Bugünlerde 15 Temmuz darbesi sonrasının belki de en heyecanlı
görevden ayrılma süreçlerine tanık oluyoruz. Ardı ardına yerel
seçim süreçlerinden yıpranmak bir yana bilakis hep bir şekilde olarını
arttırarak çıkan Türkiye’nin en büyük iki şehrinin belediye başkanları için bir
yıldır konuşulan kaçınılmaz son gerçeğe dönüşmek üzere. Önce Kadir Topbaş,
siyasetteki lakabıyla “Kadir Abi”, siyaseten yalnızlaştırıldığı bir sürecin
sonunda sebebini kendisinin dahi anlatamadığı bir “adam yerine konmama” durumu
sonucunda istifasını bildirdi. Nispeten naif ve beyefendi bir portre çizmeye
çalışan, ancak çoğunlukla Recep Tayyip Erdoğan’ın karizmasının ancak gölgesi
olabilme vasfıyla tutunabilen, bu ezikliğini de ara sıra yapmaya çalıştığı “mimarca”
çıkışlarla örtmeye çalışan Kadir Abi’nin bu tür bir görevden alma süreci
karşısından direnebilmesi pek de mümkün olmadı gibi görünüyor. Kendisinin
yabancı mimarlara proje tasarlatırken “her kumaşı her terzi dikemez” lafı,
Haliç’e boynuz, Kabataş’a martı şeklinde imgelenmiş projelerde ısrarı ve Gezi
sonrasında ağzının içinde geveleyerek de olsa “bundan sonra projeyi halka
danışacağız” şeklindeki açıklamalarını bu minvalde ele almak mümkün.
Kadir Abi’den sonra şimdilerde de Melih Gökçek, nam-ı diğer “Melih
Başgan”ın zorda olduğu kulislerden sızmaya başladı. Kendisine Türkiye’nin en
uzun süre belediye başkanlığı yapan adamı unvanını kazandıran kitleden hiçbir
ses çıkmaması bir yana, kendisinden hazzetmeyenlerde bile Melih Başgan’dan
sonra ne olacağı konusunda sevinçle karışık bir tedirginlik göründüğünü
sezmemek elde değil. Öyle ya; tüm siyasi dönüşümlere, parti kapatmalara, aday
gösterilmeme tehlikelerine rağmen bir şekilde ayakta kalmayı başaran, belediye
başkanlığı ve tercihleri tartışmalı olsa da güncel siyaset açısından başarılı
sayılabilecek bir belediye başkanının bu kadar kolay gözden çıkarılması sonrası
dönemde olabilecekler açısından da soru işaretleri oluşturmuyor değil. Gerçi
henüz Melih Başgan görevden ayrılmış değil. Kendisi ile ilgili sürecin nereye
varacağını izleyip göreceğiz. Belki kendisi bu virajı da almayı başaracaktır.
Ancak, önemli olan bir başka meseleyi burada vurgulamakta yarar olduğunu
düşünüyorum. Onlarca yıl, yerelleşme, yerel yönetimlerin özerkliği, yerel
siyasetin önemi gibi konuları tartıştıktan sonra, Türkiye’nin en büyük iki
şehrinin belediye başkanının, öyle ya da böyle milyonlarca seçmenin oy verdiği
iki siyasetçinin bu kadar kolayca gözden çıkarılması, hele hele bunun hukuk
devletinin gerektirdiği bir sorgulama süreci ile değil, lider tercihi ile
olması başka türlü bir tehdit. Belediye başkanlarının hangi koşullarda görevden
alınacağı ilgili kanunlarda ifade ediliyor. Eğer bu tür görevi ihmal ya da suiistimaller
var ise hukukun işletilmesi gerekmez mi? Eğer böyle durumların olmadığına
inanılıyorsa da bu adamlar neden gitti diye sormazlar mı? En azından bu
soruları sorarak başlamak bizi daha anlamlı bir tartışmaya götürme potansiyeli
taşıyor. Diğer türlü, “tüh gitti, böyle iyiydik” diyenlerle “yaşasın gitti,
gitmesine de bundan sonra ne olacak” diyenlerle birlikte Türkiye’nin kentleri
açısından anlamlı dersler çıkarmak çok güç olacak.
