Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

melih gökçek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
melih gökçek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Mart 2018 Cuma

GÖKÇEK DÖNEMİNİN KENTLEŞME MUHASEBESİ



Türkiye çok ilginç bir ülke. Gündem o kadar hızlı değişiyor ki, akla hayale gelmeyecek değişimler gerçekleştikten çok kısa bir süre unutuluyor, başka konular gündeme giriyor. Geçtiğimiz yılın son aylarında hayretle izlediğimiz belediye başkanlarının istifa ettirilmesi sürecinin üzerinden de belli bir vakit geçti ve istifalar neredeyse unutuldu. Tartışmanın en heyecanlı kısmını oluşturan Melih Gökçek’in istifası üzerinden bile beş aya yakın zaman geçti. İstifanın hemen ardından TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesinin derlediği “Ankara Hasar Raporu” kitabı için çalakalem yazılar kaleme alırken meselenin bu kadar hızlı soğuyacağını kestirmek çok da mümkün değildi. Aradan belli bir vakit geçtikten sonra Melih Gökçek döneminin üzerine kent planlama sürecini dikkate alarak bir şeyler yazmanın belki de tam zamanı.

Burada yazının başında kendi durumumu da samimi olarak ortaya koymak gerekir diye düşünüyorum. Bir şehir plancısı olarak meslek hayatıma Ankara Büyükşehir Belediyesinde başladım. Sekiz yıl kadar Melih Gökçek’in iktidarda olduğu belediyede şehir plancısı olarak çalıştım. Ardından TMMOB Şehir Plancıları Odası Ankara Şube Başkanlığı dâhil meslek odası deneyimim oldu. Sonrasında da çeşitli şekillerde çalıştığım başka kamu kurumlarında Ankara’nın planlanmasında çeşitli roller üstlendim. Akademisyen olduktan sonra da Ankara’nın planlanması üzerine konuştum, yazdım, meseleleri hep yakından takip ettim. Yani Melih Gökçek döneminin Ankara’sının planlama sürecini çok boyutlu olarak izleme şansı buldum. Gökçekle aynı masada planlama sürecini tartışma şansım da oldu, karşı tarafta olup yanlışlara karşı dava açma olanağım da. Her şekilde, Ankara’nın planlama tarihi biraz da benim mesleki tarihimdi desem yanlış olmaz.

Gökçek dönemini kentleşme ve planlama süreci açısından değerlendirmeye başlarken öncelikle geçen yirmi beş yıldaki genel ruh halinden bahsetmek gerekir. Gökçek dönemi bize her şeyden önce bence kente mizahla bakmayı öğretti. Pek çok durumda ortaya çıkan duruma başka şekilde katlanmak mümkün değildi çünkü. Bir buçuk milyon nüfusu olan Ankara altı milyonluk bir kent haline gelirken çoğu zaman manzarayı bir karikatür gibi izledik, okuduk. Hoş aynı durumu Gökçek sıklıkla yaptıklarını meşrulaştırma için de kullandı. Dünyanın ve Türkiye'nin başka kentlerinde aynı durumu hatta beterini yaşayan kentler varken başka türlü kentleşme ve planlama süreçleri gerçekleşebildi. Ama Ankara, ısrarla 1950'lerin Amerikan kentlerinin kötü bir kopyası haline getirilmek için Gökçek eliyle bir deneye girişildi. Deneyin sonuçlarını hepimiz yaşıyoruz. İmar planlarıyla sürekli her yönde yağ lekesi gibi büyüyen bu kent Rabelais’in meşhur eserindeki doymak bilmeyen Gargantua isimli deve dönüştü gözlerimizin önünde. Kentte yaşayan İnsanların paralarıyla, emek ve zamanlarıyla onu beslemek için sürekli uğraştıkları bir rant devi haline geldi Ankara. Anlatacaklarım biraz da bu devin hikâyesidir.

Genel olarak kent planlama ile ilgili meslek insanları, akademisyenler olarak eğilimimiz meselelere hep yapısal unsurlar üzerinden bakmak şeklindedir. Yani yapısalcı bir bakış açısıyla, sınıflar üzerinden meseleyi tartışabiliyoruz. Bu konuda repertuarımız çok iyi aslında. Ama bir yandan da Ankara’yı bir Gargantua haline getiren aktörler ve kişiler var. Peki, bu aktörü nasıl ele alacağız? Kim bu aktör ya da aktörler? İşte aktör aslında Melih Gökçek’in temsil ettiği davranış biçimleridir. Aslında Melih Gökçek’ler tek değil. Ben mahallemdeki Gökçek’leri de biliyorum. Meslektaşım Gökçek’leri de biliyorum, işte birçok alanda pek çok Gökçek’i biliyoruz. O zaman bu tür bir aktör nereden ortaya çıktı? Belki de önce bu soruya yanıt arayarak değerlendirmeye başlamak gerekir.

“Becerebilenler yapar, beceremeyenler de sadece eleştirir”. Bunu kim söyledi deseniz, bu yazı Gökçek dönemini ele aldığı için Gökçek akla gelebilir ki, çok sık bu manaya gelen şeyler söyledi. Efendim çekemiyorlar dedi, biz yapıyoruz onlar sadece eleştirirler dedi, pek çok şey söyledi. Bunu söyleyen aslında başka biri. Benim hep Melih Gökçek’i anlamaya çalışırken, bir şekilde aklıma gelen isimlerden biri. Söz Robert Moses’a ait. Harvard mezunu, bugünün ifadesiyle eli yüzü düzgün, saygın bir beyefendi. Moses ile Gökçek arasında şöyle bir benzerlik var, 1970'lere kadar 44 yıl New York’un aslında bütün yatırım projelerini ve planlamasını yönetmiş adamdır Robert Moses. Woody Allen’ın anlattığı radyo günlerinin New York’unu almış, Wall Street’in New York’una dönüştürmüş. Esasen böyle özetleyebiliriz. Moses, kendisi bir belediye başkanı olmasa da, tüm dünyada Gökçek benzeri belediye başkanlarının en etkili ilk öncülü olarak adlandırılabilir. Aralarında çok ilginç benzerlikler var. Her ikisi de yaratıcı bir yıkım sürecini gerçekleştirip, kenti insan ölçeğinden çıkaracak projeleri büyük bir iştahla gerçekleştiriyordu. Moses aslında hiçbir planlama tasarım ve kent yönetimi eğitimi almadan göreve gelip, New York’u 44 yıl yönetmişti. Devasa parklar, kent içi otobanlar, köprüler, eski New York kent dokusunu kentsel dönüşümle yıkarak oluşturduğu toplu konut alanlarıyla New York’u yeniden şekillendirmişti. Bilmiyorum tanıdık geliyor mu?

Kent bilim yazınının simge ismi Jane Jacobs da yaşamı boyunca Moses’ın yaptıklarına karşı insanca bir kentleşmeyi, mahalleyi savundu, insanı yok sayan kent yönetimi, planlama ve mimarlığa karşı savaştı. Görünürde engellediği pek çok şey oldu. Yani bugün biz kitaplarda Jane Jacobs’u anlatıyoruz, Moses’ı pek hatırlayan yoktur belki. Moses 44 yılın sonrasında hiçbir şey yapmamış gibi unutuluşa terk edildi, Jane Jacobs ise bizim literatürün önemli bir parçası haline geldi. Bugün yalnız ilginç bir durum var, Jacobs’un korumak için inanılmaz çabalar harcadığı New York'taki Greenwich Village semti dönüşmedi belki, ama arazi fiyatları inanılmaz arttı ve bugün sonunda soylulaşmaya kurban gitti. Saskia Sassen diyor ki, “bugün dünya Moses’ı unuttu belki, ama Moses’ın yaptıklarının hormonlu bir şekli her yerde uygulanıyor”. Çin, Dubai, İstanbul ve pek çok yerde yaşananlar aslında Moses’ın hormonlu rüyasının uygulanmış biçimi. Gökçek de geride Moses’ın hormonlarının enjekte edildiği bir Ankara bıraktı.

Siyaset bilimi ile ekonomi politiğin kesişiminde kentlerle ilgili önemli sorular bulunuyor. Bu sorular geçen zaman içerisinde Gökçek’in yaptıklarını anlamlandırmada bize yardımcı oldu. Bu hormonlu yapıyı anlamak için onlara geri dönmekte fayda var. Kimin kenti, kim yönetiyor, kim karar veriyor ya da tek bir adam ya da birtakım adamlar bunu nasıl yapıyorlar? Bunlar çok önemli sorular. Çoğulcu açıdan bakarsak, Gökçek tek başına değildi. Birtakım çıkar çevreleri vardı. Bu çıkar çevreleri de kendi çıkarlarını maksimize etmek için uğraşıyorlardı ya da diyorduk ki kentin kapıcısı birtakım profesyoneller var, plancılar var, mimarlar var, inşaat mühendisleri var. Bunlar aslında kentsel kaynaklara erişimdeki kritik rollerini beklediğimiz gibi kullanmıyorlar, başka bir şekilde kullanıyorlar. Ya da Yeni Marksist bakış açısıyla devlet ve sermaye mekânı araçsallaştırır, sermaye de becerikli taşeronlar bulma konusunda mahirdir. Gökçek bu sürecin mahir bir taşeronuydu ama insanların da hayal ettikleri bir şehirde ise yaşama hakkı olmalı, hep bunu tartıştık.

1980 sonrasında ise şöyle bir önemli tartışma vardır. Küçülen bir devletin boşalttığı kamusal alanı yerelleşme, kuralsızlaştırma, serbestleştirme ve katılımcılık yoluyla örgütlü sivil toplum ve özel sektör doldurmalı denildi. Bu doldurma işinde de belediye başkanlarına önemli bir rol tanımlanmıştı. Belediye başkanları yükselen neo-liberal ideolojinin kentlere yansımasında aracı kişilikler olarak öne çıktılar. Geldiğimiz noktada hızla gelişen teknoloji ile birlikte bu yapının kentleri otoriter ve pragmatik bir yapıya dönüştürüp dönüştürmediğini de tartışıyoruz. Bu tartışmalar Gökçek döneminin farklı yüzlerinde olan biteni anlamlandırmamızı kolaylaştırdı. Bazen de farklı dönemler arası geçişlerde neden Ankara'nın iktidarın elindeki diğer kentlerden yer yer daha farklı uygulamalara sahne olduğunu düşündük. 

Bu sorgulamalarda ele aldığımız bir diğer mesele de planlama yöntemlerimizdir. Bizden bir önceki kuşağın kapsamlı planlama dediği, uzmanların meslek ve disiplinler arası yaklaşımla, kente ilişkin üstten bakmanın, alternatifler oluşturmanın aslında olması gerektiğini tartışıyorduk. Ankara'nı üst ölçek planlarının neden yapılmadığı, yapıldığında bu niteliği taşıyıp taşımadığını irdeliyorduk. Yapılan planlar kaybedenler üretiyordu. Biz de planlama sürecinin mağdurlarını ya da kendini savunamayacak durumdaki kent parçalarını savunmaya çalışıyorduk. Dikmen Vadisindekileri, korunacak tarihi kent dokusunu, Atatürk Kültür Merkezi Alanını, kent merkezini, meydanları ve kamusal alanları ve daha pek çok şeyi savunmaya çalışıyorduk. Bütün bunlar olurken stratejik mekânsal planlama gibi kavramlar tartışmaya girdi, katılımcı planlama gibi müzakereci planlama gibi kavramları değerlendirmeye çalıştık. Acaba bunlar kentlerin tahribatına karşı birer araç olabilir mi, bununla bazı şeyleri engelleyebilir miyiz dedik. Ancak, çoğu zaman adına projecilik denen, planlamayı bir formaliteye indirgeyen anlayışa çarptık. Geldiğimiz noktada belki başka bir dünyaya giriyoruz. Yeni teknolojiler, yeni bir kuşak, o kuşağın anlayışı, onlar kenti nasıl anlayacaklar, nasıl o kenti benimseyecekler ve o kentleri nereye götürecekler? Bunlarla aslında biz dönüp Moses ve Gökçek benzeri karakterlere bakmaya, en azından anlamlandırmaya çalıştık. Çünkü aktörlerin davranış biçimlerini anlayabilir, belli bir çerçeveye oturtabilirsek aynı hataları yapacak aktörlerin gelişini belki engelleyebilirdir. 

