Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

Yargı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yargı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Ocak 2020 Cuma

ANGARANIN İMAR EMSAL OYUNLARI


Ankara Türkiye Cumhuriyetinin Başkenti ilan edildikten sonra çağdaş şehircilik ve planlama yaklaşımlarıyla imar edilmiş, uzunca bir süre planlı kentsel gelişmenin öncü ve örneği olagelmiştir. Ankara’nın kentsel gelişmesi bir üst ölçekli plana bağlı olarak ve planda ihtiyaç dışında çok fazla değişiklik yapılmadan 1970’li yıllara kadar sürmüştür. Bu süreçte Ankara’nın gelişimini yönlendiren planlar yarışmalar ve uzman ekipler tarafından yapılmış ve kentin temel ihtiyaçlarına göre kurgulanmıştır. Planlama süreçlerine konut alanlarının oluşturulmasında ve kamu yapılarının elde edilmesinde kooperatifçilik gibi modeller eşlik etmiş, devlet mahallesi, Atatürk Orman Çiftliği gibi yenilikçi yaklaşımlar Avrupalı mimarların da katkısıyla uygulanmıştır.
Ancak, özellikle 1970’li yıllardan sonra önce gecekondu alanlarının denetimsiz bir şekilde yaygınlaşması, 1980’li yıllardan sonra da kentleşme süreçlerine ilişkin kararların ağırlıklı olarak yatırımcılar ve arazi sahiplerinin etkisiyle verilmesi sonucunda Başkent Ankara planlı kentsel gelişmeden uzaklaşmıştır. Oysa sağlıklı gelişen bir kentte, piyasa mekanizması ile planlama süreçlerinin kamu yararına işleyişi arasında kentin bütününü gözeten bir denge kurulması çok önemlidir. Bu dengenin bozulmasının çok ciddi bedelleri vardır ve bu bedelleri bütün Ankaralılar yıllardır ödemektedir.


Ankara Plan Disiplininden Nasıl Koptu?