Bu tür bir değerlendirmeyi yaparken, öncelikle belediye başkanlığı
kavramının ve belediye başkanı figürünün siyasal ve toplumsal dönüşümünü ele
almakta gerekiyor. Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca, bir şekilde karizması ve
farklı kişiliği ile öne çıkan belediye başkanları, dünyanın diğer ülkelerinde
olduğu gibi hep vardı aslında. Ankara’nın mimar başkanı Vedat Dalokay’ı,
İstanbul’un Lütfi Kırdar’ını, Konya’nın Halil Ürün’ünü, Kayseri’nin Osman
Kavuncu’sunu, İzmir’in Ahmet Piriştina’sını, Fatsa’nın Fikri Sönmez’ini ve daha
nicesini bu bağlamda hatırlayabiliriz. Ancak, her biri kendisine göre belediye
başkanlığı yaptığı kentteki sorunlara çözüm bulmaya çalışan, kimi zaman
tercihleri ve kişilikleri başkanlık yaptıkları kentin önüne geçen bu başkanlar
ile 1980’ler sonrası neo-liberal dönemin belediye başkanlarını birbirinden
ayırmak gerekiyor. 1980 öncesi dönemde çoğu zaman merkezi yönetimin ağır
vesayeti altında, çoğunlukla günümüzün hareket alanı ve çalışma koşullarından
ve çoğu zaman yeterli kaynaktan yoksun olarak kendi kamu çalışanları ile hizmet
vermeye çalışan, bu sebeple de çoğu zaman düşük maliyetli kendine göre farklı
yeniliklerle sorunlarla baş etmeye çalışan belediye başkanı darbe sonrası
dönemin koşulları altında yerini bambaşka bir figüre bıraktı. Siyaset bilimi
literatüründe ortaya çıkan bu yeni figüre “yerel dukalık”, “yerel derebeylik”, “seçilmiş
krallar” gibi isimler takıldı. Ancak, ne yazık ki çoğu zaman bu yeni belediye
başkanı türünün ve örneklerinin ayrıntılı tahlilleri yapılamadı. Oysaki herkes sezgisel
de olsa bu yeni belediye başkanı türünün Türk siyasetinin geleceğinde
oynayacağı rolün bir şekilde farkındaydı. Ülkede iktidarı ele geçirmenin yolu
önce büyükşehirlerde iktidara gelmekti. Çünkü yavaş da olsa, toplumsal yapının
kentleşmeye koşut olarak siyasal süreçleri de dönüştürdüğü görülmekteydi.
1980 sonrası dönemde, 1990’ların başına kadar belli bir ölçüde bu
yeni belediye başkanı türünün kuluçka döneminin yaşandığı söylenebilir. Turgut
Özal’ın başlattığı yerelleşme ve yetkilerin belediyelere devri dönüşümü ve
büyükşehir belediyelerinin kurulması sonrasında büyükşehirlerde kısmen merkezi
hükümet tarafından da desteklenen çok büyük altyapı projeleri başlatıldı.
İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük kentlerin trafik, su, hava kirliliği,
kanalizasyon, konut gibi sorunlarının aşılması için bu aşamada göreve gelen
belediye başkanlarının en azından 1990’ların başına kadar çok fazla öne
çıkmadığı ve daha çok birer teknokrat gibi davrandığı söylenebilir. Ancak, bu
sürecin hemen sonrasında ortaya çıkan belediye başkanları daha farklı bir profil
çizmeye başladı. 1990’ların başındaki sosyal demokrat belediyecilik döneminde
daha karizmatik, baskın ve siyasal süreçlerde etkin belediye başkanları ortaya
çıktı. Ankara Belediye Başkanı Murat Karayalçın’ın görev süresi sona ermeden
Partisinden Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı pozisyonuna geçmesi buna
örnek olarak gösterilebilir. Ancak, aynı sosyal demokrat belediyecilik furyası
İstanbul Belediye Başkanı Nurettin Sözen dönemindeki yolsuzluk iddiaları ile de
son buldu. 1990’ların ortalarında ise bambaşka bir belediye başkanı figürü
ortaya çıkmaya başladı. Göreli olarak merkezi siyasal alanın etkisinden
uzaklaşan, daha popülist politikalara yönelen, özellikle de büyük kentlerin
etrafını saran gecekondu kuşağında ve gecekondu afları sonrasında ortaya çıkan
yeni apartman mahallelerinin sermaye birikimi yapmaya başlayan kesimlerini
siyasal olarak hareketlendirmeyi başaran bu belediye başkanlarının en önde
gelenlerinden birisi Melih Gökçek’ti. Kendisinden önceki belediyelerin çok
fazla yapmadığı yoksullara erzak ve kömür dağıtımı gibi sosyal yardımları,
çabuk imal edilen havuz, fıskiye gibi peyzaj unsurlarını yaygın kullanmayı,
noktasal ve araç odaklı ulaşım politikalarını katlı kavşaklar gibi görünen
yatırımlarla belirgin kılan bir tavrı benimseyerek Ankara’da kendisine bir
taban yaratmayı başardı.
