoluyla edinildiği, yapılan kamu binalarında da kente bir estetik değer katma unsurunun geri planda kaldığı görülmektedir. Bunu engellemek için tüm kamu binalarının mimarlık yarışmalarıyla elde edilmesi kurala bağlanmalı, kaynak israfını engellemek için kiralamaya limit konmalıdır.

92. 93. ve 94. Maddelerde, su, korunacak doğal ve tarihi değerlere ilişkin olarak varlıklarımızın korunmasında yetki çatışmalarının önlenmesine yönelik mevzuatın çıkarılacağı ifade edilmektedir. Bu konudaki yetki çatışmalarını gidermek için aynı zamanda koruma önceliklerini belirlemek gerekmektedir. Bu ise altı ayda hakkıyla gerçekleştirilemeyecek kadar zorlu bir konudur. Uzmanların ve üniversitelerin katılımı ile düzenleyici etki analizleri yapılmasını gerektirir.

95. ve 96. Maddelerde büyükşehir belediyesi kanununun gözden geçirileceği, ilçe belediyelerinin kaynaklarının arttırılacağı belirtilmektedir. Yeni büyükşehir belediyesi kanunu hiç tartışılmadan çıkarılmış, uygulamada birçok sorun ortaya çıkmıştır. Şimdi bu hataların düzeltilmesi gerekli ve doğrudur. Ancak, aynı hatanın tekrarlanmaması için uzmanların görüşü alınarak ve toplumda tartışmaya açılarak gerekli düzenlemeler yapılmalıdır.

97. Maddede, kentsel dönüşüm alanları için gayrimenkul sertifikası modelinin hayata geçirileceği söylenmektedir. Kentsel dönüşüm sürecinde imar haklarının alınıp satılmasına olanak tanınacaktır. Ancak, bu düzenlemenin imar planı değişikliği ile oluşan değerden vergi alınması ile birlikte yaşama geçirilmesi imar uygulamalarında ciddi adaletsizliklerin oluşabileceğine işaret etmektedir. Buna dikkat edilmesi gerekir.

98. Maddede şehirlerde kişi başına düşen yeşil alan miktarı arttırılacak denmektedir. Kentlerde yeşil alan miktarının azalmasına sebep olan kamusal alanların plan değişikliği ile ticarileşmesinin ve mevcut parkların da rekreasyon alanı adı altında taşlaştırılmasının önüne geçilmeden bunun gerçekleştirilmesi ciddi zorluklar içermektedir. Ayrıca, yeşil alan miktarından çok erişilebilirliği, mahalle parklarının varlığı da çok önemlidir.

1 Yıl İçinde Gerçekleştirilecek Reformlar ve Kentsel Çelişkiler

113. Maddede “Kamu Personel Reformu” yapılacağı söylenmektedir. İmar süreçlerinde görev yapan şehir plancısı, mimar ve mühendislerin iş güvencesinin ortadan kaldırılması söz konusu olursa, imar planlarının yapımı süreçleri tamamen siyasetin etkisi altına girme riski ile karşı karşıya kalacaktır ki bunun kentleşme sürecinde çok olumsuz etkileri olabilir.

115. Maddede “Merkezi ve yerel yönetimler arasındaki ilişkiler Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartıyla Uyumlu olarak yeniden düzenlenecektir” denmektedir. Özellikle son günlerde HDP’nin özyönetim ilanı ile birlikte bu eylem çok kritik ve siyasi bir hal almıştır. Bu konuda toplumun tüm kesimlerini ve konunun uzmanlarını sürece dahil eden bir yasa yapım süreci işletilmelidir.

116. Maddede “Yerel yönetimlerde hesap verilebilirlik mekanizmasının güçlendirilmesi” amacıyla İçişleri Bakanlığına yerel yönetimlerin hizmet standartlarının denetlenmesi görevi verilmektedir. Bu ise 155. Maddedeki yerel özerklik düzenlemesi ile çelişmektedir.

167. Maddede “Altyapılı arsa geliştirme konusunda yerel yönetimlerin desteklenmesi” ifade edilmektedir. Ülkemizde kentsel altyapı yatırımlarına harcanan kamu kaynakları çok verimsiz kullanılmaktadır. Özellikle kentlerin çeperinde ve çok uzağındaki konut alanlarına altyapı yatırımı yapılması kentlerin denetimsiz büyümesine sebep olan faktörler arasındadır. Altyapı yatırımlarının mutlak surette planlama ile eşgüdümlü yapılması gerekmektedir.

169. Maddede “Şehirlerde kamu arazilerinin daha aktif kullanılmasının” sağlanacağı belirtilmektedir. Mevcut durumda kamu idareleri kamu arazilerini satma eğiliminde olduğu için kentlerdeki kamusal alanlar azalmakta, kamulaştırma maliyetleri artmaktadır. Bu maddenin bu eğilimi hızlandırabileceği düşünülmektedir.