  • Başkent Ankara’nın bütünsel olarak planlanmasını öngören son plan 1970’li yıllarda yapılan “Ankara 1990 Nazım İmar Planı”dır. Bu plan Ankara’nın 1990’ların başına kadar nasıl gelişeceğini öngörmekteydi. Bu planla öngörülen Bakanlıkların Eskişehir Yoluna kaydırılması gibi kararlar bugün hala geçerlidir. Ancak, bu plandan sonra bir daha bu kadar etkili bir üst ölçekli plan yapılmadı.
  • 1980’lere gelindiğinde Başkent Ankara’nın yaklaşık %50’si gecekondulardan oluşan bir kuşakla çevrilmişti. 1980’li yıllarda çıkarılan imar affı ve gecekondu kanunları ile bu gecekonduların apartmanlara dönüşümünün yolu açıldı. Ankara’nın çok önemli bir kısmı üst ölçekli plan olmaksızın gecekondudan apartmanlara dönüşmeye başladı. Bugünün imar planı değişikliklerinin önemli bir kısmının başlangıç noktasını bu dönüşüm teşkil etti.
  • 1990’lı yıllardan 2010’ların başına kadar geçen yaklaşık 20 yıllık süreçte Başkent Ankara’da bir üst ölçek plana bağlı olmaksızın yaklaşık 8000 imar planı değişikliği yapıldı. Bu dönüşüm süreci kentin tüm dengelerini bozdu. O yıllarda kentte 50 bin civarında imar adası bulunduğu düşünülürse neredeyse her 6-7 imar adasından birinde değişiklik yapıldığı görülebilir.
  • Bu değişiklikler öncelikle gecekondudan apartmana dönüşen alanlarda, kent merkezlerinde ve mevcut kent dokusunda yapı ve nüfus yoğunluklarının artmasına, kaçak ve iskan dışı yapıların yasallaşmasına yönelik değişiklikler meydana getirdi. Öte yandan Çayyolu gibi bölgelerde öngörülmemiş lüks konut bölgeleri oluşmaya başladı.
  • 2010’lu yıllara kadar gerçekleşen imar planı değişikliklerinde hala genel olarak ayrıcalıklı imar haklarının kısıtlı olduğu görülmekteydi. Yapılan değişiklikler ağırlıklı olarak parsel bazındaydı ve imar planlarının mahkeme kararlarıyla iptal edilmesi sonrasında devam eden inşaatlara çok nadiren rastlanmaktaydı.
  • Ancak, Ankara için imar planı değişiklikleri konusunda esas milat 2010’lu yıllardan sonra başladı. 2007 yılında bir üst ölçekli plan onaylanmış olmasına rağmen imar planı değişiklikleri yeni bir boyuta taşındı.
  • Bu değişikliğin en temel sebeplerinden birisi kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanlarıydı. Belediye Kanununda yapılan değişikliklerle birlikte daha önce imara açılması mümkün olmayan yapı yasaklı bölgeler ve imar planları mahkeme kararlarıyla iptal edilen yerler kentsel dönüşüm bölgesi ilan edilerek imar planları yapılmaya başlandı.
  • Bunun dışında ayrıca şehrin gelişme alanı dışında özellikle ana ulaşım aksları üzerinde bugüne kadar görülmemiş inşaat emsali artışları getiren imar planı değişiklikleri yapılmaya başlandı. Bu değişikliklerin büyük bir kısmında karma işlevli ofis, konut, rezidans, avm gibi kullanımlar bir arada öngörülmekteydi.
  • 2010 yılı sonrası dönemde de geçen sürede yaklaşık 5000 imar planı değişikliği yapıldı. Bu planların önemli bir kısmı, ayrı sorunlu yer için tekrar tekrar yapılarak belediye meclisinde onaylanan planlardı.
  • 2010’lu yıllardan sonra Ankara yeni bir olgu ile karşılaştı: tüm mahkemelere ve iptal kararlarına rağmen durmayan inşaatlar ve hukuku bir şekilde dolanan imar planı değişiklikleri.
  • Sonuçta 1980’lerden bu yana yapılan 13000 kadar imar planı değişikliği ile şehrin üst ölçek plana ve plan disiplinine dayalı gelişim çizgisi tarihe karıştı. Kentin geleceği ipotek altına alındı, aşırı maliyetli ve sorunlu bir kentleşme süreci ortaya çıktı, kentliler rant arayan bir topluluğa dönüştüler.
Tüm Mahkeme Kararlarına Rağmen Bu değişiklikler Nasıl Uygulandı: Emsal Oyunları