Burada siyaset biliminin söylediği başka şeyler de söz konusu. İlk akademik çalışmalarımda atıfta bulunduğum "kent patronu" diye bir kavram var örneğin. Bu kavram ilk olarak 150 yıl öncesinin Amerikan Kentlerindeki gücünü çıkar ağlarından alan belediye başkanı figürü için kullanılmış. Yani Melih Gökçek gibi adamlar kentlerin patronu aslında. Patron ne demek? Ekmek ve sirk politikalarıyla kenti yönetiyorlar. Ekmek ve sirk politikası şu demek: Bir taraftan insanlara hayatını sürdürebileceği kadar bir gıda, kentsel hizmetler vesaire sağlıyorsunuz, ama bir taraftan da sürekli onların eğlenmelerini sağlayacak bir şeyler. Bir ara hatırlarsınız, yılın 365 günü sirk oynardı Ankara’da. Çadır kurulurdu, Rusya’dan bir ucuz sirk bulunurdu gelirdi. Şimdi de Ankapark onun bence bu anlayışın altın vuruş noktası olacaktı, ama olamadı, ömrü vefa etmedi Gökçek’in. Ekmek ve sirk politikasının devam edip etmeyeceğini ise bize zaman gösterecek, biraz da bizim yaptıklarımız.

Gökçek dendiğinde hatırlamamız gereken bir diğer mesele de büyüme koalisyonları ve kentsel popülizmdir. Kentsel popülizm bizim pek tartışmadığımız bir konuydu, ama kim gelirse gelsin, kentteki geniş halk kitlelerinin desteğini alabilmek için bu tür popülist uygulamaları yaygınlaştırma eğilimindedir. Planlama açısından bu uygulamaların belki de en bilineni kat adedinin ya da imar haklarının arttırılması ya da bir yere imar planı yapılmasıdır. Bu popülizm karşısında kenti savunan birtakım gruplar söz konusudur. Bu gruplar ise Gökçek dönemi boyunca elit ve marjinal ilan edildiler. Yani, kenti savunanlar bizler çok elittik, halkın gerçek sorun ve beklentilerini anlamıyorduk.

Olan biteni anlama ve yanlış bulduğumuz şeyleri engelleme çabalarımız sırasında farkına vardığımız en önemli mesele kentsel gerçekliğin kaybettirilmesiydi. Yani kenti yaşayanlar kent, onlara gösterilen yerde, anlatılan olaylardan ibaretti. Bunun dışındaki Ankara anlaşılamaz, algılanamaz, hatta muktedirler el atmadığı müddetçe sahipsiz gibi gösteriliyordu. Melih Gökçek’in pek çok açıklaması buna örnek olarak gösterilebilir. Trafiğe yılda şu kadar araç dahil oluyor, bunların ihtiyacını karşılamak için şu kadar bin kilometre yol yapmanız lazım, bu çok muazzam, algılanamaz bir şeydir bu, ama biz kavşağı yaptık, biz şu projeyi yaptık. O zaman iletişim araçlarınızın elinizde olması lazım. Her hafta 1,5 milyon bülten basıp, her yerde dağıtmanız, kenti billboardlarla, reklam totemleriyle bir propaganda makinesine dönüştürmeniz lazım. Burada etik sonrası kent kavramına bir vurguda bulunmak lazım. Kentsel gelişme ve yayılmanın her türlü akıl dışı ve çılgınlığının meşrulaştırılmasında bu propaganda makinesi kullanıldı. Bu kent böyle saçma büyür mü, düzgün bir planlama yapılmayacak mı dediğimizde, "efendim şimdi burada kentlerin büyümesi bir gerçeklik, bunun doğrusu yanlışı olmaz, bunun etikle bir ilgisi yok" denildi bize, hâlâ da böyle deniyor. İşin acısı bu görüşü savunan mimar, şehir plancısı meslektaşlarımız bile var. Bu kavramsal çerçevelerle anlamaya çalıştığımız süreçler sonucunda Gökçek’ten başka tartışmamız gereken o küçük Gökçek’ler ortaya çıktı. Çünkü kentsel toplumun temel motivasyonu, kentsel ranttan pay alma arayışı haline geldi.

Tabi ki Ankara bu noktaya bir anda gelmedi, arkasında otuz yıllık bir dönüşüm süreci var. Bu süreç Gökçek dönemi kentleşme politikasının temel dinamiklerini inşa etmiştir. Türkiye'nin siyasal ve toplumsal çalkantıları arasında bu süreci üç ayrı kısımda incelemek mümkün. Birinci dönem, popülist muhafazakâr bir kentsel yoğunlaşma dönemidir. Aslında bütün dertlerimizin, konuştuklarımızın kökeni burada gibi geliyor bana. 1980'lerin başında yapılan gecekondu afları ve ıslah imar planlarıyla birlikte Ankara’nın etrafını saran gecekondu halesi on yıl boyunca apartmanlara dönüştü ve burada gecekondu alanlarında plan notu değişiklikleriyle toplu kat artışları yapıldı. İlk başta üç kattı oralar, sonra bir meclis kararı dört kat, bir meclis kararı beş kat. Peki, ne oldu bu insanlara? Bu alanlardaki dönüşümü yaşayan toplum kesimleri önce Gökçek'in iktidara taşıdı, sonra da ülkeyi yönetmeye başladı. Bu sebeple Gökçek iktidarının ilk döneminde uygulamaya konan kentleşme politikası daha çok var olan kenti yoğunlaştırmaya odaklanmaktaydı. Kent merkezinde ve çeperinde parsel ölçeğinde imar planı değişiklikleri yapılmaktaydı. Yapıların kaçak kısımları ve usulsüz yapılmış yapıların plan değişiklikleriyle yasallaşması söz konusuydu. Genel siyasal koşulların da etkisiyle bu ilk dönem biraz daha utangaç bir dönemdi.

2000'lerin başından itibaren ikinci bir dönem yaşanmaya başladı ki buna biz sermayenin kentte tekelleşmesi ve yayılma dönemi diyebiliriz. Kent çeperindeki gelişme akslarında büyük alanlar yapılan imar planlarıyla yapılaşmaya açılmaya başlandı. Daha çok planların yapıldığı köy ya da mahallelerin adlarıyla anılan bu planlama sürecin çoğu zaman yüzlerce hatta binlerce hektar alanın imara açılması söz konusuydu. Kentsel dönüşüm projeleriyle, yasal olarak mümkün olmayan yerlerin yapılaşmaya açılması, belediyenin gayrimenkul yatırım ortaklığı sermaye yapısıyla işbirliğine girerek konut hakkı piyasası aktörlerinin büyümesine ve tekelleşmesine yol açması bu dönemde başladı. Denetimsiz kentsel yayılma ve saçaklanma standart hale geldi.

2000'li yılların sonundan itibaren başlayan üçüncü dönem, ayrıcalıklı imar hakları dönemi olarak adlandırılabilir. Kent çeperinde, kent içinde ve kentin her noktasına bugüne kadar görülmemiş yapı emsallerinin noktasal projeler için plan değişikliğiyle verilmeye başlanması ve yapı yasaklı alanların imara açılması ile karşı karşıya kalındı, konut üretimi ağırlıklı olarak lüks konut üretimine dönüşürken, aktörlerin bazıları uluslararası boyut kazandı. Kentsel boşlukların rant teknokratları olarak nitelendirebileceğimiz teknik elemanlar tarafından ayrıcalıklı imar planı değişiklikleriyle imara açıldı. Bu boşluklarda AVM, otel, rezidans, ofis gibi tek tip karma kullanımlar ağırlık kazandı. Sonuçta imar kurumsallaşması dönüştü planlama geleneği ve imar kurumsallaşması kollamacı ağlara dayalı bir çıkar piramidi tarafından işgal edildi. Gelinen noktada popülist söylemler kullanılmasına rağmen, kentsel rant dağıtım mekanizmasının tabanı daralmakta. Üretilen konut sayısının çokluğu ve lüks nitelikli olması sebebiyle gayrimenkul sektöründe bir yavaşlama var. Bütün Ankara’da, yapı ve kamusal alanlar arasındaki yarı kamusal alanların niteliği aşırı düştü ve kentsel tasarım unutuldu. İşte Söğütözü’nde bir binadan çıkın yürüyecek kaldırım yok. Ankara’da da Büyük kentsel ihaleler ve para tuzağı büyük projelerle gayrimenkul sektörüne kan verilmeye çalışılıyor.

Gökçek dönemi kentleşme politikasından belediye başkanının değişimi ile çıkmak pek mümkün görünmüyor. Çünkü kentsel toplumsal yapı bu dönemin yozlaşmış alışkanlıklarını daha bir süre devam ettirecektir. Bu duruma karşı ben gelecek için dörtlü bir eylem planı öneriyorum. Birincisi, öncelikle yaşadığı yerellikten kopan kentlinin gerçek yerelini, gerçek sorunlarını çözümleri ve insanları keşfetmesini sağlayacak yeni bir dil ve anlatım geliştirmek zorundayız. İkinci olarak, bunun üzerinden Ankara'nın kent vizyonunu tartışmamız gerekiyor diye düşünüyorum. Oturup Ankara’nın kent vizyonu ne olacak diye düşünmenin ve alternatifler önermenin tam zamandır. Çünkü bunu yapmazsak Ankara'nın geleceğini olumlu anlamda değiştirmeyecek anlayışlara yeni kıyafet giydirip, yeni bir vizyonmuş gibi bizlere satacaklar. Biz de bunun dedikodusunu tartışmak zorunda kalacağız. Bu tartışmayı biz açmak zorundayız. Üçüncü olarak bir de kentsel değerlerin korunmasına ilişkin kaybolan bir kamusal otorite var. Bunun yerine etik ve mesleki değerler temelinde yeni bir meşruiyeti oluşturmak durumundayız, bunun araçlarını tartışabiliriz. Ankara ve diğer kentlerde oluşturulan kentsel yapının açmazları Türkiye'yi aslında yeni bir kentsel yaşam krizine doğru sürüklüyor aslında. Burada kentlilerin paylaştığı ortak bir hoşnutsuzluk ve bir duygudaşlık var, bunu yakalayabilmemiz gerekiyor. Dördüncü olarak bu duygudaşlığı yakalayarak alternatif planlama örneklerini inşa etmek Ankara için farklı bir gelecek inşasında umut olabilir. Yakın dönemin kentlere ilişkin yaratıcılık ve yenilikçilik temelli genç kuşak dönüşüm dalgası burada önemli bir itici güç olabilir. Ama öncelikle, geçtiğimiz süreci iyi anlamak ve bütünlüklü bir gelecek öngörüsünde bulunmak durumundayız. Yaşadıklarımızdan öğrendiğimiz, yaşayacaklarımıza öğreteceğimiz bir şeyler olmalı. 

3 Ekim 2017 Salı

KADİR ABİ VE MELİH BAŞGAN GİDİNCE KENTİN PATRONU DEĞİŞİR Mİ?


Bugünlerde 15 Temmuz darbesi sonrasının belki de en heyecanlı görevden ayrılma süreçlerine tanık oluyoruz. Ardı ardına yerel seçim süreçlerinden yıpranmak bir yana bilakis hep bir şekilde olarını arttırarak çıkan Türkiye’nin en büyük iki şehrinin belediye başkanları için bir yıldır konuşulan kaçınılmaz son gerçeğe dönüşmek üzere. Önce Kadir Topbaş, siyasetteki lakabıyla “Kadir Abi”, siyaseten yalnızlaştırıldığı bir sürecin sonunda sebebini kendisinin dahi anlatamadığı bir “adam yerine konmama” durumu sonucunda istifasını bildirdi. Nispeten naif ve beyefendi bir portre çizmeye çalışan, ancak çoğunlukla Recep Tayyip Erdoğan’ın karizmasının ancak gölgesi olabilme vasfıyla tutunabilen, bu ezikliğini de ara sıra yapmaya çalıştığı “mimarca” çıkışlarla örtmeye çalışan Kadir Abi’nin bu tür bir görevden alma süreci karşısından direnebilmesi pek de mümkün olmadı gibi görünüyor. Kendisinin yabancı mimarlara proje tasarlatırken “her kumaşı her terzi dikemez” lafı, Haliç’e boynuz, Kabataş’a martı şeklinde imgelenmiş projelerde ısrarı ve Gezi sonrasında ağzının içinde geveleyerek de olsa “bundan sonra projeyi halka danışacağız” şeklindeki açıklamalarını bu minvalde ele almak mümkün.