172. Maddede “Kentsel dönüşüm alanları, kentsel mimarlık, afet yönetimi, Türkiye coğrafi bilgi stratejisi” konularında strateji belgeleri hazırlanacağı ifade edilmektedir. Kısa ve orta vadede yapılması düşünülen birçok eylemin sonrasında bu strateji belgelerinin hazırlanması çok sorunludur. Önce strateji hazırlanıp sonra eyleme geçilmesi daha anlamlı olacaktır. Strateji hazırlanıp hayata geçirildiğinde bazı konularda geri dönüşü olmayan noktaya gelinmiş olabilir.

64. Hükümet Programının 2016 Yılı Eylem Planı, birçok açıdan kentsel uygulama ve stratejilerde kendi içerisinde önemli çelişkiler taşımaktadır. Bunların başında; stratejinin eylemden sonra yapılması, çok derin ve kapsamlı etkileri olabilecek gayrimenkul sertifikası gibi bazı uygulamaların aceleci biçimde uygulamaya sokulması ve diğer alanlarda yapılan bazı düzenlemelerin kentsel alana etkilerinin göz ardı edilmesi gelmektedir. Nitekim hem eylem planındaki maddeler içerisindeki zorluklar hem de görev süresinin kısalığı sebebiyle Davutoğlu Hükümetinin eylem planının kentler ve yerel yönetimlere ilişkin maddelerinin büyük oranda uygulanamadığı görülmektedir.


Davutoğlu Hükümetinin kentler konusundaki eylem planı aslında Türkiye’de kentsel politikaların geldiği noktayı da işaret etmektedir. Bir yandan siyasi alanda inşa edilen, romantik bir söylem olarak, sosyo-ekonomik ve mekansal veri ve gerçeklerle irtibatı kurulmadan ifade edilen “medeniyetler ve şehirler” tezi gibi unsurlara dayandırılan ama bir yanıyla bu tezle uygulama ölçeğinde neredeyse hiç ilişkilendirilmeden teknik birer unsur olarak projelendirilen ve güncel sermaye süreçlerine dayanan uygulamalar bir arada var olmakta ve çeşitli eklektik biçimler alarak politika belgelerine yansımaktadır. Gerçek dünyada bu eylemlerin sonuçları ortaya çıkmaya başladığındaysa üretilen söylemin yarattığı “polyannacılık” etkisiyle muhafazakarlık adına yaratıcı yıkım başlatan modernist tavra hiçbir eleştirel tavır ortaya çıkmamaktadır. Bu söylemlerin sıklıkla atıfta bulunduğu Turgut Cansever gibi bilge mimarların eserlerine dahi saygısı bulunmayan bir uygulama pervasızlığı giderek yaygınlaşmaktadır. Bu pervasızlığın ve hoyratlığın son dönem örneklerini iyi anlayabilmek ve ortaya koyabilmek için politika belgelerinin ayrıntılı analizlerine daha fazla önem verilmesi gerektiği açık. 

20 Haziran 2016 Pazartesi

TERÖRE KARŞI DAYANIKLI KENTLER

Türkiye’de son beş yıldır, kentler çok ciddi terör saldırıları ile karşılaşmaya başladı. Bu saldırıların konumu, etki alanı ve verdiği zarar da giderek artıyor. Özellikle son altı ayda Başkent Ankara’da sırasıyla Gar’da, Devlet Mahallesinde ve Güvenpark’ta gerçekleşen saldırılar toplumda çok ciddi bir güvenlik bunalımının ortaya çıkmasına sebep oldu. Toplumun tüm kesimleri arasında bu güvenlik zafiyetlerinin nasıl giderileceği ve terör olaylarına nasıl engel olunacağı tartışılıyor. Tartışmalar genellikle Türkiye’nin uluslar arası politikadaki hataları ve Ortadoğu’da gelinen nokta üzerinde ve beraberlik söylemleri üzerinde yoğunlaşıyor. Oysaki karşı karşıya kalınan durumun önemli bir kısmı güvenlik zafiyetleri ve istihbarat süreçleri ile yakından ilişkili olsa da, gözden kaçan en az istihbarat kadar önemli bir kısmı da kent merkezlerimizde ve kamusal alanlarımızdaki tasarım, düzenleme ve alınan güvenlik önlemleri ile çok yakından ilgili olduğunu görmek gerekiyor.

Tüm dünyada artan terör önlemleri ve yaygınlaşan düşük yoğunluklu savaş ortamları sebebiyle kentlerin nasıl daha güvenli hale getirileceği önemli bir tartışma konusu oluşturuyor. Bu anlamda “dayanıklı kent”, ya da “savunan kent” kavramları kullanılmaktadır. Bu kavramlarla kentlerin içinde yaşayan insanları iç ve dış tehditlerden koruyan önemli savunma ve koruma işlevlerini yerine getirmeleri ifade edilmektedir. Çünkü ortaya çıkan yeni tehditler kentlerde sadece kolluk kuvvetleri tarafından değil, kent yönetimleri tarafından da alınması gereken bütüncül önlemleri gündeme getirmektedir. Özellikle kentlerde kamusal alanların yeniden düzenlenmesi yoluyla güvenliğin arttırılması için çaba harcanması önem kazanmaktadır.