  • Son on yıla kadar, imar planı değişikliği ve inşaat ruhsatı verilmesi arasındaki sürede çoğunlukla mahkeme kararları sebebiyle inşaatların çok istisnai örnekler dışında devam etmediği görülmekteydi. Ancak, son yıllarda hem teknik hem de hukuki olarak izlenen yollar tüm hukuksuzluklara karşın inşaatların devam etmesine ve belirlenen inşaat emsallerinin çok üstüne çıkılmasına sebep olmuştur. Sonuçta kentin çok farklı yerlerinde kentin genel yapısı ile uyumsuz yükseklik ve yoğunlukta yapılar ortaya çıkmıştır.
  • Bu durumun ortaya çıkmasında birinci sebep imar planları ile inşaat emsallerinin arttırılmasıdır. İnşaat emsali arsa yüzölçümü ile üzerine yapılacak inşaat alanı arasındaki oranı temsil etmektedir. Hukuksuzluğu tescil edilen pek çok binada inşaat emsallerinin 2 ya da 3 kata kadar arttırıldığı görülmektedir.
  • Şehircilik ilkelerine göre insanca yaşamaya uygun inşaat emsallerinin en fazla 2 emsali aşmaması gerektiği bilinir. Yani inşaat alanının arsa alanının iki katından fazla olmaması gerektiği görülmektedir. Bu oran da daha çok kent merkezinde ve merkezi iş alanlarında görülmektedir. Ankara’da son yıllarda neredeyse 3 emsal standart haline gelmektedir.
  • Yapılan inşaat emsal artışları imar yönetmeliklerinde yapılan düzenlemelerle bina çıkmaları, çatı ve bodrumda yapılan inşaatların emsal dışı bırakılması ve binanın girişinin yüksek yoldan verilmesi gibi yaklaşımlarla getirilen ve “gizli emsal” olarak anılan artışlarla neredeyse iki katına çıkarılmaktadır. Planlarla 3 emsal verilen bir bina gizli emsallerle 4 hatta 5 emsale kadar çıkabilmektedir.
  • Kuşkusuz bu inşaat emsali artışları kentin kamu yararını savunan meslek odaları ve kurumlar tarafından izlenmekte ve yargı yoluna gidilmektedir. Geçmişte bu amaçla açılan davalarda ise yargı kararlarını dolanmak ve inşaatı sürdürmek için hukuk dışı yollar bulunmuştur.
  • İmar planı değişikliği ilk defa ilgili belediye meclisinden geçtikten sonra hızla ruhsat verilmekte, mahkeme süreci devam ederken binanın kaba inşaatı ilerlemektedir. Mahkemeden bir yürütmeyi durdurma kararının çıkması durumunda ise aynı planda küçük değişiklik yapılarak plan yeniden meclisten geçirilmekte ve bu süreç inşaat tamamlanana kadar devam etmektedir. Bunun sonucunda nihai olarak planları iptal edilen ve neredeyse içinde oturulmaya başlanmış binlerce bina Ankara’yı kaplamıştır.
  • Yürütülen bu hukuksuz süreçleri meşrulaştırmak amacıyla herhangi bir hukuki altyapısı bulunmamasına rağmen arsa devri, eğitim ya da sağlık tesislerinin ilgili yatırımcı tarafından yapılması ya da imar artışı karşılığında belediyeye belli miktarda bağış yapılması sıklıkla karşılaşılan uygulamalardandır. Ancak, bunların hiçbiri yapılan değişiklikleri hukuki ya da teknik açıdan doğru hale getirmemektedir.
  • Tüm bu değişiklikler sonrasında bir şekilde imar planları yasallaşarak meşru hale gelen aşırı inşaat emsali kullanmış yapılar ise hukukta “kazanılmış hak” olarak değerlendirilebilmekte, yakın çevredeki mülklerin  benzer taleplerine konu olabilmektedir.
  • 2019 Yerel seçimleri sonrasında Ankara’da göreve gelen tüm yerel yöneticiler imar konusunda bu binlerce örnekten oluşan karmaşık sürecin yükü ile karşı karşıya kalmıştır.
Emsal Oyunlarıyla Dönüşen Ankara’da Nasıl Bir Tahribat Oluştu?
  • Kentsel gelişim süreci haksız emsal artışlarına dayanan imar planı değişiklikleriyle bozulan Başkent Ankara’daki en büyük tahribat ahlaki değerler ve kentte yaşayanların gelecek algısında olmuştur. Başkent Ankara’da yaşayanlar için en önemli gelir beklentisi arazi rantı elde etmek haline gelmiştir. Bunun için arsa ve ihtiyaç fazlası konut sahibi olmak standart hale gelmiştir. Bu durum ekonomik gelişme dinamikleri için yıkıcıdır.
