Halkın
kentlerin mevcut durumuna ilişkin algısının bir şekilde tek yapı ölçeğinden ya
da parçacı kentsel yatırımlardan resmin bütününe kaymaya başladığını
hissettiğimiz bir dönemden geçiyoruz. Özellikle büyük kentlerimizde artan bir hoşnutsuzluk
söz konusu. Belki bir on yıl öncesinde yol, kaldırım, tesis gibi olağan yerel
yönetim hizmetleri üzerinden gelişen bir memnuniyet söz konusu iken artık
kentlilerin tüm kenti saran kekremsi bir duyguyla baş başa kaldıkları açık.
Yatırımlar devam ediyor, büyük ve çılgın projeler yerlerinde duruyor ya da bir
şekilde ilerliyor. Ancak belki de bugüne kadar kentlerde yapılanlar kentlilerin
gündelik yaşamları üzerinde şimdiye kadar görmediğimiz bir bakış açısını
canlandırıyor. Bu bakış açısı genel bir tatminsizlik duygusu ile çok yakından
ilişkili. Yaşadıkları kentin çok hızlı değiştiğini gören, bu değişimde hiçbir
söz sahibi olmadığının ucundan kıyısından da olsa farkına varan, harcanan tonla
kamu kaynağına rağmen artık yaşam kalitesinin gelişmek bir yana ağır ağır
gerilediğini gözlemleyen kentliler sorumlu ve sorunlu aramak için etraflarına
bakınmaya başladılar. Çok sık duyduğum cümlelerin bazıları “Yazın yol
çalışmalarından, kışın da araç bolluğundan trafik sürekli tıkalı. Biz ne vakit
gün yüzü göreceğiz” ya da “Şehri gökdelen tarlasına çevirdiler. Bu beton
yığınları kim bilir kimlere rant olsun diye dikildiler” şeklinde ifadeler
hoşnutsuzlukların simgesel unsurlara yöneldiğini gösteriyor. Yakın zamanda
iktidarın başarısının mekana yansımış ve kazınmış halleri olarak görülen
yollar, AVM’ler, rezidanslar ve TOKİ blokları bir şekilde bu yükselen
rahatsızlığın hedefi haline gelmek üzere. Çünkü açık bir şekilde mekana ve
kentlere müdahale bıçak sırtında bir doğaya sahip. Kentsel gündelik yaşamın
sınırları içinde göreli bir iyileşme sürdüğü müddetçe meşrulaştırma, kesintiye
uğradığı zaman da meşruiyetten uzaklaşma eğilimlerini destekleme eğiliminde. Bu
durumun kuramsal temelini Lefebre’de, Manuel Casstels’in ilk dönem çalışmalarında,
David Harvey’de ve daha pek çok yabancı ve yerli yazarda görmek mümkün.
Cumhurbaşkanlığı seçiminden istifa ettirilen belediye başkanlarına, yerel
yönetimlere ilişkin değerlendirmelerden genel siyasi süreçlere kadar pek çok
yerde bu durumun etkileri artık elle tutulabilir hale gelmek üzere.
Kuşkusuz
bu durumu en iyi tespit edenler devleti yönetenler ve iktidar sahipleri.
Vatandaşların büyük kentlerdeki genel hoşnutsuzluk halini hissedip, bu his
üzerinden yüzleşilmek durumunda kalınacak meşruiyet sorununu aşmak için belli
bir söylem geliştirme ve bu söyleme uygun eylemlerde bulunma gayreti görülüyor.