Bu açıdan dünyada kentlerin teröre karşı güvenli hale getirilmesinde uygulanan “önleyici kent” yaklaşımlarının getirdiği beş ayrı uygulama stratejisi bulunmaktadır. Bunlar:

  • Örtülmüş Mekân: Kentteki kamusal mekânların ve toplanma alanlarının terör saldırılarının doğrudan hedef alınamayacağı şekilde görsel gizleme altına alınması.
  • Kaygan Mekân: Kentteki kamusal mekânların dolaylı bir şekilde erişilebilecek biçimde tasarlanması.
  • Pütürlü Mekân: Kentteki kamusal alanlarda patlama ve terör olaylarına karşı önleyici elemanlar yerleştirilmesi, denetim noktaları oluşturulması. 
  • Dikenli Mekân: Kentteki kamusal alanlarda terör davranışlarını zorlaştıracak şekilde kent mobilyalarının yeniden ele alınması
  • Gergin Mekân: Kentteki kamusal alanların etkin gözetim araçlarıyla sürekli izlenmesi


Türkiye’de kentlerde alınan güvenlik önlemleri daha çok “gergin mekân” stratejisine uygun görünmektedir. Kentlerde kamusal mekânlarda kolluk güçlerinin ve güvenlik kameralarının sayısı arttırılmaktadır. Ancak, yapılan araştırmalar, gözetime dayalı olarak alınan önlemlerin kentlerde teröre karşı korkuyu azaltmamakta, bilakis arttırmakta olduğunu göstermektedir. Esas olarak kentlerin teröre karşı daha güvenli ve dayanıklı hale getirilmesi için kentsel tasarım ve planlama ile yapısal önlemler alınması gerekmektedir.

Başkent başta olmak üzere, Türkiye’de kentlerde son yirmi yılda yoğunlaşan iki düzenleme biçimi ise bu önlemlerin tam tersine bir durum oluşturmaktadır. Öncelikle kent merkezi ve kent merkezinde bulunan kamusal alanlar otomobil odaklı bir ulaşım anlayışıyla transit trafiğe açılmıştır. Öyle ki, kent merkezinde bulunan tüm kamu kurumları, alışveriş merkezleri ve kamusal alanlar, bombalı araçların kolaylıkla erişebileceği bir hale gelmiştir. İkinci olarak, da kent merkezlerinde bulunan kamusal alanların azaltılması ve var olanların da tasarımlarında güvenlik unsurunun hiç dikkate alınmaması, olası terör eylemlerinin etkisini arttırmaktadır. Yan yana, hiçbir tasarım ve güvenlik önlemi alınmamış toplu taşım durakları, kapasitesi üzerinde kullanılan bekleme alanları, terör olaylarında zarar gören insan sayısının ne yazık ki artmasına sebep olmaktadır.

Terör olaylarının şok etkisi geçtikten sonra bu sebeple, akılcı biçimde Türkiye’de üzerinde düşünülmesi gereken en önemli konular ve yapılması gerekenler şu şekilde sıralanabilir. Bu şekilde, terör olaylarının daha fazla kayba sebep olmasının önüne geçilmesi için daha etkin önlemler alınmış olacaktır:

  • Devletin üst düzeyinde güvenlik için oluşturulan kriz masalarında kentlerin durumu da mutlaka ele alınmalıdır.
  • Kent yönetimleri, bu konuda bilinçlenmeli, üniversitelerle ve sivil toplum örgütleriyle işbirliğine giderek kentlerin güvenli tasarımı konusunda birer eylem planı oluşturmalıdır.
  • Kent merkezindeki yoğun kullanımlar ve aşırı yoğun toplu taşım aktarım istasyonları dağıtılmalı, daha yaygın bir ağa dönüştürülmelidir.
  • Kent merkezleri aşırı yoğun transit trafiğe kapatılmalı, yaygın yayalaştırma çalışmaları yapılarak yaya bölgelerinin sayısı ve kapsamı genişletilmelidir.
  • Kent merkezlerinde terör olaylarının olası etkilerini azaltacak kentsel tasarım uygulamaları yapılmalıdır.
  • Kentsel kamusal alanlara terör olayları öncesi ve sonrasında acil durum ekiplerinin erişimini kolaylaştıracak, yurttaşların tahliyesini sorunsuz sağlayacak koridorlar oluşturulmalıdır. 
   Bu tür yaklaşımların her bir kent özelinde tartışılabilmesi ve temel hak ve özgürlüklerin demokratik bir şekilde savunumunu engellemeden kentlerin terör olaylarına karşı dayanıklı hale getirilmesinde yerel yönetimler düzeyinde farkındalığın arttırılması büyük önem taşıyor. Yerel yönetimlerin üniter düzenin sınırları dahilinde kentsel alt ve üst yapı bağlamında terörle mücadele konusunda alabilecekleri ciddi önlemler olduğu unutulmamalı. Bu tür bir farkındalığın olmaması ya da terörle mücadele konusunda merkezi ve yerel yönetimler arasında anlamlı bir görev dağılımının olmaması belki de terörün kendisinden daha çok korkmamız gereken bir zaafiyet oluşturuyor.