  • Kentin bütünü dikkate alındığında arazi kullanım kararları ile ulaşım ve altyapı sistemleri arasındaki ilişki kopmuştur. Sürekli imar planları değiştirilirken mevcut altyapının kapasitesi aşırı yüklenmiş, ulaşım yatırımları kapasite altı çalışır ya da ihtiyaca cevap vermez hale gelmiştir. Yapılan ulaşım ve altyapı yatırımlarının etkisi ve verimliliği çok düşük, maliyeti aşırı fazla hale gelmiştir.
  • İmar planı değişiklikleri yoluyla zenginleşme ve sermaye birikimi siyasi ve bürokratik yapıda bozulmaya sebep olmuştur. Siyasetin finansmanının kentsel rant üzerinden sağlanması siyaset ve bürokraside değer yozlaşmasına ve kentte yaşayanların katılım ve denetiminden uzak siyasi süreçlerin ve planlama yaklaşımlarının oluşmasına sebep olmuştur.
  • Özellikle karma kullanım olarak yapılan emsal artışlarıyla kentte ihtiyaç fazlası ofis, avm, lüks konut ve işyeri stoku oluştu. Başkent Ankara’da özel sektör gelişim hızıyla doldurulması neredeyse imkansız olan bu ofis ve işyeri stokunun nasıl eritileceği sadece mülk sahiplerinin değil, tüm kentin sorunu haline geldi.
  • Kentin ekonomik faaliyetlerinde tasarrufların çok önemi bir kısmı inşaat sektörü üzerinden emsal artışlarına yatırıldı, sanayi ve diğer katma değer yaratan sektörlerin gelişimi için gerekli finansal kaynaklar daraldı. Ankara, çok önemli potansiyellerini kullanamaz duruma geldi.
  • İmar Planı değişiklikleriyle kalan son vadiler, dere yatakları, ekolojik hassas bölgeler imara açıldı, kent iklim değişikliği karşısında zayıf ve savunmasız hale getirildi, su kaynakları verimsiz kullanılmaya başlandı.
  • Kentin kamusal alanları ve merkezleri kan kaybetti, yapılan karma kullanım alanlarıyla Ankaralıların hafıza mekanları ortadan kalkmaya başladı. Pek çok yerde eğitim, sağlık, spor, kültür ve sosyal alanlar ancak para ile kullanılabilen ve belli sosyo-ekonomik statüye sahip insanların kullanabildikleri alanlar haline geldi.
Emsal Oyunlarının Yarattığı Tahribat Düzeltilebilir mi?
  • Ankara’da özellikle yeni seçilen yerel yöneticilerin önemli bir kısmının artık imar planı değişiklikleriyle emsal artışı yapılmayacağını vaat etmeleri önemli bir gelişmedir. Ancak, bu iradenin gerçeğe dönüşebilmesi için alınması gereken önemli önlemler vardır.
  • Öncelikle, Ankara’nın kentsel gelişim sürecini gerçekçi ve sürdürülebilir bir şekilde yönlendirecek bir üst ölçekli plana ihtiyacı vardır. Mevcut üst ölçekli planlar ihtiyacın 3 katı alanı imara açmayı öngörmektedir. Bu yanlış yaklaşımı değiştirmek, henüz yapılaşamamış aşırı emsalli parsellerin durumunu düzeltmek için gerekirse uluslararası bir yarışma ile Ankara’ya yeni bir üst ölçekli plan yapılmalıdır.
  • Yapılan bu planda, kentte hukuki olarak kazanılmış hak olarak değerlendirilen emsal artışları ele alınmalı, biriken bu kentsel rantın kentin farklı bölgelerine imar hakları transferi ya da imar sertifikaları yoluyla aktarılması sağlanmalıdır.
  • Kente karşı suç niteliği çok yüksek örneklerde binaların bir kısmının yıkılması ya da tıraşlanmasından kaçınılmamalıdır.
  • Aşırı emsal artışı yapılmış ve yapılaşması tamamlanmış alanlarda elde edilen kentsel rantın kamuya geri dönmesi için hükümet tarafından yasal düzenleme yapılmalıdır.
  • Ayrıca, yaklaşık 35 yıllık imar kanunundaki en temel sorun olan, “emsal üzerindeki parsele aittir” yaklaşımı değiştirilmeli, planlanan bölgedeki yapılaşma hakkının hakça paylaşımı için üçüncü boyutta paylaşım ilkesine geçilmelidir.
  • Ayrıca kentin sadece imar artışları ile ekonomik canlılık kazanması önyargısının değişmesi için sanayi ve üretime yönelik sektörlere teşvik edici önlemlerin alınması, gerekirse inşaat sektöründen diğer sektörlere geçen yatırımcılara destek verilmesi önemlidir.