Bu gayretlerin en ilginçlerinden birisi son dönemde ortaya çıkan “yatay-dikey
şehircilik/mimari” kavramlarında ifadesini buluyor. Önceleri mimarlık ve kent
planlama camiası içinde, mimarlık fakültelerinin öğrenci jürilerinde,
yarışmalarda tasarım alanında faaliyet gösteren uzmanların, pek çok farklı
boyutu değerlendirdikten sonra kentin ve yapılaşmanın genel siluetini ifade
etmek için biraz da sezgisel olarak kullandıkları “yatayda” ya da “dikeyde”
gelişme ya da çözümlenme durumu bir anda önce bir sorun alanı olarak tarif
edildi, ardından da hem bir yapılaşma mevzuatı unsuru hem de bir kentsel
politika önermesi haline geldi. İlk olarak Sn. Cumhurbaşkanı tarafından ilgili
birkaç toplantıda biraz da nostaljik bir atıfla geçmişte bizim şehirlerimizin
yatay mimari ile geliştiği ama son dönemde dikey mimari ya da yapılaşmaya
geçildiği şeklinde bir eleştirel yaklaşımla ifade edilen bu kavramlar zaman
içinde bu alanda çalışan tüm kurumların, akademisyenlerin ve uzmanların diline
sızmaya başladı. Aynı “Osmanlı-Selçuklu” tarzı mimari kavramında olduğu gibi
“mevcut kentlerimiz sorunlu çünkü dikey mimaride yapılaştı, oysa olması gereken
yatay mimari yani düşük katlı yapılaşma” şeklinde bir anlayış geçerli olmaya
başladı. Siyasi açıdan bu tür bir söylemin oldukça kullanışlı olduğu
söylenebilir. Popülist bir yaklaşımla, dikey mimariyi yaratan bir takım
“elit”lere karşı bunu tespit eden, bu elitlerin acımasız kar hırsını vaktinde
tespit ederek müdahale eden bir anlayış, bu durumun ortaya çıkmasını sağlayan
tüm yasal düzenlemeleri yapmış ve imar planı değişiklikleri gibi ön açıcı
işlemleri gerçekleştirmiş olsa da kendisini bir şekilde temize çıkarmaya
çalışabilir. Melih Gökçek’in istifasından sonra yerine gelen Mustafa Tuna’nın Ankara’da
imar planı değişiklikleriyle yapılan inşaat emsali artışlarına karşılığı “emsal
artışı öldü” sözlerini de bu minvalde okumak mümkün.
Ancak,
burada meselenin siyasi boyutlarının ötesinde, şehircilik açısından çok sorunlu
bir zemine doğru ilerlediğini gördüğümden dolayı “yatay-dikey mimari ya da
şehircilik” kavramlarını çözümlemenin ve açmazlarını göstermenin çok önemli
olduğunu düşünüyorum. Öncelikle konuya kentlerdeki yapıların yüksekliği ya da
alçaklığı açısından bakmaya çalışalım. Dünya şehircilik tarihi açısından
Yirminci Yüzyılın en önemli meydan okumalarından birisi kentleri
makineleştirmekle yakından ilişkiliydi. Le Corbusier’in Villa Radiant’ından New
York kentinde Robert Moses’ın kentsel dönüşüm projelerine kadar pek çok girişim
İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde çok katlı yapı bloklarını kentlerin
sorunları için bir çözüm olarak gördü. Bu anlayışa göre kentleşme sürecinin
getirdiği nüfus artışı, konut ihtiyacı gibi sorunlar kentlerin de birer fabrika
gibi üretilmeleriyle çözülebilecekti. Her ne kadar bu bakış açısı Türkiye gibi
kentlere ancak Yirminci Yüzyılın sonu ve Yirmi birinci Yüzyılın başı gibi
ulaşabildiyse de, genel olarak Türkiye şehirciliğinde ifadesini 1950’lerden bu
yana “yetersiz arsa sorunu” olarak bulduğunu söyleyebiliriz. Buna göre
1950’lerden itibaren görülmeye başlanan yüksek katlı apartmanlar artan nüfus
karşısında sınırlı arsa üzerinde tercih edilebilecek kısıtlı sayıda çözümden
birisiydi. Bu sebeple genç cumhuriyetin sermaye birikimi yapan yeni kesimleri
öncelikle büyük kentlerin merkezlerindeki eski yapıları apartmanlara
dönüştürerek bu anlayışı uygulamaya başladılar. 1960’lara gelindiğinde bu çok
katlı apartmanların oluşturduğu mülkiyet ve yönetim sorunları ancak bir kat
mülkiyeti kanununun çıkarılması ile hale yola koyulabildi. Kat Mülkiyeti
Kanununun çıkması kentleşme sürecimizdeki yapı yüksekliği anlayışı açısından
bir devrim ya da kırılma noktası sayılabilir. Kanunun yürürlüğe girmesinin
ardından çok uzun bir süre kentleşme ile ilgili genel geçer anlayış “kat adedi”
üzerinden şekillendi. Hatta bu sebeple sosyalist şehircilik yaklaşımında
görülen çok katlı sosyal konut düzeninin biçimsiz bir benzerinin tamamen farklı
bir sebeple Türkiye’de genel kentleşme desenini belirlediği yorumu yapılabilir.
Sonraki elli yıl boyunca “planlı ve yasal” apartmanlar ile “gayrimeşru ve
plansız” gecekondular Türk kentlerinin kült simgeleri ve günah keçileri olarak
görüldüler. Türk halkı hep müstakil bahçeli evlerde oturmak istediğini ifade
etti ama bunu elde edemediği bir ortamda sosyal statüsüne uygun olarak ya
apartmanların sağlayacağı ranta ya da gecekonduların sağlayacağı barınma
olanağına yöneldi. Bu tür bir şehirciliğin hem en sorunlu hem de tartışmalı
yanlarından birisini çok katlı yapılardaki yaşam ve kentlerde bu yapıların
sebep olduğu siluet oluşturdu.