Kadir Abi’den sonra şimdilerde de Melih Gökçek, nam-ı diğer “Melih Başgan”ın zorda olduğu kulislerden sızmaya başladı. Kendisine Türkiye’nin en uzun süre belediye başkanlığı yapan adamı unvanını kazandıran kitleden hiçbir ses çıkmaması bir yana, kendisinden hazzetmeyenlerde bile Melih Başgan’dan sonra ne olacağı konusunda sevinçle karışık bir tedirginlik göründüğünü sezmemek elde değil. Öyle ya; tüm siyasi dönüşümlere, parti kapatmalara, aday gösterilmeme tehlikelerine rağmen bir şekilde ayakta kalmayı başaran, belediye başkanlığı ve tercihleri tartışmalı olsa da güncel siyaset açısından başarılı sayılabilecek bir belediye başkanının bu kadar kolay gözden çıkarılması sonrası dönemde olabilecekler açısından da soru işaretleri oluşturmuyor değil. Gerçi henüz Melih Başgan görevden ayrılmış değil. Kendisi ile ilgili sürecin nereye varacağını izleyip göreceğiz. Belki kendisi bu virajı da almayı başaracaktır. Ancak, önemli olan bir başka meseleyi burada vurgulamakta yarar olduğunu düşünüyorum. Onlarca yıl, yerelleşme, yerel yönetimlerin özerkliği, yerel siyasetin önemi gibi konuları tartıştıktan sonra, Türkiye’nin en büyük iki şehrinin belediye başkanının, öyle ya da böyle milyonlarca seçmenin oy verdiği iki siyasetçinin bu kadar kolayca gözden çıkarılması, hele hele bunun hukuk devletinin gerektirdiği bir sorgulama süreci ile değil, lider tercihi ile olması başka türlü bir tehdit. Belediye başkanlarının hangi koşullarda görevden alınacağı ilgili kanunlarda ifade ediliyor. Eğer bu tür görevi ihmal ya da suiistimaller var ise hukukun işletilmesi gerekmez mi? Eğer böyle durumların olmadığına inanılıyorsa da bu adamlar neden gitti diye sormazlar mı? En azından bu soruları sorarak başlamak bizi daha anlamlı bir tartışmaya götürme potansiyeli taşıyor. Diğer türlü, “tüh gitti, böyle iyiydik” diyenlerle “yaşasın gitti, gitmesine de bundan sonra ne olacak” diyenlerle birlikte Türkiye’nin kentleri açısından anlamlı dersler çıkarmak çok güç olacak.

Bu tür bir değerlendirmeyi yaparken, öncelikle belediye başkanlığı kavramının ve belediye başkanı figürünün siyasal ve toplumsal dönüşümünü ele almakta gerekiyor. Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca, bir şekilde karizması ve farklı kişiliği ile öne çıkan belediye başkanları, dünyanın diğer ülkelerinde olduğu gibi hep vardı aslında. Ankara’nın mimar başkanı Vedat Dalokay’ı, İstanbul’un Lütfi Kırdar’ını, Konya’nın Halil Ürün’ünü, Kayseri’nin Osman Kavuncu’sunu, İzmir’in Ahmet Piriştina’sını, Fatsa’nın Fikri Sönmez’ini ve daha nicesini bu bağlamda hatırlayabiliriz. Ancak, her biri kendisine göre belediye başkanlığı yaptığı kentteki sorunlara çözüm bulmaya çalışan, kimi zaman tercihleri ve kişilikleri başkanlık yaptıkları kentin önüne geçen bu başkanlar ile 1980’ler sonrası neo-liberal dönemin belediye başkanlarını birbirinden ayırmak gerekiyor. 1980 öncesi dönemde çoğu zaman merkezi yönetimin ağır vesayeti altında, çoğunlukla günümüzün hareket alanı ve çalışma koşullarından ve çoğu zaman yeterli kaynaktan yoksun olarak kendi kamu çalışanları ile hizmet vermeye çalışan, bu sebeple de çoğu zaman düşük maliyetli kendine göre farklı yeniliklerle sorunlarla baş etmeye çalışan belediye başkanı darbe sonrası dönemin koşulları altında yerini bambaşka bir figüre bıraktı. Siyaset bilimi literatüründe ortaya çıkan bu yeni figüre “yerel dukalık”, “yerel derebeylik”, “seçilmiş krallar” gibi isimler takıldı. Ancak, ne yazık ki çoğu zaman bu yeni belediye başkanı türünün ve örneklerinin ayrıntılı tahlilleri yapılamadı. Oysaki herkes sezgisel de olsa bu yeni belediye başkanı türünün Türk siyasetinin geleceğinde oynayacağı rolün bir şekilde farkındaydı. Ülkede iktidarı ele geçirmenin yolu önce büyükşehirlerde iktidara gelmekti. Çünkü yavaş da olsa, toplumsal yapının kentleşmeye koşut olarak siyasal süreçleri de dönüştürdüğü görülmekteydi.

1980 sonrası dönemde, 1990’ların başına kadar belli bir ölçüde bu yeni belediye başkanı türünün kuluçka döneminin yaşandığı söylenebilir. Turgut Özal’ın başlattığı yerelleşme ve yetkilerin belediyelere devri dönüşümü ve büyükşehir belediyelerinin kurulması sonrasında büyükşehirlerde kısmen merkezi hükümet tarafından da desteklenen çok büyük altyapı projeleri başlatıldı. İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük kentlerin trafik, su, hava kirliliği, kanalizasyon, konut gibi sorunlarının aşılması için bu aşamada göreve gelen belediye başkanlarının en azından 1990’ların başına kadar çok fazla öne çıkmadığı ve daha çok birer teknokrat gibi davrandığı söylenebilir. Ancak, bu sürecin hemen sonrasında ortaya çıkan belediye başkanları daha farklı bir profil çizmeye başladı. 1990’ların başındaki sosyal demokrat belediyecilik döneminde daha karizmatik, baskın ve siyasal süreçlerde etkin belediye başkanları ortaya çıktı. Ankara Belediye Başkanı Murat Karayalçın’ın görev süresi sona ermeden Partisinden Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı pozisyonuna geçmesi buna örnek olarak gösterilebilir. Ancak, aynı sosyal demokrat belediyecilik furyası İstanbul Belediye Başkanı Nurettin Sözen dönemindeki yolsuzluk iddiaları ile de son buldu. 1990’ların ortalarında ise bambaşka bir belediye başkanı figürü ortaya çıkmaya başladı. Göreli olarak merkezi siyasal alanın etkisinden uzaklaşan, daha popülist politikalara yönelen, özellikle de büyük kentlerin etrafını saran gecekondu kuşağında ve gecekondu afları sonrasında ortaya çıkan yeni apartman mahallelerinin sermaye birikimi yapmaya başlayan kesimlerini siyasal olarak hareketlendirmeyi başaran bu belediye başkanlarının en önde gelenlerinden birisi Melih Gökçek’ti. Kendisinden önceki belediyelerin çok fazla yapmadığı yoksullara erzak ve kömür dağıtımı gibi sosyal yardımları, çabuk imal edilen havuz, fıskiye gibi peyzaj unsurlarını yaygın kullanmayı, noktasal ve araç odaklı ulaşım politikalarını katlı kavşaklar gibi görünen yatırımlarla belirgin kılan bir tavrı benimseyerek Ankara’da kendisine bir taban yaratmayı başardı.

1990’ların ortalarında ortaya çıkan bu belediye başkanı figürünün benzerlerini Konya’da, Kayseri’de, İstanbul’da ve daha birçok büyük kentte izlemek mümkündür. Her biri kendi bağlamında daha sonra farklı yollar izleseler de neoliberal stratejilerin baskın hale gelmeye başladığı bir dönemde aslında 2000’li yılların siyasal ve iktisadi yerel altyapısını popülist bir yaklaşımla inşa etmeye başladılar. Bu anlamda 1990’ları yerel hizmetlerin belediye şirketleri ve yaygın taşeronlaşma ile özelleşmesinin, yerel kaynakların büyük ihaleler kanalıyla ve plan değişiklikleri yoluyla belli sermaye gruplarına aktarılmasının ve tüm bunları bir şekilde kolaylaştıran aktör olarak belediye başkanının halka oyuncak, yiyecek dağıtan, tıkanan yolları katlı kavşaklarla açan popülist bir lider olarak sivrilmesinin dönemi olarak adlandırmak mümkün. Hatta bu kurulan toplumsal altyapı o kadar sağlamdır ki, becerikli bir siyasetçi olarak Melih Gökçek ve benzeri belediye başkanları 1990’lı yılların fırtınalı siyasi atmosferinde ayakta kalmayı başarmışlardır. Bunda siyasi atmosferin daha çok laik-İslamcı eksenine oturmasının da önemli payı olduğu söylenebilir. Merkezi siyaset başörtüsü gibi siyasal sorunlar ve 28 Şubat gibi süreçler yaşarken, yerelde bu tür belediye başkanları halkı dinleyen, onların sorunlarına eğilen figürler olarak algılandılar. Ancak, tüm bunlar olurken, aslında bir yandan da yeni bir belediye başkanı figürü şekillenmektedir. Bu belediye başkanına 1999 Yılında sunduğum birkaç bildiride “kent patronu” adını vermiştim. Aslında kavram “city boss” adlı kavramın Türkçeye çevirisiydi. Kent patronu, kenti noktasal müdahalelerle, günü birlik projeler ve el yordamıyla yöneten, bu yaklaşımıyla bir yandan kentte biriken rantı dağıtan planlama gibi mekanizmaları kontrol ederek kendine bağlı bir kollamacı ağ yaratan, bir yandan da kitlelere hoş görünmesini sağlayacak popülist uygulamaları sürdüren belediye başkanını ifade etmekteydi. Eski Roma’daki “ekmek ve sirk” politikasının günümüze başarıyla taşınmış bu örneğinde belediye başkanlarının halka ücretsiz ekmek dağıtması ve sürekli sirk ve benzeri gösteriler düzenlemesi de dönemin ilginç detayları arasında sayılabilir. 2000’li yılların başına gelindiğinde, bu sürecin sonunda ayakta kalabilen kent patronlarının oldukça güçlendiği, kentteki çıkar ağlarını kentsel ranta bağımlı kılmayı başardığını ve bu anlamda siyasi sürdürülebilirliklerini de sağladıklarını söyleyebiliriz. Birçok büyük kentte, 2000’li yıllar öncesinde kurulmuş ayrıcalıklı konut kooperatiflerinin, yapılan plan değişikliklerin birazcık incelenmesi durumu açıklamaya yetecektir.

2000’li yılların başında Adalet ve Kalkınma Partisinin iktidara gelmesi ve kendisi de eski bir belediye başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan’ın Başbakan olması ile birlikte de belediye başkanları açısından yeni bir dönem başladı. Öncelikle tüm yerel yönetim yasaları değiştirilerek belediye başkanlarının pozisyonu merkezi hükümet ve belediye meclisleri karşısında güçlendirildi. Merkezi yönetimin yerel yönetimler üzerindeki vesayeti neredeyse ortadan kalktı. Belediye başkanlarının sorun yaşadıkları her konuya ilişkin dosyaları koltuklarının altına aldıkları bu sorunların çözümü için yasa çıkarmak ya da yönetmelik değiştirmek için Ankara’ya koştukları bir dönem yaşanma başlandı. Benim için en ilginç örneklerden birisi, 2005 yılında yeni seçilmiş Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan’ın elinde 5366 Sayılı Tarihi alanların yenilenmesine ilişkin yasa teklifi ile TBMM’ye gelmesi ve bu teklifin bir şekilde yasalaşmasıydı. O günlerde, Atatürk Orman Çiftliğinin Ankara Büyükşehir Belediyesine devrinden kentsel dönüşüm projelerine, devletin belediyelere aktardığı kaynaklardan büyük ulaşım projelerine kadar pek çok konuda yerel yöneticilerin kendi yetkilerini arttırmaya çalıştıkları bir süreç yaşanmaktaydı. Bu sürecin yarattığı etkiyle, mevcut kent patronları da güçlerini arttırmaya ve kendi kontrollerindeki çıkar ağlarını büyütmeye başladılar. Bunda en temel araçlardan birisi kentin çeperinde ve merkezinde yer alan, o güne kadar yasal engeller ve mahkeme kararları sebebiyle yapılaşmaya açılamayan alanların imar planı değişiklikleri aracılığıyla yapılaşmaya açılmasıydı. Kimi zaman kentsel dönüşüm alanı adı altında, kimi zaman da toplu konut projesi adı altında bu alanlarda biriken kentsel rantın paylaşımı bu tür bir güç kazanımı için önemli bir zemin oluşturuyordu. Bu durumu yine bu blogdaki diğer iki yazımda anlatmaya çalışmıştım: https://sehrekustu.blogspot.com.tr/2012/08/alan-talan-yalan-kalan-kullanimlar.html https://sehrekustu.blogspot.com.tr/2012/07/kentlesme-ve-yolsuzluk-iliskisinin.html