4 Mart 2014 Salı

AOÇ'Yİ KİM KURTARACAK?


 
Gün içerisinde, TMMOB’a bağlı meslek odalarının açtığı önemli bir davada mahkemenin aldığı kararın duyulması hepimizi heyecanlandırdı. Yeni başbakanlık binasının yapımı için Atatürk Orman Çiftliğinin sit derecesinin birinci dereceden üçüncü dereceye düşürülmesine ilişkin Koruma Bölge Kurulu kararı iptal edilmişti. Medya bu gelişmeyi “AOÇ kurtuldu” başlığıyla vermeyi tercih etti. Yazılanlara göre yeni Başbakanlık binasının yıkılması gerekiyordu. Peki gerçekten de AOÇ kurtuldu mu? Ya da bir idare mahkemesi yürütmenin başına ev sahipliği yapacak bir yapıyı yıkarak AOÇ’yi kurtarma kudretine sahip mi?
 
Sıradan bir demokraside bu tür bir sorunun anlamsız olduğu söylenebilir. Büyük kentsel ve altyapı projelerinin uzun yıllar kamuoyu baskısı altında tartışıldığı, olgunlaştırıldığı, sonuçta gerçekleştirilen projenin büyük oranda uzlaşı ile gerçekleştirildiği dünya örnekleri bu tür bir soruyu boşa çıkarabilir. Ancak, söz konusu kentler ve kentlerde yaptıklarımızsa, Türkiye’de bu soru yargının varlığını ve var oluş sebebini sorgulatacak kadar zorlu örnekler sunuyor önümüze ve tam tersi bir durumla karşı karşıya kalıyoruz. Hiç tartışılmadan ve kamuoyu bilgilendirilmeden, kurumların kendilerinin bile haberi olmadan kazma vurulan büyük projeler, bu projelere tepkilerini sadece ellerinde kalan tek kalan olanakla yani yargıya başvurarak engellemeye çalışan meslek odaları, kısık sesle de olsa tepki gösteren üniversiteler, hızla tamamlanan inşaatlar, yavaş ilerleyen yargı ve belki de şanslıysak inşaat tamamlanmak üzereyken alınan bir iki yargı kararı, nihai olarak yanlıştan dönülmeyen, dönülemeyen akıl dışı bir yaratıcı yıkım süreci… Geçmişte benzer örneklerde imar planlarını ve koruma kurulu kararlarını iptal eden yargının dönüp, yanlış yapılan yapıların yıkılmasında kamu yararı bulunmuyor kararını da verebildiğini düşününce bu kazananı olmayan oyunun bir yerlerde bozulması gerektiğini insan düşünmeden edemiyor.
 
Bu kısır döngüyü kırmak mümkün mü acaba diye kara kara düşünürken Gezi Parkı olayları gerçekleşti. Kısa bir zaman dilimi için bile olsa, toplumun belli bir kesiminin, özellikle de gençlerin bu kısır döngüyü yerle bir edebilecek bir süreci filizlendirebileceğine tanık olduk. Kendimizi iyi hissettik. Belki ciddiye alınmayan yargı kararlarının bir alternatifini bulduğumuzu düşündük. Ya da göz ardı edilen kamuoyu kendisini muktedirlerin gözüne sokuyor diye umutlandık. Sonrasında ise yolsuzluk iddialarının olanca ağırlığı altında internetin, yargının ve kolluk kuvvetlerinin cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar baskı altına alındığı, yargı mensuplarının aşırı siyasallaştığı yeni bir dönem geldi. Bu iki süreç boyunca aklımızın bir kenarında şu soru hep vardı ve var olacak: kentsel müdahaleler söz konusu olduğunda, gün gelip ihtiyacımız olduğunda Gezi Ruhunu yanımızda bulabilecek miyiz, yoksa Gezi Ruhunu görmek için hep bir Taksim Meydanı mı olması gerekecek?
 
Bu soruyu yıllarca meslek odalarında mücadele vermiş birisi olarak farklı bir şekilde de sormam mümkün. Yıllarca basın açıklamalarında, davalarda, panellerde ve her tür mücadelede birkaç yüz kişiyi aşmayan yalnız bir kalabalıkken, ne oldu da büyük kalabalıklar bizi anladı? Bu sorunun yanıtını demokrasi, kapitalizm ve bürokrasi arasındaki ilişkinin karanlık dehlizlerinde aramaktansa başka bir yol tutturmak istiyorum. Sokaktaki insanın gözünden bakmak istiyorum. Ancak o zaman AOÇ’yi kimin kurtarabileceğine ilişkin bir ipucu elde edeceğimi düşünüyorum çünkü.
 