Çok
katlılık ve apartman kavramlarının Türkiye şehircilik ve kentleşme tarihinde
yerini alması aynı zamanda Cumhuriyetle birlikte başlamış olan planlı kentleşme
disiplininin de sonunu getirdi. Mevcut kent planlarında hiçbir zaman salt kat
adedi üzerinden bir yapılaşma nizamı düşünülmediğinden dolayı planların
değişmesi ya da tamamen bir kenara bırakılması kaçınılmaz bir zorunluluk haline
geldi. Ankara’da 1950’lerde uluslararası bir yarışma ile elde edilmiş bulunan
Yücel-Uybadin Planı yerine Kat Mülkiyeti Kanunu sonrasında yapılan “Bölge Kat
Nizamı” şemalarının baskın uygulama aracı konumuna yükselmesi bunun acı
bir örneği olarak görülebilir. Daha
sonraları kentlerimizin imar yönetmeliklerinin ayrılmaz bir parçası olan bölge
kat nizamı haritaları ile kentlerin o güne kadar planla gelişmiş bölgelerinde
konumlarına ve bulundukları yere göre kentsel arsalar için belli kat oranları
belirlendi. Bu kat oranlarının belirlenmesinde ilginç bir şekilde ana cadde ve
bulvar kenarlarında daha yüksek, cephe hattının arkasında kalan yerlerde de
göreli olarak yüksekliği daha az kat oranları tercih edildi. Bu kat sayıları
mevcut planlara işlendi ve o güne kadar belirlenmiş arka, ön ve yan komşu
mesafeleri ile bina kitleleri planlara çizildi. Özellikle tarihi dokuda bulunan
arsalarda bu durum bugün bile çözmekte çok zorlandığımız sorunların ortaya
çıkmasına sebep oldu. Bu durum, 1980’li yıllara kadar kent planlama dendiğinde
ağırlıklı olarak kat sayısı belli yapıların plan üzerine çizilmiş kitlelerinin
gerçekleştirilmesi olarak göründü. Her ne kadar plan disiplinine bağlı gelişme
yerine kat sayısına bağlı kentsel gelişmeye geçiş sağlanmış olsa da bu durum
içinde bile nitelikli sivil mimarlık örneklerinin üretimi azınlıkta da olsa bir
şekilde devam etti. Örneğin sevgili Nuray Güner Bayraktar Hocamızın Ankara’da
yürüttüğü “Sivil Mimari Bellek Ankara 1930-1980” çalışmasında bu yapıların çok
ayrıntılı bir envanteri ortaya konmaktadır. Yani planla kentsel dokunun
belirlenmesi yerine kat adediyle yapı kitlelerinin belirlenmesine geçilmiş
olmasına rağmen hala mimarlık kültürü açısından nitelikli üretim
yapılabilmektedir.
1980’li
yıllara gelindiğinde, yapılaşma kültürü açısından Türkiye kentlerinin iki devasa
temel sorun alanı canlı bir şekilde ortadadır. Bunlardan birincisi kentlerin
planlı kesimlerinin artık kat nizamı ile gelişebilme sınırlarına dayanmış
olması, ikincisi ise bu sınırların etrafının devasa gecekondu alanları ile
sarılmış olmasıdır. 1980’li yılların sayılarına göre İstanbul ve Ankara’nın
nüfuslarının yarısı gecekondularda yaşamaktadır. Bu durumun yarattığı trafik,
konut ve hava kirliliği gibi sorunlar o yıllarda toplumda çaresizlik
duygularının yükselmesine sebep olmuştur. Tam bu noktada, Türkiye’nin
neo-liberal politikalarla yeni tanıştığı bir dönemde Turgut Özal’ın bu soruna
karşı bulduğu çözüm yolu bir yandan kentin çeperinde toplu konut ve
kooperatifleri desteklemek, bir yandan da gecekondu aflarıyla mevcut
gecekonduların da apartmanlaşmasının yolunu açmak olmuştur. Kooperatifler ve
TOKİ toplu konutları özellikle büyük kentlerin çeperini villalardan ya da
yüksek katlı yapı bloklarından oluşan site yaşamıyla tanıştırmıştır. Bu
girişimler yer yer kat nizamı dışında kendi içerisinde belli bir tasarım
anlayışı ile gerçekleştirilmiş yapılaşma düzenini örneklemiştir. Ancak bu
girişimlerde de site yaşamı ve toplumsal ilişkiler arasındaki uyumun ne derece
sorgulandığı sonraki yıllarda ciddi biçimde kuşku doğurmuştur. 1970’li yıllarda
İmar İskan Bakanlığı bünyesinde kurulan metropoliten alan nazım plan büroları
belli ölçüde bu kentsel makro form sorunlarını çağdaş ölçülerde ve dönemin
uluslararası gelişmeleri ışığında yeniden planlama disiplini ile ele almaya
çalışmış olsalar da nihai olarak yapılaşma için genel belirleyici unsurun bu
iki sorun alanı olduğu söylenebilir.