Ancak, 2000’li yılların sonlarından itibaren daha ilginç bir başka süreç yaşanmaya başladı. Bu süreçte aslında 2000’li yılların ortalarında gücü doruğa çıkan belediye başkanlarının düşüşü başladı diyebiliriz. Çünkü 2000’li yıllar boyunca devam eden tek parti iktidarı bir yandan belediye başkanlarının iktidarını pekiştirirken, bir yandan da merkezi yönetim düzeyinde kente ilgisi bulunan yeni aktörlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştu. Başta Toplu Konut İdaresi ve Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı gibi büyük kurumlar hem yaptıkları yatırımlar hem de artan yetkileriyle yerel müdahale etmenin yeni araçları haline geldiler. Bu durumun, tek parti iktidarının kent patronları ve çıkar ağları dışında bir mekanizma ile yerelle ilişkilenmesinin yolunu açtığı söylenebilir. Başta dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve merkezi siyasetin önemli figürleri kendi seçim çevrelerinden başlayarak yerel üzerindeki etkilerini arttırmaya başladılar. Burada İstanbul’da Kadir Topbaş’ın kararıyla İMP (İstanbul Metropoliten Planlama Merkezi) tarafından yapılan Çevre Düzeni Planının, 2011 yılı seçimleri öncesinde Recep Tayyip Erdoğan tarafından açıklanan projelerle kadük hale gelmesi ya da 2009 yerel seçimleri öncesinde yapılan yasa değişiklikleri ile bazı önemli planlama yetkilerinin merkezi yönetim kurumlarına geri alınması gibi kırılma noktalarından bahsedilebilir. Bu açıdan bakıldığında, 2010 sonrası dönemde kentlerde kent patronları ve merkezi hükümet düzeyindeki aktörler arasındaki çatışma ve çelişkilerin ciddi bir belirleyici etkisi olduğundan bahsedilebilir. Özellikle Gezi Parkı, 17-25 Aralık süreci, FETÖ darbe girişimi gibi süreçlerin tümünde siyasi gerilimin çok önemli bir ayağını belediyeler oluşturdu ve gözler belediye başkanlarına çevrildi. Hatta merkezi hükümet düzeyindeki siyasal ayrışmaların da yerele ve yerel yönetimlere ayrıca yansıdığı, bunun da resmi daha da karmaşıklaştırdığı söylenebilir. Konya gibi muhalefetin eser düzeyde bulunduğu kentlerde bile yerel yatırımlar konusunda yaşanan perde arkası çekişmeler bu durum üzerinden okunabilir.

Tüm bunlar olurken esas önemli gelişme ise, kentlere merkezi ve yerel yönetimlerin harcadığı tüm kaynaklara rağmen, kentlerin sorunlarının giderek çözümsüzleşmesi, “gerçek” kentsel ve yerel sorunların bir şekilde muhatabını bulamaması ve alışılageldik yerel yönetim yaklaşımlarının artık etkisiz kalmasıydı. Bugünün Türk kentlerine bakıldığında toplumsal, mekânsal ve iktisadi ciddi sorunların ortaya çıktığı görülmektedir. Toplumsal açıdan kentlerde üst gelir gruplarıyla alt gelir grupları arasında ciddi bir mekânsal ve kültürel ayrışma yaşanırken, kentsel demokratik temsil ve katılım kanallarının tıkanmış olması kentlilerin özellikle de genç kuşakların kentsel sorunlar konusunda seslerini duyuramamasına ve kutuplaşmaya yol açmış olduğu görülmektedir. Mekânsal açıdan bakıldığında kentlerin kamusal mekânlarının ortadan kalktığı ya da kamusal niteliğini yitirdiği, tarihi ve doğal alanlarının sürdürülebilirliğinde ciddi sorunların yaşandığı, kentlilerin yaşam kalitesi konusunda ciddi soru işaretleri olduğu görülmektedir. İktisadi açıdan da birkaç büyük kent ve sanayi üretimi hala canlı kalan kentler dışında kentlerin neredeyse tamamının inşaattan ve sürekliliğinin sağlanması zor turizm gibi sektörel gelişmelerden medet umduğu görülmektedir. Sonuçta, gelişen iletişim olanaklarıyla dünyayı izleyen, gezip gören kentlilerin yaşadıkları kentlerdeki yaşam zorlukları ve sorunlar karşısında önemli düzeyde bir tatminsizlik içerisinde oldukları görülmektedir. Bu sorunlar karşısında yerel yönetimler ve hükümetler –yer yer durumu tespit etmekle birlikte- alışılageldik yaklaşımlarını terk etmemektedirler. Hala belediye meclislerinde konuşulan yüzlerce imar planı değişikliği ile kollamacı ağlara kentsel rantlar dağıtılmakta, artan yapı ve nüfus yoğunluğu karşısında ulaşım, altyapı gibi sorunlar plansız toplu taşım yatırımları ve otomobil odaklı politikalarla çözülmeye çalışılmakta, kentsel kamusal alanlar tüketilmekte ve kentler kimliksizleşmektedir. Harcanan tüm paralara, yapılan tüm yatırımlara karşın ortada büyüyen bir hoşnutsuzluk ve keçiboynuzu hissi yaygınlaşmaktadır. Nitekim hem hükümet sistemi referandumunda büyük şehirlerden çıkan sonuçlarda hem de belediye başkanlarının istifasının ardından gelen sessizlikte bu durumun izlerin görmek mümkün.  

Sonuçta belediye başkanlarının istifası üzerindeki tartışmalar bizi kişilerin saltanatından çok aslında kentleri bekleyen yeni krizleri ve bu krizleri nasıl yöneteceğimiz konusundaki bir arayışın kenarına getirip bıraktı. Bu arayış, küresel iklim değişikliğinden gelişen teknolojiye kadar pek çok değişkenin belirleyeceği yeni bir dönemin habercisi olmak zorunda. Yirmi birinci yüzyılın yeni Kadir Topbaş’lara ya da yeni Melih Gökçeklere ihtiyacı yok. Kentlerimizin sorunlarını çözmek, kentlilerin mutlu yaşadıkları kentler oluşturmak için kent patronlarına değil, adını hafızamızı zorlasak da hatırlayamayacağımız, işine toplu taşım ya da bisikletle giden, ailesine vakit ayıramadığından dert yanan değil, ailesiyle birlikte kentsel kamusal alanlarda eğlenen yeni tür belediye başkanlarına ihtiyacımız var. Bu belediye başkanı türünün temel ilkelerini de yine bu blogda ele almaya çalışmıştım: https://sehrekustu.blogspot.com.tr/2014/03/yirmibirinci-yuzyilin-belediye-baskani.html


Bu belediye başkanları artık birer şahıs ya da karizma sahibi siyasetçiden çok, siyasetçi kimliği olsa da, kenti bir yaşam alanı olarak ciddi bir uzman ekip ve teknolojik birikimle, etik temelde bilimsel yaklaşımlarla yöneten ve her şeyden önce çoktan unutulan sosyal adalet ilkesini önceleyen bir yaklaşıma sahip olmalı. Esasen tarihsel olarak, bir kenti var edenlerin belediye başkanı değil o kentte yaşan kentliler olduğu ve kentin de kentiler sayesinde önemli olduğu şeklindeki bir anlayışı yaygınlaştırmak belediye başkanının en önemli görevi olmalı. Bu tür bir başkana alışkın olmayabiliriz. Biz, her yere yetişen, devasa ihaleleri ve çılgın projeleriyle gündeme gelen, milyonlarca takipçisiyle sosyal medyada lüzumlu lüzumsuz her konuda görüş beyan eden başkanlara alıştığımızı zannedebiliriz. Naif gelse de ben yine de yaşanabilir bir kentte yaşamaya daha hızlı alışacağımıza inanıyorum. Ya da inanmak istiyorum.

3 Mayıs 2015 Pazar

TRANSFORMER VE JURASSIC ANKARA'YA KARŞI


Son bir aydır Başkent Ankara bir şehir içi karayolu kavşağına konan robot ve dinozor heykelleriyle ülke gündemini ve sosyal medya mecralarını işgal ediyor. Bu işgal edişten “parsel parsel satma” iddialarının muhatabı olan Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanı Melih Gökçek’in pek de hoşlanmadığını söylemek zor. Gündemi üzerindeki iddialardan kendini daha rahat hissettiği kulvara – ki gelin biz buna “kentsel polemik” diyelim – çekmek için bulunmaz bir fırsat olan bu tartışmaya çabucak dahil oldu. Suç duyuruları, mimar, şehir plancısı ve mühendisleri çeşitli hakaretamiz ifadelerle suçlama manzaraları oluştu alıştığımız üzere. Durum bir nevi biz Ankara’lılar için “normalleşti” bile diyebiliriz. Normalleşen durumda iki ayrı saf oluşuverir Ankara kamuoyunda bu gibi durumlarda. Bir taraf meseleye daha çok estetikten yola çıkan ama topyekun bir eleştirinin kapısını aralayan bir şekilde dahil olurken, diğer taraf da “ne var canım her yerde var, hem nasıl olsa böyle büyük bir eğlence parkına tüm Ankara’nın ihtiyacı vardı” söylemine dayanan pragmatik bir meşrulaştırma yaklaşımını benimseyiverir. Zaten sonrasında da hemencecik yeni bir gündem oluşur. Bu iki saf farklı bir konuda aynı safları sıklaştırmaya devam ederler.

Oysa bu tür kentsel tartışmaların odağında bu kez farklı bir açıdan bakmak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü ortada bizim ürünümüz olmayan “popüler” imge ve figürlerin “popülist” bir şekilde kullanımı söz konusu. “Popüler popülizm” gibi hoş kelime oyunlarını mümkün kılmak bir yana, küresel ölçekte hakim yaratıcı endüstrilerin ürünlerinin Türkiye’nin Başkentinde bu şekilde kullanılması bile başlı başına bir sosyolojik tartışmanın kapısını aralıyor. Geçmiş yıllarda Ankara’da benzer başka örneklerini de görmüştük bu durumun ama onlar pek hoş bitmemişti. Eryaman’da Ankara Büyükşehir Belediyesinin yaptığı devasa “Harikalar Diyarı” adlı parkta çizgi film sinemaları açılmıştı. Daha çok popüler çizgi filmleri oynatması düşünülen bu sinemalarda daha sonra “küçük” bir ayrıntının gözden kaçması sebebiyle sorunlar çıkmıştı. Bu sinemalarda oynatılacak filmlerin ticari telif haklarının nasıl karşılanacağı sorun olmuştu çünkü. Bu gibi sorunlar dünyanın her yerinde yaşanabilir sorunlar olarak kabul edilse bile ortada bir başkentin tarihsel konumu, sosyo-mekansal gerçekliği gibi konuları küresel kültürün yamaları vee çarpık bir modernleşme anlayışıyla yeniden üretme çabasının olduğunu görmek gerekiyor. Bu tür bir çaba bir kenti yok etmez belki ama daha kötüsünü yapabilir. Sıradanlaştırır ve unutturur.

Robot ve dinozor tartışmaları devam ederken, bu popüler unsurları çocukluğundan beri takip eden birisi olarak tartışmanın bir yanında bulunan transformer ve jurassic park temalarına da biraz haksızlık edildiğini düşünerek acaba farklı bir analiz de yapılabilir mi diye düşünmeye başladım. Çünkü, bizim zannettiğimizin aksine pek çok popüler kültür unsuru – ki belki en önemli örnekleri Tolkien’in Orta Dünyası, Matrix ve Lucas’ın Yıldız Savaşlarında görülebilir – batı felsefesinin önemli tartışmalarından kökenini almakta, ya da en azından ucundan kıyısından sonradan bu popüler örnekleri felsefe ile buluşturma çabaları söz konusu. Gerçekten de popüler olmanın insanlığın çok temel açmazlarını ve ikilemlerini beklenmedik bir şekilde ve biçimde sunmaktan kaynaklandığı ile ilgili de önemli tartışmalar da son dönemde gündemde yer buluyor. İster Holywood aynı senaryoları yeniden satabilmek için biraz felsefe sosuyla yeniden yazarak gündeme taşıdığından olsun, ister gerçekten de bu popüler unsurlar biraz olsun felsefi açmazları gündeme getiriyor olsun, robot ve dinozor imgelerinin öyküleri üzerinden Ankara’da olup biteni yeniden okumak ilginç olabilir diye düşünüyorum.