1990’ların ortalarında ortaya çıkan bu belediye başkanı figürünün
benzerlerini Konya’da, Kayseri’de, İstanbul’da ve daha birçok büyük kentte
izlemek mümkündür. Her biri kendi bağlamında daha sonra farklı yollar izleseler
de neoliberal stratejilerin baskın hale gelmeye başladığı bir dönemde aslında
2000’li yılların siyasal ve iktisadi yerel altyapısını popülist bir yaklaşımla
inşa etmeye başladılar. Bu anlamda 1990’ları yerel hizmetlerin belediye
şirketleri ve yaygın taşeronlaşma ile özelleşmesinin, yerel kaynakların büyük
ihaleler kanalıyla ve plan değişiklikleri yoluyla belli sermaye gruplarına
aktarılmasının ve tüm bunları bir şekilde kolaylaştıran aktör olarak belediye
başkanının halka oyuncak, yiyecek dağıtan, tıkanan yolları katlı kavşaklarla
açan popülist bir lider olarak sivrilmesinin dönemi olarak adlandırmak mümkün.
Hatta bu kurulan toplumsal altyapı o kadar sağlamdır ki, becerikli bir
siyasetçi olarak Melih Gökçek ve benzeri belediye başkanları 1990’lı yılların
fırtınalı siyasi atmosferinde ayakta kalmayı başarmışlardır. Bunda siyasi
atmosferin daha çok laik-İslamcı eksenine oturmasının da önemli payı olduğu
söylenebilir. Merkezi siyaset başörtüsü gibi siyasal sorunlar ve 28 Şubat gibi
süreçler yaşarken, yerelde bu tür belediye başkanları halkı dinleyen, onların
sorunlarına eğilen figürler olarak algılandılar. Ancak, tüm bunlar olurken,
aslında bir yandan da yeni bir belediye başkanı figürü şekillenmektedir. Bu
belediye başkanına 1999 Yılında sunduğum birkaç bildiride “kent patronu” adını
vermiştim. Aslında kavram “city boss” adlı kavramın Türkçeye çevirisiydi. Kent
patronu, kenti noktasal müdahalelerle, günü birlik projeler ve el yordamıyla
yöneten, bu yaklaşımıyla bir yandan kentte biriken rantı dağıtan planlama gibi
mekanizmaları kontrol ederek kendine bağlı bir kollamacı ağ yaratan, bir yandan
da kitlelere hoş görünmesini sağlayacak popülist uygulamaları sürdüren belediye
başkanını ifade etmekteydi. Eski Roma’daki “ekmek ve sirk” politikasının
günümüze başarıyla taşınmış bu örneğinde belediye başkanlarının halka ücretsiz
ekmek dağıtması ve sürekli sirk ve benzeri gösteriler düzenlemesi de dönemin
ilginç detayları arasında sayılabilir. 2000’li yılların başına gelindiğinde, bu
sürecin sonunda ayakta kalabilen kent patronlarının oldukça güçlendiği,
kentteki çıkar ağlarını kentsel ranta bağımlı kılmayı başardığını ve bu anlamda
siyasi sürdürülebilirliklerini de sağladıklarını söyleyebiliriz. Birçok büyük
kentte, 2000’li yıllar öncesinde kurulmuş ayrıcalıklı konut kooperatiflerinin,
yapılan plan değişikliklerin birazcık incelenmesi durumu açıklamaya yetecektir.
2000’li yılların başında Adalet ve Kalkınma Partisinin iktidara
gelmesi ve kendisi de eski bir belediye başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan’ın
Başbakan olması ile birlikte de belediye başkanları açısından yeni bir dönem
başladı. Öncelikle tüm yerel yönetim yasaları değiştirilerek belediye
başkanlarının pozisyonu merkezi hükümet ve belediye meclisleri karşısında
güçlendirildi. Merkezi yönetimin yerel yönetimler üzerindeki vesayeti neredeyse
ortadan kalktı. Belediye başkanlarının sorun yaşadıkları her konuya ilişkin
dosyaları koltuklarının altına aldıkları bu sorunların çözümü için yasa
çıkarmak ya da yönetmelik değiştirmek için Ankara’ya koştukları bir dönem
yaşanma başlandı. Benim için en ilginç örneklerden birisi, 2005 yılında yeni
seçilmiş Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan’ın elinde 5366 Sayılı
Tarihi alanların yenilenmesine ilişkin yasa teklifi ile TBMM’ye gelmesi ve bu
teklifin bir şekilde yasalaşmasıydı. O günlerde, Atatürk Orman Çiftliğinin
Ankara Büyükşehir Belediyesine devrinden kentsel dönüşüm projelerine, devletin
belediyelere aktardığı kaynaklardan büyük ulaşım projelerine kadar pek çok
konuda yerel yöneticilerin kendi yetkilerini arttırmaya çalıştıkları bir süreç