Site
yaşamı ortaya çıkarken yapılaşma açısından belki de en önemli gelişme 1980’li
yıllarda gecekondulara getirilen imar afları ve “ıslah imar planı” anlayışının
ortaya çıkmasıdır. 2981 sayılı Gecekondu Kanunu uyarınca, gecekondu
sakinlerinin gecekondularını yasanın yürürlüğe girdiği tarihten önce
yaptıklarını ispat etmeleri halinde yeminli planlama büroları aracılığıyla
tespit edilecek oturum alanının tapu tahsisine hak kazanmaları söz konusu
olmaktaydı. Yine aynı kanuna göre, gecekondu alanlarında gerçekleştirilmesi
öngörülen yapılaşma “ıslah imar planı” adı verilen özel bir plan türü ile
gerçekleştirilecekti. Bu planların en temel özelliği gecekondu sakinlerinin
sahip oldukları tapu tahsis belgelerine karşılık olarak arsa üretilmesi ve
bunun için de gerekirse düşük kentsel donatı standartlarının uygulanmasıydı.
Yani ıslah imar planlı bölgelerde daha az yeşil alan, sosyal tesis alanı
bulunacak, kamusal alanlar yetersiz kalabilecekti. İlk yapıldıkları yıllarda
ıslah imar planlarında yapılaşmada çeşitliliğe de yer verebilmek amacıyla kat
adedi ve kitlenin kesin sınırlarla belirlenmesi yerine yapılaşma çeşitli
oranlarla ve kısıtlarla ifade edilmeye çalışıldı. Örneğin TAKS (Taban Alanı
Katsayısı) ile yapının oturacağı alanın arsanın ne kadarını kaplayacağı, KAKS (Kat
Alanı Katsayısı) ile inşaatın toplam alanının binanın oturacağı alana oranı ya
da kaç kat olduğu ve Hmaks ile yapının en fazla yüksekliğinin ne olacağı gibi
parametreler yaygın olarak kullanılmaya başlandı. 1990’lı yıllarda ıslah imar
planı yapılmış bir bölgede en fazla rastlanılan yapılaşma koşulları bu sebeple
TAKS=0,35/0,40 KAKS=1,40 şeklindeydi ve bunun çoğunlukla uygulama biçimi zemin
artı üç kata denk düşmekteydi. Tabi bu koşulların hakkıyla uygulanabilmesi
ayrıntılı imar yönetmeliklerini ve bu yönetmelikler ışığında mimari projeleri
incelemesi gereken tecrübeli teknik elemanları gerektirmekteydi. Her ne kadar
bu tür bir yaklaşımda hala tek arsa ölçeğinde yapılaşma koşullarını
belirlemekteyse de belli bir ölçüler ve oranlar sistemine geçilmesi yapılara
ilişkin yaklaşımı belli ölçüde geliştirmekteydi.
Yapılaşmaya
ilişkin koşullar konusundaki anlayış değişirken Türkiye’de inşaat sektörünün aktörleri
de değişmekte, yap-satçı denilen girişimci müteahhit figürü çoğalmaktaydı.