Atatürk Orman Çiftliği kavşağına ilk konan pek benzemese de transformer filminden esinlendiği aşikar olan bir robot heykeliydi. Transformer’lar bizim organik dünyamızın aksine metal ve makinenin hayat bulduğu bir gezegenden gelen, kendi içlerinde kadim iyi-kötü ikilemini taşıyan bir grup robotun öyküsünü anlatıyor aslında. Kendi gerçek biçimlerinin ne olduğunu tam olarak anlayamasak da bizim dünyamıza gelince kendilerine benzettikleri makinelerin biçimini alıyorlardı. Serinin tüm filmlerinde insanın iktidar elde etme güdüleri ile transformer’ların kötü kanadının kendilerine yeni bir hakimiyet alanı açma çabaları arasında kalan “otobot”lar adlı iyi robotların hazin durumu ele alınıyor. Hatta serinin son filminde insanlar robotların yaşam kodunu çözüp onları yeniden üretecek bir yöntem bile keşfediyorlar. Bu öyküde insanın doğa karşısındaki durumu, karşısına çıkan güçleri yenmekle istila etmek arasındaki tereddüdü, yapay zeka ve makinelerin insanı aşıp aşmayacağı gibi konulardaki derin etik tartışmalara atıf var gibi görünüyor. Tabi kavşağa robot heykeli koyanların bu tartışmalarla ilişkisinin olma ihtimali çok düşük görünmekle birlikte, bu öyküyü Ankara’nın son otuz yılına uyarlamak zor görünmüyor. Transformer’ları, kentin kapıcıları diye de adlandırılan profesyoneller olarak adlandıralım gelin. Şehir plancıları, mimarlar, mühendisler, avukatlar ve kentin biçimlendirilmesinde kilit rol sahibi tüm meslek dallarını da katalım içlerine. Transformer’lar gibi onların da toplum tarafından dışarıdan bakılınca görülen bir araç, ama yakından bakınca insana benzeyen bir robot gibi görüldüklerini, ötekileştirildiklerini ve yabancılaştırıldıklarını hatırlayalım. Kenti biçimlendirme iktidarını ele geçirenlerin en çok ihtiyaç duydukları kaynak bu meslek dalları ve bilgi birikimleri. Ankara Kentinin son yıllarını gözden geçirdiğimizde bu meslek dallarının bir kısmının kenti farklı bir şekle sokan popülist uygulamaların aktörleri olarak ortaya çıktıklarını, bir kısmının da iktidar sahiplerinin isteklerinin taşeronluğunu yapmak durumunda kaldıklarını gördük. Aynı iyi ve kötü transformer’larda olduğu gibi. Her iki grup da başka gidecek yerleri olmadığını düşünerek kendilerini içinde buldukları senaryodaki rollere uygun hareket etmeye başladılar. Arka planda da kentin kamusal alanları yiterken, kentsel gelir dağılımı rant temelli bir gelir aktarım süreciyle yeniden yapılandırılırken önce fıskiyeler, sonra köprülü kavşaklar, şimdi de popüler kültür heykelleriyle ilgili tartışmaların ya yüklenicisi ya tartışmacısı haline geldiler. Gelinen nokta çok hazin. İktidar sahipleri bu meslek gruplarının önemini çoktan kavradı. Belediyelerin ve kamu kurumlarının kadroları formatı çözülmüş ve neo-liberal mantıkla yeniden yapılandırılmış meslek insanlarıyla dolduruldu. Yani aynı transformer serisinin sonundaki gibi.

Robot kaldırıldıktan sonra hikmetinden sual olunmaz bir mantığın eseri olarak yerine – hem de türüne twitter oylaması ile karar verilen – bir dinozor heykeli yerleştirildi. Dinozorların neden son yıllarda Ankara Büyükşehir Belediyesinin ilgi odaklarından birisi haline geldiği tartışması bir yana, bir popüler kültür unsuru olarak kaynağının 1990’larda parlayan Jurassic Park serisi olduğunu biliyoruz. Amber taşı içerisinde kalmış bir sivrisiğeğin karnındaki dinozor kanındaki DNA şifresini çözerek dinozorlar günümüze getiriliyordu öyküde. Daha sonra da bir eğlence parkının temaşa unsurları haline geliyorlardı. Ama sonradan işler sarpa sarıyor, tabiri caizse insanoğlu “doğayla şaka olmaz” gerçeği ile karşı karşıya kalıyordu. Öykü çok da yeni değil aslında Mery Shelley’in Frenkhestein romanından bu yana sanayi devriminin makine gücünü yanına alan, yaşamın sırlarını çözmeye başlayan insanın tanrı rolüne soyunmasının sonuçlarını tartışıyoruz. Bir yanıyla Yahudi soykırımına, bir yanıyla genetiği değiştirilmiş organizmalara kadar giden bu tartışmada dinozor aslında kontrol edilemeyen doğa güçlerini, hiç beklenmedik sonuçları simgeleştiriyordu. Serideki ilginç olan şey, tüm olup biteni kenardan izleyen ve hiç unutmayan bir karakterle birlikte olanlardan hiç ders almayan, hatta olup biteni malzeme yaparak hep daha büyük ve yeni bir dinozor parkı açan bir yatırımcının bulunmasıydı. Bu sebeple serinin her filminde bir şekilde dinozor parkı yeniden açılıyordu. Bu öykü de Ankara düşünüldüğünde bana pek tanıdık geliyor. Ankara’da sürekli olarak başarısız olan ama durmadan yeniden açılan bir dinozor parkına benziyor çünkü. Son otuz yılı gözden geçirdiğimizde hep bir şekilde “Ankara’yı uçurup kaçıracağı” söylenen ama bunu gerçekleştiremeyen yatırımlarla iktidarı pekişen bir yapının Ankara’yı yönetmeye devam ettiğini görüyoruz. İlk döneminde göbeklere yapılan fıskiyeler ve sök-dik peyzajla, sonraki dönemde katlı kavşaklarla, son dönemde de neredeyse standart hale gelmiş istisnai inşaat emsalleriyle gerçekleştirilen kentsel dönüşüm projeleriyle Ankara sürekli kapanıp yeniden açılan bir dinozor parkı gibi. Bir yandan da kenardan tüm olup biteni korku dolu gözlerle izleyen, “yapmayın etmeyin burda bir yanlış var diyen” meslek odaları, üniversiteler var. Onlara da önce “siz bu işten anlamazsınız” denilip, sonrasında da dinozorlar memleketi basınca “e şimdi ne yapmalı” diye gözler çevriliyor. Kentsel dinamiklerin doğanın kontrol edilemez güçleri gibi olduğu, orasına burasına yapılacak bir tema parkla dizginlenmeyeceği fark edilince de iktidar sahipleri yeni projeler tasarlamaya başlıyorlar yapı taşını değiştirdikleri dinozorlarla birlikte. Çünkü esas amaç olan yaşanabilir bir kent oluşturmak çoktan yitip gitmiş. Amaç artık bir tema park yapmak ya da kenti bir tema park haline getirmek olmuş. Anlayacağınız dinozor heykelini getiren süreç de Jurassic Park filmine ziyadesiyle benziyor.


Bu yazıdaki muradım popüler kültürle kentsel süreçler arasındaki dinamiklerin paralelliğini göstermek değildi sadece. Gördüğünüz gibi bu tür benzerlikler kolaylıkla kurulabiliyor. Esas mesele, kentteki basit gibi görünen ayrıntıların büyük resimdeki karşılıklarına işaret edebilmekte. Bu tür karşılıkları kitlelere anlatabilmek meselesinde ne kadar mesafe kat edebilirsek, popüler kültür unsurlarının felsefe ile ilişkilendirilmesinde olduğu gibi biz de en azından olup bitenin ne tür çelişki ve felaketlere kapı araladığını biraz daha etkili anlatma gücüne kavuşabiliriz. Yoksa korkarım giderek içinde yaşadığımız kentler yapı taşı değiştirilmiş robotların desteğiyle yine ve yeniden başarısızlığa mahkum tema parkların içinde başıboş dolaşan dinozorların çiftliği haline gelmekten kurtulamayacak. 

26 Nisan 2015 Pazar

“KORUMA NEDİR” DİYENE GÖNÜL VERESİM GELİR!



Gönül nedir bilene Gönül veresim gelir
Gönülden bilmeyene hissiz diyesim gelir

Aşk nedir, sevda nedir bunu bilmek gerekdir
Gönülden bilmeyene hissiz diyesim gelir

Gönül Hocam,

Bizden ayrılışının üzerinden tek tek sayınca çok gelen, bir çırpıda geri dönüp bakınca az görünen tam on yıl geçmiş. Dile kolay demeyeceğim, zihni zorlayan şeyler gördük senden sonra. Senin zamanında hayal bile edilemeyecek durumlar şirazesiz ellerde yakalara iliştirilen beylik rozetler haline geldi. Artık herkes “korumacı”, hatta korumacı olmadığını söyleyenleri dövüyorlar. Korumanın “daniskası”, “hastası” adamlarla, kadınlarla doldu ortalık. Ahali de memnun görünüyor bu durumdan. Koruma denince Ramazan akşamları dekoru, osmanlı zamanından kalma bir şekerleme ya da televizyon dizilerinin setlerinde ünlü delikanlı ya da kızlarla göz göze gelebilme olanağı falan anlaşılıyor. İnanmazsın sadece bizim ahali değil, Balkanlardakiler, Araplar hatta Kafkaslar sakinleri bile kısmen bu durumda. “E ne güzel dediğini” duyar gibiyim. “Par ekselans” diye de tamamlarsın. Ama Allahtan buraları görme şansın yok. Ya da en azından görsen de bize kızdığını biz göremiyoruz.

Seninle ilgili hafızamdaki son anlardan birisi, benim Kültür ve Turizm Bakanlığında memur olarak çalıştığım günlere uzanıyor. Ankara Koruma Kurulu Müdürü – o da zamana yenildi, rahmetli sıfatını takınanlar arasına katıldı – Ahmet Bal’ı ortalıkta koşuştuturup “Gönül Hanımı alacak araç bulabildik mi” derken hatırlıyorum. Sen o günlerde Ankara Koruma Kurulu Başkanlığını yapıyordun. Sonra eski model bir resmi araç seni alıp gelirdi. Araçtan inip yürümekte zorlandığını, ayaklarındaki tokyo terlikleri sürüyerek o zamanlar Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğünün Koruma Kurulu Toplantı Salonu olarak kullanılan binasına doğru usul usul yürüdüğünü izliyorum. Bu halinle bile Koruma Kurulunun son gerçek başkanı sıfatını hak eden kişi olduğunu bugünlerde üzülerek izliyorum. Zihninden süzülen tarih ve kültürle nice belediye başkanını, bürokratı hizaya getirmişliğin olduğunu ben değil o Kurul Salonunun duvarları daha iyi hatırlıyor sanırım. Senden sonra Kurul denilen organın sonundaki “l” harfi düşürüldü bir el tarafından. Kuru bir yapı, hık deyicinin hah deyicisi olanların çoğunlukta olduğu yerler haline geldiler. İçlerinde bir şeylere direnmeye çalışanlar da olmadı değil. Ama zamanla onları da ayıkladılar bir güzel. Koruma kurulları artık kimsenin çekinmediği noterlik müesseseleri haline getirildi. Korkacak bir şeyi kalmadı kimsenin şükür.

Belki senin ismini bir yerlerde tutabilseydik şifa niyetine bu gidişi biraz olsun yavaşlatabilirdik diye düşünmeden edemiyorum. Denedik de. Yıl 2006. Ben TMMOB Şehir Plancıları Odası Ankara Şubesi Yönetim Kurulu Başkanıyım. Sen aramızdan ayrılalı sadece bir yıl olmuş. Aklımdan şu geçiyor. En azından senin yıllardır kurul başkanlığı yaptığın küçük salona senin adın verilmeli. Bir zamanlar 2. T.B.M.M. binası olan yapının ahırlarının olduğu rivayet edilen, sonrasında yenilenerek Kültür Bakanlığına tahsis edilen yapıdaki bu küçük salon belki koruma adına mütevazı bir çapa işlevi görebilir diye düşünüyorum, en azından Ankara için. Önce tafsilatlı bir yazı yazıyor, binanın tasarrufunu elinde tutan Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğüne gönderiyoruz. “Bu salona Gönül Tankut’un adı verilmeli” diyoruz özetle. Ama çeşitli kanallardan zorlamamıza rağmen yanıt yok. Yaklaşık altı ay sonra bu kez ben zamanın genel müdüründen – ki sonra başarıları sebebiyle vali yapıldı kendisi! - randevu alarak şahsen yanına gidiyorum. Hoş, beşten, seni andıktan, senin yaptıklarından bahsettikten sonra yazının akıbetini soruyorum. Önce kaçamak yanıtlarla geçiştirmeye çalışıyor. Israr edince, “fazla kurcalamayın ama bu Gönül Hanım’ın adının bir yere verilmesine Müsteşar pek sıcak bakmıyor” deyiveriyor. Müsteşar daha sonra Abdullah Gül’ün Genel Sekreterliğini de yapan Mustafa İsen. O an anlayamamıştım ama şimdilerde görüyorum ki, reddedilen aslında senin adın değildi, korumanın kendisiydi. Aynı müsteşarın görevi sırasında “Sulukule Yasası” gibi birçok koruma karşıtı yasal düzenleme yapıldı, değişen bir zihniyet dünyasıydı, bunun izleri gözümüzün önünden geçiyordu.