Türkiye’de son yirmi ya da otuz yılın kentsel mücadele süreçlerini, özellikle de kentlerimizi, çevreyi ve yaşamımızı yıkıcı etkileriyle bunaltan müdahalelere karşı olanları dikkate aldığımızda, kitlelerin desteğinin alındığı bazı önemli örnekleri görmek mümkün. Taksim dışında HES direnişleri, Kaz dağları direnişi, Bergama, Ankara’da Dikmen Vadisi, Kuğu Park direnişleri, Kızılay’ın yayalara kapatılmasına karşı direniş bunlardan sadece birkaçı. Tüm bu örneklerin iki ortak noktasının olduğunu söylemek yanlış olmaz. Öncelikle yapılan müdahaleler direnenlerin kendilerini özdeşleştirdikleri, kendilerini birer kamusal özne olarak görme şansları olan erişilebilir mekânları hedef almaktaydı. Bu mekânların bir diğer özelliği ise karşı çıkanlar için gündelik yaşam döngülerinin sahnesi, konusu ve ana unsuru olmalarıydı. Yapılan müdahaleler bu sebeple sıradan insanın var oluşuna karşı doğrudan bir müdahale anlamını taşıyordu. Anılarının, belki gündüz kız arkadaşıyla buluşma olasılığının, aylaklık edebilme özgürlüğünün, kentte inandığı şeylerin yüzünü görebilme mutluluğunun, simit satıp üç kuruş denkleştirebilme telaşının ve daha birçok başka şeyin tehdit altında olduğunu gören sıradan insan için hareketlenmek biraz daha mümkün hale geliyordu.
 
Bu iki unsurun bir araya gelmediği yerlerse kentin içinde ama çok uzaktı. Gündelik yaşamın içinde ve erişilebilir değilse, bizi her an kamusal özne yapma niteliğini kaybetmişse başta anlattığım kısır döngüye mahkum oluyordu. Uzun yıllardır AOÇ’nin de başına bunun geldiğini üzülerek görüyorum. Sıradan insan için sadece Hayvanat Bahçesi, kokoreç ya da dondurma anlamına gelen bu alan, gündelik yaşamın yaşamsal döngülerine gerektiği kadar sıkı bir şekilde giremiyordu. Uzak bir geçmişin öyküleriyle kısıtlı bir kitlenin anlatıları, buna olanak tanımıyordu. AOÇ’nin bir öyküsü olmalıydı. Bu öykü geçmişe ait olmak zorunda değildi. Geleceğe de ait olabilirdi. Ama bu öykünün bir yerinde sıradan insana başroller verebilmeliydik. Ancak bu şekilde kentin sakinleri AOÇ’yi de bir Taksim, bir ODTÜ gibi görebilirlerdi.
 
Bu öykünün yazılması için hiç çaba harcanmadığını söylediğim sanılmasın. Yine meslek odaları çok çaba harcadılar bunun için. Ama bu çabaların ne kadarı o kısır döngünün dışında taşabildi kuşkuluyum. Örneğin, AOÇ’nin kanlı canlı bir tarihini yazıp sıradan insana anlatabildik mi? İlk arpa, ilk buğday nerede ekilip biçildi? Ne zaman Maltepe’ye getirilip un fabrikasına girdi? Marmara ve Karadeniz havuzlarındaki yüzme yarışmalarını kim kazandı? Ve belki de en önemli soru: bugün AOÇ’yi gündelik yaşam döngümüze dahil etmek için ne yapmalıyız? Yenilikçi öyküler ve yollar nerede saklanıyorlar. Bir AOÇ filmimiz, romanımız var mı? Olanları okuduk mu?
 
Belki beni aşırı naif bulanlar olabilir. Ben şuna inanıyorum. Yargı kararlarıyla kapıldığımız sevinçler sayısız kere kursağımızda kaldı. Gelin bir kez de bir öykü bizi hayal kırıklığına uğratsın. Okuduklarımdan öğrendiğim bir şey var. Yargı kararları unutulur ama öyküler unutulmaz…