Özünde tekil bir arsada yapılaşma koşulları çerçevesinde birikmiş kentsel
rantın topraktan başlayarak yapılan bir anlaşma ile paylaşılması esasına
dayanan müteahhit-arsa sahibi ortaklığı zaman içerisinde “en satılabilir
daireleri en uygun şekilde arsanın üzerine yapılacak binaya sığdırabilme
zanaatı” etkisi altında biçimlendi. Özellikle gecekondudan apartmana dönüşen
bölgelerde bu zanaat yer yer inşaat alanına dahil olmayan ortak kullanım alanlarını
iskan sonrasında meskene dönüştürmek, yapı yüksekliğini zorlayarak çatı arasını
kullanılabilir alana çevirmek, binanın ön cephe mesafesini yola yaklaştırmak,
bina çıkmalarını belirtilen ölçülerden daha fazla yaparak daireleri
genişletmek, balkon ve teras gibi alanları kullanılabilir alana dahil etmek
gibi pek çok uygulamayla kar oranını arttırma anlayışına dayanmaktaydı. 1990’lı
ve 2000’li yılların ortalarına kadar geçen sürede Türkiye’deki inşaat sektörü
bu araçları kullanarak çoğunlukla genel yapı siluetinin içindeki boşluklar
içerisinde hareket etti. Bu dönemde yapılan imar planı değişikliklerinin
çoğunlukla kaçak yapı unsurlarının yasallaştırılması ve inşaat alanındaki
zorlamaların rahatlatılması için yapıldığı söylenebilir. Tabi bu şekilde ortaya
çıkan gecekondudan apartmana dönüşmüş yeni mahallelerdeki kentsel yaşam
kalitesinin hızla düştüğü, sosyal donatı alanlarının da giderek yetersiz
kaldığı söylenebilir. Üstüne üstlük, 1990’lı yılların ikinci yarısından
başlayarak bazı belediye başkanlarının ıslah imar planlı, gecekondudan
dönüşmekte olan alanlarda aldıkları belediye meclis kararlarıyla kat adetlerini
toplu olarak bir ya da iki kat arttırması şeklindeki popülist uygulamalar bu
durumu daha da kötü hale getirmektedir. Ankara’daki Çukurambar ve Keçiören gibi
bölgelerdeki mevcut yapılaşmanın bir kısmı bu tür değişikliklerin bir sonucu
olarak ortaya çıkmıştır. Bu yaklaşımların mimarlık kültürü üzerindeki en temel
etkisi mimari tasarımın yerini arsaya en satılabilir daireleri sığdırma
teknisyenliğinin almasıdır. Bu tür bir teknisyenlik uzun bir süre mimarları
şablon kat planlarını ve tasarım anlayışına mahkum etmiştir. Öyle ki bazı
yerlerde tasarımın tek ölçütü artık kat kaloriferli ya da merkezi sistem
ısıtmalı hale gelen binaların dairelerinde “salona oda açılmaması” haline
gelebilmiş, bina cephelerinde kullanılan cam mozaiği desenler belediye
başkanları tarafından belirlenmiştir.
1990’lı
yılların ortalarından itibaren bir şekilde piyasa aktörlerinin hareket
kabiliyetinin artması ihtiyacından yola çıkılarak yapılaşma parametrelerinde
yeniden değişiklik olduğu görülmektedir. TAKS ve KAKS yerini “emsal” adı
verilen, toplam inşaat alanının arsa büyüklüğüne oranı anlamına gelebilecek
yeni bir tanıma bırakmıştır. Burada yapının genel hatlarını bu oranın ve yapı
için belirlenecek yükseklik sınırının belirlemesi öngörülmektedir. Yavaş yavaş
yapılan planlarda ve plan değişikliklerinde “emsalli parsel” kavramı ortaya
çıkmaya başlamıştır. Burada amaç yapı kitlesinin tasarımında belli esneklikler
sağlayarak mimari çeşitlilik ve araziye uygun yapılaşma ortaya çıkmasını
sağlamaktır. İlk başlarda yükseklik sınırı ile birlikte emsal verilirken daha
sonraları yüksekli sınırının serbest bırakılması ile yapı biçimlerinde farklı
bir döneme girilmiştir. Neyin emsale dahil olduğu, neyin olmadığı konusunda
imar yönetmelikleri ve farklı belediyelerin uygulamaları arasında çok karışık
bir dönem başlamıştır. Piyasa aktörlerinin arsadan en fazla inşaat alanı
çıkarma yönündeki talepleri ile birlikte yönetmelik koşullarının nasıl
uygulanacağı, yangın yönetmeliğinden asansör ve otopark kısıtlarına kadar yeni
ortaya çıkan koşulların inşaat emsali ile nasıl uzlaştırılacağı gibi karmaşık
sorular belediyelerin proje değerlendirme birimlerini çok sıkıntılı yerler
haline getirmiştir. Mimari projeler çizilirken yapılan bazı yorumlamalar ile
belediyelerin teknik elemanlarının değerlendirmeleri arasında çoğu zaman ciddi
uzlaşmazlıklar ortaya çıkmaktadır. Zaman içinde bu tür uzlaşmazlıkların çözümü
için planlamada parsel düzeni değil ada ölçeğinde bir düzenleme yapma anlayışı
yaygınlaşmaya başladı. Özellikle kentin çeperindeki yeni gelişme alanlarında
parsellerin hizmet alma zorunluluklarını ve yapıların birbirleri ile
ilişkilerini kurmayı kolaylaştırdığı düşünülen “ada nizamında” yapılaşma doğru
bir çözüm kabul edilmeye başladı. Bununla birlikte de birden fazla yapının,
site düzeninin ve ihtiyaçlarının bir arada karşılanabileceği yeni bir yapılaşma
düzeni öykünülen, olması gerektiği düşünülen bir çözüm olarak yaygınlaşmaya
başladı.