Sonrasında seni hastane odasında görüyorum. Raci Bademli Hoca ile yan yana odalarda yatıyorsunuz. O çıkamıyor, sen biraz daha uzatmaları oynuyorsun. Onu ziyaret ettikten sonra sana da uğruyoruz. Konuşurken laf dönüyor nasıl oluyor bilmiyorum ikinci dönemini yaşayan Melih Gökçek’e geliyor. “Bu adamda garip bir enerji var. Biz fazla alıştık herkesin bizi dinlemesine. Bu adam dinlemez. Ama dinletmemiz lazım. Dinlemezse bu enerjisi Ankara için yıkıcı olur. Bu adamın enerjisini nasıl yönlendiririz bunun üzerine düşünmemiz lazım” diyorsun. Aslında siyasetçi ile entelektüel arasındaki o garip çelişkiyi özlü biçimde anlatıyorsun. Gerçekten de senden sonra bu yıkıcı enerji Ankara’nın üzerinden bir silindir gibi geçti. Çok mücadele etmeye çalıştık ama nafile. O enerji çığırından çıktı. Nefsani bir iştahın en süfli haliyle kente saldırdı. En sonunda sıra Atatürk Orman Çiftliğine, Hacı Bayrama, Ulusa, Kaleye de geldi. Hacı Bayramı şimdi görsen tanımazsın. Yamaçlar boşaltılıp, betonla yeniden dikilen labirentimsi yapılarla dolduruluyor. Geçen Hacı Bayrama gittik, girişini bulamadık. Hergelen Meydanı artık yok, İller Bankası binası yıkımı bekliyor. Koruma eylemine konu olabilecek tarihin sessiz tanıkları arsız ve pervasızca susturuluyorlar. Senin olmadığın koruma kurullarında Gökçek tasallutu ile atanmış yamyassı üyeler de, korumanın karşıtı ne varsa damaklarını bile kuşku ile ıslatmadan onaylıyorlar.

“Koruma zor ve pahalı bir iştir” demiştin bir zamanlar. Artık ne zor ne pahalı. Restoratörsüz, rölevesiz, restitüsyonsuz koruma yapmayı icat ettik, eh paramız da var çok şükür, koruyup duruyoruz. İçi boşaltılmış ahşap kabukları betonla sıvayıp davlumbaz gölgesine buluyor, içine de klasik bir iki mobilya atıp köşeye bir gramafon kondurunca çocuk gibi şenleniyoruz. Ne güzel şu koruma diye haykırasımız geliyor. Artık çeşit çeşit restoranımız, kafemiz var koruduğumuz yerlerde, çorba da içiyoruz capuccino da. Arabamızı park edecek valelerimiz de cabası. Zaten “otantik” mekanlarda, “atmosfer” harikaysa, twit atmak, facebooka fotoğraf koymak hele hele çubukla özçekim yapmak da pek bir keyifli oluyor. Bu son dediklerimi anlamayabilirsin çok takılma. Biz de pek anlamıyoruz. Ama UNESCO’ya girelim, turistler akın akın gelsin, kentimiz uçsun kaçsın, kalkınma trenini öküz gibi seyretmekle kalmayalım, birinci mevkide oturalım diye aklımız çıkıyor. Koruma yerine kendimizi ve kentimizi kollama yollarında ilerleyelim daha iyi diye düşünüyoruz. Zaten “koruma kullanma dengesi” diye dâhiyane veciz ifadelerimiz de var şuraya buraya serpilmiş. Hem artık Türkiye’nin dört bir yanında planlama bölümlerimiz var. Ha pek hocaları yok, hatta korumadan anlayan hoca hak getire ama olsun koruma anlatmak için koruma bilmek de pek gerekmez değil mi hocam?


Belki sen gördün bu geleceğimiz yerleri, belki hissettin durmamız gereken yerleri. Bilmiyorum. Artık pek çokuz ama yer ayaklarımızın altından pek bir kayıyor. Hatta çoktandır muhafazakarız inanmazsın. Bir muhafaza ediyoruz ki sorma, aslını kaybetmek için elimizden geleni yapıyoruz. Pencere ölçüsünü, sokağın sesini, cumbadaki tozu, çatının aktarma sesinden kalanları görmüyor sadece özlüyoruz. Özlemekle kalmıyor arıyoruz. Dekordan hallice mekanlarda, sıradan hallere bulanmak için mi bu yolları yürüdük diyoruz. Ve sanırım seni de çok özlüyoruz….

23 Ağustos 2014 Cumartesi

ATATÜRK ORMAN ÇİFTLİĞİ SURLARINDAKİ İLK GEDİK

Kentlerimizdeki bazı önemli hafıza mekânlarının teknik bilgi, yasal dayanak ve hukuki meşruiyet gözetilmeksizin ağır müdahalelere uğradığı günler yaşıyoruz. Kentsel hafıza mekânlarına yapılan bu müdahalelerin bazı ortak özellikleri var. Öncelikle müdahalenin en pragmatik ve akut halinin gerçekleştiği anda kamuoyunun dikkatine sunuluyorlar. Bu sunum çoğu zaman müdahaleyi içinde bulunduğu bağlamdan ve ilişkiler ağından kopararak ortaya koyma şeklinde gerçekleşiyor. Müdahaleyi yapanlar da, müdahalelere karşı mücadelede bulunanlar da bu noktasal gündem yaratma eyleminin bir parçası haline geliyorlar. Bu durum bir başka müdahaleye ilişkin gündemin bir önceki müdahaleyi tartışma dışına itmesine kadar devam ediyor. Tartışma dışına itilen müdahale bir daha gündeme taşınana kadar geçen zamanda ise daha farklı siyasal ve bürokratik süreçler, müdahalenin rotasını çoktan bir önceki tartışmanın ötesine taşımış oluyor. Sonuçta, kentsel mekâna yapılan müdahalelere ilişkin tartışmalar parçalı, kesikli ve kopukluklar içeren bir nitelik kazanıyor.

Toplumsal alanda kentsel mekâna yapılan müdahalelere ilişkin tartışmanın bu parçalı ve kopukluklar içeren doğasının ta kendisinin, müdahalenin ilerlemesindeki aşamalardan birisi olup olmadığını kendimize sormamız gerekir diye düşünüyorum. Bir anda alevlenen, tarafların eylemlilikleriyle hararet kazanan ama sonrasında uzunca bir süre dolaylı olarak ve çoğunlukla da yüzeyselleştirilmiş kavrayışlarla ele alınan kentsel tartışmaların konusu olan alanlar, bu tartışmaların unutturdukları ile değişmeye ve değiştirilmeye devam ediyor. Bu anlamda yapılan müdahalelerden çok, bu müdahalelere ilişkin tartışma süreçlerinin bir nevi müdahale edilecek alanın surlarındaki gedikleri oluşturduklarını söyleyebiliriz. Tartışma her alevlendiğinde surda yeni gedikler açılmaktadır. Hafıza mekânının toplumun genelinin algısında nasıl şekillendiği de bu gediklerle birlikte yeniden tanımlanmaktadır. Bu sebeple, kentsel alana yapılan müdahalelerin doğru anlaşılmasında ve tutarlı mücadele stratejilerinin geliştirilmesinde, geçmişteki tartışmaların belli bir tarihsel derinlikle ele alınması, bu ele alışta farklı boyutlardaki değerlendirmelerin yapılması önem taşıyor.

Bu anlamda, kişisel hafızamda çok canlı bir örneği paylaşmanın sorumluluğunu hissettiğimden dolayı bu yazıda Atatürk Orman Çiftliğine ilişkin 2006 yılında yaşanan bir dizi olayı tarihe not bırakmak adına kaleme almaya çalışacağım. Ancak bu işe girişmeden önce şimdiden Atatürk Orman Çiftliği yağmasının 1940’lardan itibaren başladığını, Çiftlik arazisinin üçte birlik kısmının 2000’li yıllardan daha önce tahsis, satış, kira ve irtifak hakkı tesisi ile elden gittiği eleştirilerine karşı neyi kastettiğimi açıklığa kavuşturayım. 2006 yılına kadar Atatürk Orman Çiftliği ile ilgili tüm tasarruflar için Türkiye Büyük Millet Meclisinde kanun çıkarılması gerekiyordu. Yani, ulus-devletin simgelerinden birisi olan Çiftliğe ilişkin tartışmaların merkezi siyasal alanın bir parçası olduğu kabul ediliyordu. Ancak, 2006’da çıkarılan ve bugünlerde Atatürk Orman Çiftliği yağmasının önünü tam olarak açan yasa ile Çiftliğe ilişkin tasarruf tamamen Ankara Büyükşehir Belediyesine yani yerel yönetimlere bırakılmış oldu. 2006 yılı sonrasında Çiftlikteki teknik altyapı ve ulaşımla ilgili hoyrat müdahalelerin, yeni başbakanlık binasının, Ankara Park’ın ve diğer müdahalelerin bu kırılmayla ilişkili olarak ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bir başka deyişle, 2006’ya kadar kıyısından köşesinden merkezi hükümet eliyle tırtıklanarak küçültülen Çiftlik, 2006 sonrasında yerel yönetim eliyle bütünüyle parçalanmaya ve dilimlenmeye başladı. İşte bu parçalanma sürecinin önünü açan yasal düzenleme ve ilişkili siyasal süreçlerin gözden geçirilmesinin, Çiftlik sürecini anlamak için önemli olduğunu düşünüyorum.

Böylesi bir yasal düzenlemenin nasıl gündeme getirildiğini ele almadan öncelikle dönemin siyasi atmosferini hatırlatmakta yarar var. Adalet ve Kalkınma Partisinin 2002 yılında iktidara gelmesinden sonra göreli olarak temkinli adımlar attığı bir dönem yaşanmaktaydı. Devletin yapısal olarak neo-liberal dönüşümünü hedefleyen “Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı” gibi çabalar dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından veto edilirken, yerel yönetimler ve kamu yönetimine ilişkin birçok kanun parça parça Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında çok büyük tartışmalar eşliğinde ele alınmaya çalışılıyordu. Bu tartışmaların en ciddi yansımaları bütçe görüşmeleri öncesinde görülmekteydi. 2006 yılının başlarında dönemin Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın sit alanında yer alan kaçak villalarının yasallaştırılmasına ilişkin çaba içerisine girdiği şeklinde iddialar basına yansımıştı. Bu iddialar ve daha birçok yolsuzluk iddiası yine dönemin Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Deniz Baykal tarafından Meclis kürsüsünden çok sert bir şekilde dile getirildi ve Bakan Unakıtan hakkında Meclise gensoru verildi. Gensoru tartışmaları tüm hararetiyle devam ederken, Kemal Unakıtan’ın kürsüden yaptığı savunmasında ilginç bir ayrıntı yer almaktaydı. Unakıtan, Deniz Baykal’ı da Angora Evlerinde ikamet ettiği villasının kaçak olduğu iddiası ile suçlamaktaydı. Yolsuzluk iddialarının havada uçuştuğu bu tartışmaların Atatürk Orman Çiftliği ile nasıl bir ilişkisi olduğunu ise daha ilerde sorgulayacağız.

Bu tartışmaların sürdüğü dönemde TMMOB Şehir Plancıları Odası Ankara Şubesi seçimleri yapıldı ve ben de Ankara Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı görevine başladım. Göreve başladığımdan çok kısa bir süre sonra da burada yazdığım satırlara kaynaklık eden bir dizi olaya tanık oldum. 2006 yılının Nisan ayı içerisinde basına Atatürk Orman Çiftliği ile ilgili bir yasanın Türkiye Büyük Millet Meclisine getirileceğine ilişkin bilgiler yansımaya başladı. Çok geçmeden de Mayıs ayı başlarında Adalet ve Kalkınma Partisi Milletvekili Salih Kapusuz tarafından verilen 5659 sayılı Atatürk Orman Çiftliği Müdürlüğü Kuruluş Kanunu'nda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun Teklifi, 2/773 sıra no ile TBMM Plan Bütçe Komisyonu'na verildi. Teklifin daha önce Melih Gökçek’in 2003 yılında Kızılay Kent Merkezinin yayalara kapatılması kararını kamuoyu önünde eleştiren Kapusuz tarafından verilmesi, siyasi olarak 2004 yerel seçimlerinden hemen önce Adalet ve Kalkınma Partisine kabul edilen Gökçek’le Adalet ve Kalkınma Partisi arasındaki kaynaşmanın da bir göstergesi olma niteliğini taşımaktaydı. Yasa teklifi “ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” tarzı bir şekilde kaleme alınmıştı. Teklifin ilk metninde “çiftlik arazisinin 10 yıllığına Ankara Büyükşehir Belediyesine devri, arazinin %5’i kadar kapalı tesis yapımına izin verilmesi, Çiftlik arazisinde ulaşım ve kentsel altyapı yatırımlarına izin verilmesi” gibi ağır hükümler bulunmaktaydı. Aslında aradan geçen sekiz yılda, yasa metni birazdan anlatacağım üzere bu hükümlere doğrudan yer verilmeyecek hale getirilmiş olsa da yapılan uygulamaların tam da bu metindekilere uygun olması da üzerinde düşünülmesi gereken hususlar arasında.