2000’li
yıllar ve sonrası dönemin ilk yarısı bu ada nizamı ve site oluşumu süreçlerinin
altın dönemi olarak adlandırılabilir. Yapılan neredeyse tüm planlarda kentin
içindeki parsel düzeni yerine en az 8-10 bin metrekareden başlayan araziler
üzerinde yapılaşma koşulları belirlenmeye başlandı. Bu anlayışla hem parseller
arasında bırakılması gerekli yol ve otopark gibi alanlardan tasarruf ediliyor
hem de imar kanununun sorun olarak görülen bahçe mesafeleri gibi koşullar
ortadan kalkıyordu. Başlangıçta bu anlayışla ilk yapılan bazı sitelerde kentsel
sosyal çevre ve kimlik sorunları dışında yapılaşma anlamında fazla sorun
yaşanmadı. Ancak, zaman içerisinde kentsel dönüşümde imar haklarının
arttırılması gerekliliğinin savunulması, inşaat maliyetlerinin artması gibi
sebeplerle ada nizamı yapılaşmada imar planı değişiklikleri ile yapı yoğunlukları
artmaya başladı. Önceleri villa sitelerinin ya da en fazla 4-5 katlı
apartmanların bulunduğu sitelerdin yanı başında yoğunlukları giderek artan
siteler oluşmaya başladı. Yoğunluk artışları başlarda yapı emsal değerlerinin
doğrudan arttırılması yoluyla yapılırken, daha sonraları bu tür artışların
mahkeme kararları doğrultusunda iptalleri neticesinde üst ölçekli planlarda
yapılan nüfus yoğunluğu karar değişiklikleri ile yapılmaya başlandı. Bu kez bir
hektarda kaç kişi yaşayacağına ilişkin bölgesel kararları değiştirilerek yapı
yoğunlukları arttırılmaya başlandı. Bu değişikliği ifade eden en önemli
örnekler belediyelerin imar komisyonlarında görünür hale gelmiştir. Önceleri “burada
kaç kata izin var” diye soran belediye meclis üyeleri ve siyasiler daha sonra
zamanla “buranın emsali ne” ve “burada nüfus yoğunluğu nedir” sorularını sorar
hale gelmişlerdir. Bu gelişmeler, 2000’li yılların ortalarından itibaren
Türkiye’de o güne kadar görülmemiş yapı yoğunluğu değerlerinin ortaya çıkmasına
sebep oldu. Türkiye’de o yıllara kadar mevcut yapılaşmanın ortalama emsal
değerinin azami 1,5-2.00 ve bir hektarda yaşaması beklenen nüfus 200-250 kişi civarında olduğu ve tahmin edilirken bu
değerleri astronomik bir şekilde aşan plan değişiklikleri yapılmaya başlandı. Artık
piyasa mekanizması içinde 3,5-4 emsal değeri neredeyse olağanlaşmıştır denilebilir.
2000’li
yılların ikinci yarısından itibaren ada nizamı yapılaşmanın bir başka yan
etkisi olarak da “emsal dışı kullanımların” oranında bir patlama yaşandı.
Çeşitli şekillerde imar yönetmeliklerinin kötüye yorumlanması ile birlikte yapı
emsallerinin gizli olarak %25-30’lar düzeyinde arttırılabildiği görülmektedir.
Burada bu değişikliklerin Toplu Konut İdaresi ve Emlak Konut’un İstanbul gibi
kentlerdeki projelerinde, büyük inşaat şirketlerinin halka arz edilen
projelerinde çok karmaşık bir aktör grubu tarafından kolaylaştırıldığı ve
yürütüldüğü görülmektedir. Büyük sermaye sahiplerinin, siyasi grupların ve yurt
dışından gelen sermayenin bu şekilde oluşan kentsel mekanlarda ranttan pay
almak için çok karmaşık ilişki ağları oluşturduğu akademik çalışmalarda
ayrıntısıyla ortaya konmaktadır. Bu yapı, yazımın başında belirttiğim “dikey
mimari” olarak adlandırılan aşırı yoğun ve gökdelenleşen yapılaşmanın ortaya çıkmasında
önemli bir rol oynadı. Büyük kentlerin gelişme akslarında hiç beklenmedik
yerlerde bu yapılaşma anlayışının ürünleri görünür oldu. Bir yandan da gelişme
aksları ile kentin mevcut dokusu arasında kalan boşluklarda bir başka yapılaşma
anlayışı hakim hale gelmekteydi. Bu anlayış, ortaya çıkan bu yeni kentsel
çevrenin yetersiz kalan merkez, ofis ve sosyal donatı ihtiyacını bir şekilde
karşılamaktan kaynaklanacak kentsel işletme rantını elde etmeye çalışan yeni
sermaye yatırımları olarak rezidansları ortaya çıkardı. İngilizce arazi
kullanımı anlamına gelen “land-use” kavramı yerine “en iyi ya da en kar getiren
kullanım” anlamına gelen “best-use” kavramı yaygınlaşmaya başladı. Çeşitli
sermaye grupları buldukları kupon arsalar ya da devlet tarafından sağlanan
hazine arazileri üzerinde uzun vadede en iyi kira ve işletme getirisini
sağlayacak proje tasarımlarına odaklanmaya başladılar. Bu projelerde karma
kentsel işlevlere yer verilmeye çalışılırken bir yandan da yapı yoğunluğu
değerleri artmaya devam etmektedir. Belediyeler ve bakanlıklar uhdelerindeki
kamusal alanları bu amaçla kurulan ortaklıklara konu etmişlerdir. İmar
planlarında yeşil alan, park ya da diğer farklı kamusal kullanımlar için
ayrılmış olan kamu arazilerinin karma işlevli ve yoğun yapılaşmaya sahne olan
tesislere dönüşmesi yaygın görülen bir yaklaşım halini aldı. Bu gelişme hem
yüksek hem de yaygın yapı yoğunluğunun artmasına sebep oldu.
Yeni
yerleşim alanlarında ada nizamı içinde yapılan siteler ve kentlerin gelişme
akslarının boşluklarında ortaya çıkan en iyi kullanımlı ve karma işlevli
rezidans/avm/ofis komplekslerinde karlılığı arttırmak için imar planı
değişiklikleri ile yapılan yapı yoğunluğu artışları kentsel dokuda çok daha
büyük çaplı etkiler yarattı. Kentin eski planlı mahallelerinde mevcut apartman
nizamı içerisinde yapılan göreli olarak etkisi az değişiklikler kentsel makro
formun bütününü ve kentsel silueti etkilemezken bu yeni kentsel gelişme
biçimleri kenti yapısal olarak dramatik bir şekilde etkilemeye başladı.
Bütünsel bir planlama anlayışı içinde planlanmadıkları ve tasarlanmadıkları
için her ne kadar bir parselden daha büyük alanları kapsasalar da yakın
çevrelerinde bulunan kentsel dokuları etkilemeye başladılar. İlk etkiler tarihi
dokudaki siluetin olumsuz etkilenmesi ile görünür hale geldi. İstanbul’da Sultanahmet
Camisinin arkasındaki gökdelenler ve Bursa’da Ulu Camini siluetini görünmez
hale getiren Doğanbey Kentsel Dönüşüm Projesi faciası buna örnek olarak
gösterilebilir. Daha sonra ise zincirleme daha başka sorunlar yaşanmaya
başlandı. Kentin içerisinde hala boş kalmış parsellerde ya da gelişme aksı
üzerindeki göreli olarak yoğunluğu düşük mahallelerde imar planı değişiklikleri
ile yapılan aşırı emsal artışları ve kentsel dönüşüm projeleriyle yeni bir
yükselme dalgası yaşanmaya başlandı. Villaların ya da 3-4 katlı apartmanların
yanı başında 30-40 katlı gökdelenler boy gösterdi. Son beş yıldır büyük
kentlerin gelişme akslarında kalan arazilerde de bu tür yüzlerce noktasal
yoğunluk artışları gerçekleşmekte. Hatta kimi zaman aynı bölgede son on yıl
içinde yapılmış villa sitesini, yüksek katlı bloklardan oluşan siteyi, yüksek
yoğunluklu rezidansları ve aralardaki boşluklara yapılmış gökdelenleri bir
arada görmek mümkün. Ortaya çıkan ulaşım, otopark ve kentsel altyapı sorunları
bir yana bu tür bir kentsel yapılanmanın toplumsal açıdan yarattığı
rahatsızlık, yersizlik ve tedirginlik duygusu aslında bugünün kentlisi için en
temel sorunlardan birisini oluşturuyor.
Tüm
bu tarihsel süreci dikkate aldığımızda dikey yapılaşma olarak adlandırılan
durumun sadece yüksek binalar ve bunları yapanlarla sınırlı bir mesele olmadığı
görülmektedir. Siyasi ve yönetsel açıdan bakıldığında inşaat sektörünün motor
görevi üstlendiği bir makro ekonomik istikrar düzeninde kentleşme politikasının
kendisi ve yerel yönetimler düzeyinde uygulanma biçimi gökdelenleri ve yüksek yapı
yoğunluklarını ortaya çıkaran unsurun ta kendisidir. Tercih edilen bu kentleşme
politikasının ürettiği sorun alanı da yüksek yapılardan daha farklı bir şeydir.