Böyle bir yasa teklifinin Meclise verildiği haberini alır almaz o dönem çok aktif olan ve temelleri yine Kızılay’ın yayalara kapatılması sürecine karşı yürütülen mücadelede güç birliği oluşturmak adına dönemin TMMOB Şehir Plancıları Odası Ankara Şubesi tarafından atılan “Ankaram Platformu” nezdinde girişimlerde bulunmaya başladık. Hızla bir değerlendirme yapıldı ve 12 Mayıs 2006 tarihinde Atatürk Orman Çiftliğine ilişkin bu yasa teklifinin yaratacağı sorunları ifade etmek üzere bir basın toplantısı düzenledik. “Sahipsiz AOÇ’nin Talanında Son Hamle: Kırparak Değil Devrederek Yağma” başlıklı basın metnini basın mensuplarının dikkatine sunarak, yasa teklifinin aslında Atatürk Orman Çiftliğinin idam fermanı olduğunu ifade ettik. Özellikle de AOÇ’nin sit alanı olduğunun ve Ankara Kentinin üst ölçekli planının yapılarak bu üst ölçek plan kararlarıyla uyumlu bir koruma amaçlı imar planı yapılması gerekliliğini bir çözüm önerisi olarak ortaya koyduk. Bu planların yapımı için de Belediyenin mevcut kanunlara göre gerekli yetkilerinin bulunduğunu, bu tür işlemler için yasa teklifine yer bulunmadığını, yasa teklifinin bir Truva atı niteliği taşıdığını vurgulamaya çalıştık. Bu çabalarımız devam ederken aynı tarihte bir başka ilginç gelişme olmaktaydı. Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanı Melih Gökçek basına bir açıklama yaparak Atatürk Orman Çiftliğine ilişkin yasa teklifi konusunu anlatmak ve destek almak üzere Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Deniz Baykal’dan randevu talebinde bulunacağını ifade etmekteydi. Daha önce Ankara ile ilgili önemli ve neredeyse birçoğu yargı kararlarına konu olmuş neredeyse hiçbir konuda böyle bir girişimde bulunmamış olan Belediye Başkanının bu girişimi bizi şaşırtmıştı. Öte yandan Atatürk Orman Çiftliği Hayvanat Bahçesindeki bir piton yılanının kaybolmasının da aynı zaman denk gelmesi ve özellikle gazetelerin Ankara eklerinde konunun çok geniş şekilde ele alınması da aynı dönemin ilginç ayrıntıları arasında yer almaktaydı. İlginç bir ayrıntı da o dönemde bu randevu talebinin hemen ardından Ankaram Platformu ve Şehir Plancıları Odası olarak bizim de Deniz Baykal’dan istediğimiz randevulara yanıt alamamamızdı.

Devam eden süreçte 3 Haziranda AOÇ’deki Atatürk Evi önünde Ankaram Platformu olarak yasa teklifine ilişkin sakıncaların dile getirildiği bir basın açıklaması daha yapıldı. Ankaram Platformunun çok yoğun olarak çalıştığı bugünlerde ayrıca bir AOÇ Mitingi ve yürüyüşü de düzenlendi. 6 Haziran 2006 tarihinde Ankaram Platformu bileşenlerinin siyasi parti teşkilatlarının ve halkın katılımıyla yaklaşık 1000 kişi Yüksel Caddesi önünde toplanarak Meclise yürüdü. Türkiye Büyük Millet Meclisi Dikmen kapısı önünde bir basın açıklaması yapıldı. Oldukça gergin geçen açıklama sonrasında Meclise girerek milletvekilleri ile görüşme talebinde bulunduk. Ancak, talebimiz geri çevrildi. Dönemin CHP Milletvekili Yakup Kepenek’in araya girmesi ile birlikte Ankaram Platformunu temsilen ben, Peyzaj Mimarları Odasını temsilen Redife Kolçak ve o dönem Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı olan Gökhan Günaydın, Mimarlar Odası Ankara Şubesi Başkanı Nimet Özgönül ve diğer arkadaşla birlikte Meclise alındık. CHP Milletvekili Ali Topuz ile görüşerek, yasa teklifinin bir Truva atı niteliği taşıdığını ve mutlak surette geri çekilmesi gerektiğini tekrar ifade ettik. Hem yoğun katılımlı yürüyüş ve miting, hem muhalefet partisinin tavrı hem da kamuoyunda yasa teklifine karşı büyüyen tepki umutlarımızı yeşertmeye başlamıştı. Bu süreçte Şubemizin hazırladığı teknik raporun da ciddi bir etkisi olduğunu düşünüyorum.

Miting ve yürüyüşten 3 gün sonra Melih Gökçekle o dönem yeni taşınılmış olan Söğütözündeki CHP genel merkezinde görüşen Deniz Baykal’ın tavrı da umutlarımızı besler nitelikteydi. Kamuoyuna yansıdığı kadarıyla Deniz Baykal yasa teklifinin geri çekilmesi gerektiğini, AOÇ’nin imara açılmasının mümkün olamayacağını, diğer acil sorunlar için CHP milletvekilleri ile ortak bir çalışma yapılması gerektiğini Melih Gökçek’e iletmişti. Bu gelişmeler sonrasında yasa teklifinin askıya alınması beklenirken, teklif ilgili Meclis Komisyonunda görüşülmeye başlandı. Bu şaşırtıcı durum karşısında meclis komisyonlarını takip etmeye başladık. Hazırladığımız teknik değerlendirmeleri iktidar ve muhalefet partisi milletvekillerine ilettik. Dönemin bazı iktidar milletvekillerinden de destek gördük. Ancak, komisyon toplantıları tam bir ajitasyon manzarası içerisinde geçiyordu. Özellikle Melih Gökçek’in yasanın gerekçeleri arasında gösterdiği “Etimesgut zırhlı birlikler yolu üzerindeki trafik kazaları”nın mağdurlarını konuşturmak üzere Komisyona getirmesi tansiyonları yükseltmekteydi.

Haziran ayı sonlarına doğru, kamuoyunda AOÇ tartışmaları hafiflemeye başlamışken ilginç bir rota değişikliği olmaya başladı. Yasa teklifinin tamamen geri çekilmesini talep eden CHP gurubu uzlaşma gereğinden bahsetmeye, AOÇ’de ulaşım ve teknik altyapı düzenlemeleri ile planlama yetkilerinin ve hayvanat bahçesinin işletilmesi yetkilerinin Ankara Büyükşehir Belediyesine verilmesinin yanlış olmayacağını söylemeye başladılar. Bu görüşler doğrultuda yeniden düzenlenmiş bir taslak metin ortaya çıktı. Ankaram Platformu ve Şehir Plancıları olarak bu değerlendirmenin Truva atını kabullenmek ve içeri almak olacağı yönündeki uyarılarımız etkisiz kaldı. Tüm çabalarımıza rağmen teklif değiştirildiği haliyle 21 Haziran 2006 tarihinde T.B.M.M. Genel Kurulunda kabul edildi. 8 Hazirandan 21 Hazirana kadar geçen yaklaşık 2 haftalık sürede muhalefetin tavrının nasıl ve neden değiştiği, cumhuriyeti kuran bir partinin bir cumhuriyet mirasına karşı duruşunun dönüşümü bir muamma olarak kaldı.

Teklifin Genel Kurulda kabulünün ardından bu kez cumhurbaşkanı tarafından veto edilmesine yönelik çabalarımız başladı. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’den randevu talebinde bulunuldu. Ankaram Platformu bileşenleri ile birlikte Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Kemal Nehrozoğlu ile görüşüldü ve yasanın sakıncaları iletildi. Ancak, Nehrozoğlu, yasanın çok açıkça bir anayasal sakınca taşıması durumunda bir vetonun gündeme gelebileceğini, böylesi bir değerlendirme yapılacağını ifade etti. Aynı dönemde cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e, Kamu Yönetimi Temel Kanunu ve diğer bazı düzenlemeler konusundaki vetoları sebebiyle yöneltilen ağır eleştirilerin etkisi oldu mu bilmem ama AOÇ Yasası, cumhurbaşkanı tarafından da onaylandı, 8 Temmuz 2006 tarihinde onaylanarak yürürlüğe girdi. Yürürlüğe giren yasa ile esas olarak Ankara Büyükşehir Belediyesine alana ilişkin koruma amaçlı imar planı yapma ve hayvanat bahçesini işletme yetkisi verilmekteyken, yasanın yürürlüğe girmesinin hemen ardından Ankara Büyükşehir Belediyesi kamuoyuna Çiftlik arazisinin tüm tasarrufunun kendisine geçtiği şeklinde propaganda yapmaya başladı. Bu propaganda o dönemde hazırlanan ilk koruma amaçlı imar planının içeriğinde de görülmekteydi. Nitekim o dönem geçerli olan koruma mevzuatı gereğince yapılması gerekli katılım toplantılarında da hem yapılan koruma planındaki eksiklikler hem de yasayla ilgili yanlış değerlendirmeler iletildi. O günden sonra da TMMOB’a bağlı özellikle Şehir Plancıları, Mimarlar, Peyzaj Mimarları ve Ziraat Mühendisleri Odaları ve Ankara İl Koordinasyon Kurulu planlama sürecini dayanışma içerisinde dikkatle izlediler, yargıya taşıdılar. Bugün her ne kadar iktidar tarafından dikkate alınmasa da yargıda elde edilen birçok kazanım bu sürecin bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Ancak, her ne olursa olsun AOÇ surlarında açılan ilk gediğin etkileri büyük oldu. Yasayla AOÇ alanındaki belli yetkilerin Ankara Büyükşehir Belediyesine devredilmesi ile birlikte aslında bir psikolojik sınır yıkılmıştı. Yıkılan bu psikolojik sınırla birlikte, Atatürk Orman Çiftliğindeki topyekûn bir bölme ve parçalama sürecinin de önü açılmış oldu. Bu arada 8 ve 21 Haziran arasındaki 2 haftalık muamma ile ilgili olarak ilginç bir ayrıntının da Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanı Melih Gökçek’in 2006 yılının sonbaharında Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Deniz Baykal’ın Angora Evlerindeki villasının aslında kaçak olmadığı ile ilgili kamuoyuna bir dizi açıklama yapmış olduğunu ifade etmekle yetinelim. Bu ve bunun gibi tüm ayrıntılara hala dönemin gazetelerinden tek tek erişmek mümkün.


Kentsel alanda mücadele süreçlerinin kesikli doğasının mücadelenin bütünselliğine zarar verdiği açık. Bunun önüne geçmek için de mücadelede şu ya da bu şekilde yer alanların mücadelenin her anını kayda geçirmek ve tarihe not düşmek için çaba harcaması önem taşıyor. Bu en az mekâna ilişkin verilerin, görsellerin ve teknik bilginin gelecek kuşaklara aktarılması kadar önemli bir husus. Ancak bu şekilde hafıza mekânlarına ilişkin olarak halkın bu mekânları hafızasına yerleştirmesini sağlayacak öyküler inşa etmek mümkün olacak. Aksi takdirde Türkiye kendi deyimiyle “yenilgi yenilgi yürüyen zaferlerle” ilerleyen bir hareketin elinde tüm hecelerini, sözlerini ve mekânlarını yitirecek. 

20 Ekim 2013 Pazar

ŞARK KURNAZLIĞI VE POLİS DEVLETİ ŞEHİRCİLİĞİNDE SON PERDE: ODTÜ’YE BAYRAM BASKINI!


'Biz gece ona ve ailesine baskın verelim, sonra da onun dostuna, ailesinin yok edilişinde bulunmadık, şüphesiz biz doğru söylüyoruz, diyelim' diye aralarında Allah'a yemin ettiler (Neml Suresi 49. Ayet).