Sorun tam olarak giderek mimarlık kültüründen yalıtılmış ve estetik
standartları çok düşük, bütünsel olarak yakın çevresi ve kentin bütünü ile
ilişkisi düşünülmemiş ve kurgulanmamış, sosyal donatı alanları ve kentsel
kamusal alanları ya hiç olmayan ya da ciddi şekilde yetersiz, insani yaşamı
imkansız kılacak düzeyde yüksek yoğunluktaki yapıların oluşturduğu yaşanabilir
olmaktan uzak çevredir. Bu çevrede yalnızca tek bir unsur binaların
yüksekliğidir. En az onun kadar önemli boyutlar binanın etrafındaki boşlukla o
binanın ilişkisi yani arazinin doluluk ve boşluğu, binaların birbirleri ile
ilişkileri ve aralarındaki mesafeler, binaların mülkiyetinin nasıl oluştuğu, o
binalarda ne tür işlevlerin bulunduğu ve kent siluetine etkisi ve daha bunlar
gibi pek çok başka boyutlardır. Bu açıdan bakıldığında sorun dikey şehircilik
değil, kent planlamanın formalite haline getirildiği bir düzende yeterli
planlama tartışması olmadan binaların birer tarlaya dikilir gibi üretilmesidir.
Yani bir anlamda sorun “dike dike” şehirciliktir. Öte yandan bu yeni çevrede
mimarın görevi halkla ilişkiler sürecini yöneten reklam şirketinin, yapılardaki
işletmeyi oluşturacak sermaye çevrelerini ve yatırımcının maliyetlerini
karşılayacak bir yapıyı oluşturacak bir “halka ilişkiler nesnesi ve simgesi”
üretmeye çalışmaktır. Pek çok durumda zaten dünyanın başka yerlerinde bu tür
üretilmiş nesnelerden esinlenilebilir ya da tekrar edilebilir. Yakın çevrenin
gözetilmesi ya bilinçli olarak unutulur ya da yakın çevrenin önüne çıkılması
hedeflenen bir şey haline gelir. Bu düzende mimarın görevi bu halkla ilişkiler
nesnesini arzu edilebilir kılacak render’ları, videoları üretmek ya da
ürettirmek haline indirgeniverir. Bunu yapacak beyaz yakalı genç çalışanlar
mebzul miktarda ortadadır zaten. Bir anlamda piyasadaki mimar için “yata yata
mimarlık” ya da tasarım genel geçer bir standart halini alır.
Bu
uzun yazıda dile getirmek istediğim diğer bir şey de üstü örtülü bir ekonomik
krizin tartışıldığı, konut sektöründeki yavaşlamanın hissedilir hale geldiği şu
günlerde belki de bu durumu aşabilecek derinlikli bir tartışma ortamı
oluşturmak için bir fırsatımız olduğu konusudur. Büyük kentlerde ortaya çıkan
ihtiyaç fazlası ve aşırı yoğun konut alanlarının yarattığı sonuçlar dike dike
şehircilik ve yata yata mimarlık anlayışını durdurabilmek yeni bir planlama
anlayışını tartışmamıza olanak tanıyabilir. Bu yeni planlama anlayışında
yeniden üst ölçekli kararları sorgulama, kentin çeperindeki saçaklanma
alanlarında aşırı yapı yoğun gelişmeleri gözden geçirme, oluşumunu tamamlamış
bölgeleri tasarım açısından yeniden değerlendirme şansımız olabilir. Ama tüm
bunlar, konuyu bina yüksekliklerine bağlayarak olamaz. Türkiye kentleşmesini ne
kadar eleştirirsek eleştirelim, mevcut kentler her ne kadar istismar edilmiş
olurlarsa olsunlar kentleşme ve yapılaşmaya ilişkin anlayış derinliğimizin bu
tek boyutun çok ötesinde olduğunu düşünüyorum. Ama önce yatay dikey mimari
kavramlarını kullananların bir samimiyet testinden geçmesi ve bu kavramların
karşılığı olan bir planlama anlayışına ve mimarlık kültürüne fırsat vermeleri
gerekiyor. İmar planı değişiklikleri ile kentlerin sürekli büyütülmesini değil,
büyümenin gemlenmesini, yanlış planlama kararlarından dönülmesini ve kaynak
temelli bir kentsel planlamayı öncelemenin desteklenmesi kaçınılmaz hale
geliyor. Aksi takdirde dikilmeye ve yatılmaya devam edilen kentlerimizde bir
başka zamanda bir başka boyut üzerinden ortaya çıkanı eleştirmeye, suçu
birbirimize atmaya devam ederiz ama hoşnutsuzluğu daha da artmış kentlilerin
öfkesini nereden ve kimden çıkaracağını kestiremeyiz.