Bundan yaklaşık altmış yıl önce Birleşmiş Milletler temsilcisi olarak Türkiye’ye gelen Charles Abrams adlı bir şehircilik uzmanı, İstanbul ve Ankara gibi şehirleri ve gecekonduları inceledikten sonra bir rapor yazar. “Ortadoğu’da şehirciliğin yönlendirilmesi için Türkiye’de bir üniversitenin kurulması” önerisinde bulunur. Bu öneri kısa bir süre sonra temelleri atılacak olan Orta Doğu Teknik Üniversitesine dönüşecektir. Önceleri Türkiye Büyük Millet Meclisi arazisinde atılan tohumlar zamanla bir ormana dönüşecek, bu ormana ruhunu Türkiye’nin adını uluslararası indekslerde en üstlere kazıyan ODTÜ verecektir. Geceleri o ruh ormanda gezer, sabahları ötüşen kuşlarla canlanır, bütün yurd,a hatta dünyaya dağılır.

Bu ruhun en önemli parçası mimarlık fakültesinde cisimleşmiştir. Rahmetli Behruz Çinicinin dehasının ürünü olan fakülte binasında, Türkiye’nin şehircilik ve kent planlama tarihinin dünya çapında anlamlı sözlerinin çoğu yankılanmaktadır. Bu sözlerin dayandığı en temel ilke, şehirciliğin ve kent planlamasının bir hukuk devletinde, kentlerin yaşanabilir kılınmasında çok önemli bir mekânsal müdahale aracı olduğudur. Bu ilke temelde iki varsayıma dayanır, iyi niyet ve devletin temel niteliğinin hukuk devletine dayanması. Ancak, Üniversite yönetiminin tüm çabasına karşın yürütülen planlama süreci ve yapılan gece yarısı baskını artık bu varsayımların üretildiği üniversitenin ve onu oluşturan ideallerin bile açık bir tehlikede olduğunu gösterdi.

Tehlikenin birinci kaynağını şark kurnazlığına dayanan bir siyasi manevralar alanının merkezine ODTÜ’yü koyma çabası oluşturuyor. Bu manevralar 6-7 yıl kadar önce ODTÜ’lü öğretim üyelerinin Ankara Büyükşehir Belediyesine karşı açılan davalarda yaptıkları bilirkişilikler bahane edilerek Belediye Başkanı Melih Gökçek tarafından başlatıldı. Başkanın iddiasına göre ODTÜ’deki binaların çoğu imarsız ve kaçaktı. Başkan açıkça ve defalarca kamuoyuna “bilirkişilerin raporlarını beğenmedikleri için böyle bir iddiada bulunduğunu” ifade etti. Bu tartışmalar 2009 yerel seçimlerinden hemen önce aylarca gündemi meşgul etti. Dönemin Rektörü ile Melih Gökçek defalarca ekranlar önünde konuyu tartıştılar. Sonuçta bu iddialar yine ODTÜ tarafından belediyenin aldığı “imarsızlık ve ruhsatsızlık” kararlarına karşı açılan otuz beş ayrı davada alınan iptal kararları ile çürütüldü. Aslında söz konusu olan siyasi bir pösteki saydırma süreciydi. O dönemde İngiliz bir arkadaşımın “bir belediye başkanı çıkıp Oxford Üniversitesinin imar planı yok, zaten katedrali de kaçak, şeklinde bir açıklama yapsa bırak belediye başkanlığını ülkeden kovarlar” şeklinde konuyu değerlendirdiğini hatırlıyorum.

Peki, bu anlayış farkı nereden ortaya çıkıyordu? Fark esasında bir ülkenin şehirciliğinde hukuk devleti kavramının anlamı ve uygulanması ile yakından ilişkiliydi. İdare hukukçuları hukuk devletini, temel insan hak ve özgürlüklerine ilişkin ilke ve esasların ruhunu taşıyan yasal düzenlemelerin eşit ve tarafsızca yazılmasını uygulanmasını, zaman ve mekân değişse de ruh değişmeden yasaların fetişleştirilmeksizin uyarlanmasını kastediyorlar. Buna göre, bir hukuk devletinde şehircilik, en başta insanlık tarihinin ortak mirası denebilecek eserlere, onları meydana getiren ilkelere saygı anlamına gelmektedir. Birisinin çıkıp Süleymaniye Camii’nin imarsız olduğunu iddia etmesi ne kadar abesse, ODTÜ’nün imarsızlığını savunmak da o kadar anlamsızdır. Ama amaç zaten anlam arama çabası değildi ki. Amaç, olası birçok getirisi olabilecek siyasi bir manevra alanı açmaktı.

İmarsızlık salvosunu birkaç yıl sonra Eymir Gölü ile ilgili yeni iddialar takip etti. Bu kez, Eymir Gölünün Ankara’lılara kapalı tutulduğu, yalnızca ODTÜ’lüler tarafından kullanıldığı ve zaten bakımsız olduğu şeklinde manevralar dile getirildi. Melih Gökçek’in bu yöndeki açıklamaları günlerce kamuoyunu meşgul etti. Tartışmalarda, Eymir Gölü arazisine bakan, kentsel dönüşüm alanı ilan edilerek Güneypark adı altında yapılaşmaya açılan, Ankara’nın en değerli arazilerinden Mühye 907 parseldeki konutların uluslar arası emlak piyasalarında satışa sunulması gibi birçok konu gündeme getirildi. Sonuçta ODTÜ Rektörlüğü Eymir Gölüne isteyen herkesin girebildiğini, sadece araç girişinde denetim amaçlı bir kısıtlamaya gidildiğini tekrarladı. Tartışmalar söner gibi oldu ancak, bu siyasi manevra da hedefini bulmuştu. Ufukta yerel seçimler görünmekteydi. Melih Gökçek ısrarla “ODTÜ’nün imar planının yapılması gerektiğini” söylüyordu. Yasal zorunluluklar zaten yerine getiriliyor olmakla birlikte plan yapımına bu vurgu ilginçti. Bu vurgu bir yandan şehircilikte hukuk devletinin yerini kanun devletinin almaya başladığının da örneklerinden birisiydi. Tüm ülkedeki on binlerce örnek gibi.

Yine burada idare hukukçularına kulak verelim. Hukukçulara göre kanun devleti, belli bir iktidar yapısının amaçlarına ulaşmak için kanunları metinler düzeyinde fetişleştirerek kullanması, kanunların satır aralarında yer alan hükümlerle devleti yönetmesi anlamına geliyor. Kanun devletlerinde ayrıntısıyla tartışılmış ve toplumsal uzlaşıya dayanan temel kanunlarla devletin yönetilmesi değil, giderek parçalanan, kısmileşen ve çok dar bir gurubun kaleme aldığı kanunlarla istenen amaçlara ulaşılması söz konusu.

İmar planlarının aynı zamanda birer hukuki belge oldukları, kanun ile tüzük arasında bir yerde durduklarını imar hukuku derslerimizden hatırlarsak, ODTÜ’nün imar planının yapılmasına ilişkin “tavsiyelerin” de aslında bir kanun devleti önerisi olduğunu görebiliriz. Bu durum en çarpıcı bir şekilde plan yapımı sürecinde gündeme gelen “düzenleme ortaklık payı” ya da kısa adıyla DOP tartışmasında ortaya çıktı. İmar planı yapılması gerekliliğini ifade eden Melih Gökçek planın nasıl yapılması gerektiği sorusunu yanıtlarken yasal zorunluluk olan “koruma amaçlı imar planı”nın yanı sıra ODTÜ arazisinden DOP kesilmesi gerekliliğini ifade ediyordu. İmar planı yapılan özel mülkiyetteki arazilerden, yol, okul, otopark, sağlık tesisi gibi kamusal kullanımlar için %40 kadar kesinti yapılması anlamına gelen DOP’un, ODTÜ gibi tamamı kamusal alan olan bir üniversitede gündeme getirilmesinin sebebini anlamak mümkün değildi. Ama, DOP konusundaki kesintideki ısrar, yakın zamanda Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından onaylanan Koruma Amaçlı İmar Planına onay aşamasında sokuşturulan DOP kesintisi plan notu ile yeniden ortaya çıkınca aslında amacın daha farklı bir şey olduğu kesinleşti. Neden ODTÜ’den DOP kesintisi yapılmaya çalışıldığına gelince, Ankara’nın hayalet projelerinden Demir Kafes, Samanyolu ve Gökkuşağı gibi tesislerin tamamının aslında DOP kesintisi ile oluşmuş alanlar olduğunu hatırlamakta yarar var.

Sürecin son aşamasında, biri ODTÜ arazisinin yanından, diğeri ise tünel şeklinde tam ortasında geçmesi öngörülen iki taşıt yoluna ilişkin tartışmalar sırasında yapılan siyasi manevralarla ortaya çıktı. ODTÜ Rektörlüğü ODTÜ arazisinin yanından geçen yola ilişkin olarak, yolun imar planlarında çok eskinden beri var olduğu, yola daha önce de izin verdikleri, ancak, planlamaya ilişkin yasal prosedürlerin tam olarak işletilmesi şartıyla izin verdiğini açıklamış olmasına rağmen Kurban Bayramının son gününde yapılan bir gece yarısı operasyonu ile ODTÜ arazisi yanından geçen yol tüm ağaçlar kaldırılarak açıldı. Bu tür operasyonlar da Ankaralılara yabancı değildi. Daha önce Kuğulu Alt geçitlerinin yapımı sırasında gece yarısı sökülerek temeline beton dökülen ağaçlar, taşınacağı söylenerek önce kurutulan sonra tamamen kesilen yetmiş yıllık çınarlar buna örnek olarak hatırlanabilir.

Yapılan son operasyonu bir polis devleti şehirciliği olarak adlandırmak mümkün. Hukukçular polis devletini, ulus-devletlerin ilk ortaya çıktığı dönemlerde görülen, yöneticilerin herhangi bir kanuni düzenlemeye dahi gerek görmeksizin yanız vicdanlarına danışarak karar aldıkları ve uyguladıkları bir devlet düzeni olarak tanımlıyorlar. Tüm yasal prosedürler neredeyse tamamlanmak üzereyken, ODTÜ için yapılan koruma amaçlı imar planı askıda iken bir gece yarısı operasyonu ile taşınacak ya da kesilecek ağaç ayrımı yapmaksızın yolun geçtiği güzergâhı dümdüz etmek ancak bu tür bir şehircilik anlayışı ile bağdaştırılabilir: polis devleti şehirciliği. Rektörlüğün olay sırasında başvuracak merci dahi bulamaması da bunun bir göstergesi.

Tabi ki olay bir tanımla ifade edilerek tüketilebilecek gibi değil. Gezi Parkı olaylarının en başından itibaren Gezi Parkı olaylarının katı bir muhalifi olarak sürece dahil olan Melih Gökçek’in, yaklaşan ama hala adayların belirlenmesine hayli zaman bulunan 2014 yerel seçimleri öncesinde ODTÜ’yü devam eden bir Gezi Parkı kutuplaşmasının tarafı haline getirmek için ciddi siyasi manevralar yaptığı açık. Bu manevralar ODTÜ rektörü Ahmet Acar’ın tavrı ile belli ölçüde boşa çıkmış gibi görünse de bu gece yarısı operasyonu ile sürdürülmeye çalışıldığı da görülmekte.

ODTÜ’deki yollara ilişkin tartışmalar birkaç aydır “yola olan ihtiyaç” gibi muğlak bir ifadeden yola çıkan teknik tartışmalarla yönlendiriliyor. Ancak, belki de temel soru bir kentin yönetiminde ve planlanmasında gündelik siyasetin dolambaşlarında kaybolan bir siyasi manevralar dizisi açmanın ne anlama geldiğini ve sonuçlarını tartışmak gerekir. Filmlerdeki kötü, kirli ama karizmatik anti-kahramanları gizliden gizliye sevmeye alıştırılan kitleler, uzunca bir süredir ne yolu ne hizmeti, esasen bu siyasi manevraları takdir etmeye bağımlı kılındılar sonuçlarını düşünmeden. Teknik boyutları bir yana, şark kurnazlığı ve polis devleti şehirciliğinin yarattığı kentlerden ardına bakmaksızın kaçmak için en kutsal bellediği günleri fırsat bilen kitleler hem de. Kurban Bayramında ODTÜ yolu ile ilgili birkaç kelamdan sonra bana “tanıdığın fakir var mı kurban payı vereceğiz” diye soran bir akrabama yönelttim bu soruyu. “Kurban payı verilecek fakirleri tanımadığın, mahalle, komşuluk ve insani diğer ilişkilerden arındırılmış, sitelere ve kulelere tıkılmış insanların yatakhane kentlerinde o yol oradan geçse ne geçmese ne. İnsanlık çoktan başka yollardan çekip gitmiş bir kere”…