yaşanmaktaydı. Bu sürecin yarattığı etkiyle, mevcut kent patronları da
güçlerini arttırmaya ve kendi kontrollerindeki çıkar ağlarını büyütmeye
başladılar. Bunda en temel araçlardan birisi kentin çeperinde ve merkezinde yer
alan, o güne kadar yasal engeller ve mahkeme kararları sebebiyle yapılaşmaya
açılamayan alanların imar planı değişiklikleri aracılığıyla yapılaşmaya
açılmasıydı. Kimi zaman kentsel dönüşüm alanı adı altında, kimi zaman da toplu
konut projesi adı altında bu alanlarda biriken kentsel rantın paylaşımı bu tür
bir güç kazanımı için önemli bir zemin oluşturuyordu. Bu durumu yine bu
blogdaki diğer iki yazımda anlatmaya çalışmıştım: https://sehrekustu.blogspot.com.tr/2012/08/alan-talan-yalan-kalan-kullanimlar.html
https://sehrekustu.blogspot.com.tr/2012/07/kentlesme-ve-yolsuzluk-iliskisinin.html
Ancak, 2000’li yılların sonlarından itibaren daha ilginç bir başka
süreç yaşanmaya başladı. Bu süreçte aslında 2000’li yılların ortalarında gücü
doruğa çıkan belediye başkanlarının düşüşü başladı diyebiliriz. Çünkü 2000’li
yıllar boyunca devam eden tek parti iktidarı bir yandan belediye başkanlarının
iktidarını pekiştirirken, bir yandan da merkezi yönetim düzeyinde kente ilgisi
bulunan yeni aktörlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştu. Başta Toplu Konut
İdaresi ve Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı gibi büyük kurumlar hem
yaptıkları yatırımlar hem de artan yetkileriyle yerel müdahale etmenin yeni
araçları haline geldiler. Bu durumun, tek parti iktidarının kent patronları ve
çıkar ağları dışında bir mekanizma ile yerelle ilişkilenmesinin yolunu açtığı
söylenebilir. Başta dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve merkezi siyasetin
önemli figürleri kendi seçim çevrelerinden başlayarak yerel üzerindeki
etkilerini arttırmaya başladılar. Burada İstanbul’da Kadir Topbaş’ın kararıyla
İMP (İstanbul Metropoliten Planlama Merkezi) tarafından yapılan Çevre Düzeni
Planının, 2011 yılı seçimleri öncesinde Recep Tayyip Erdoğan tarafından
açıklanan projelerle kadük hale gelmesi ya da 2009 yerel seçimleri öncesinde yapılan
yasa değişiklikleri ile bazı önemli planlama yetkilerinin merkezi yönetim
kurumlarına geri alınması gibi kırılma noktalarından bahsedilebilir. Bu açıdan
bakıldığında, 2010 sonrası dönemde kentlerde kent patronları ve merkezi hükümet
düzeyindeki aktörler arasındaki çatışma ve çelişkilerin ciddi bir belirleyici
etkisi olduğundan bahsedilebilir. Özellikle Gezi Parkı, 17-25 Aralık süreci,
FETÖ darbe girişimi gibi süreçlerin tümünde siyasi gerilimin çok önemli bir
ayağını belediyeler oluşturdu ve gözler belediye başkanlarına çevrildi. Hatta
merkezi hükümet düzeyindeki siyasal ayrışmaların da yerele ve yerel yönetimlere
ayrıca yansıdığı, bunun da resmi daha da karmaşıklaştırdığı söylenebilir. Konya
gibi muhalefetin eser düzeyde bulunduğu kentlerde bile yerel yatırımlar
konusunda yaşanan perde arkası çekişmeler bu durum üzerinden okunabilir.
Tüm bunlar olurken esas önemli gelişme ise, kentlere merkezi ve
yerel yönetimlerin harcadığı tüm kaynaklara rağmen, kentlerin sorunlarının
giderek çözümsüzleşmesi, “gerçek” kentsel ve yerel sorunların bir şekilde
muhatabını bulamaması ve alışılageldik yerel yönetim yaklaşımlarının artık
etkisiz kalmasıydı. Bugünün Türk kentlerine bakıldığında toplumsal, mekânsal ve
iktisadi ciddi sorunların ortaya çıktığı görülmektedir. Toplumsal açıdan
kentlerde üst gelir gruplarıyla alt gelir grupları arasında ciddi bir mekânsal
ve kültürel ayrışma yaşanırken, kentsel demokratik temsil ve katılım kanallarının
tıkanmış olması kentlilerin özellikle de genç kuşakların kentsel sorunlar
konusunda seslerini duyuramamasına ve kutuplaşmaya yol açmış olduğu
görülmektedir. Mekânsal açıdan bakıldığında kentlerin kamusal mekânlarının
ortadan kalktığı ya da kamusal niteliğini yitirdiği, tarihi ve doğal
alanlarının sürdürülebilirliğinde ciddi sorunların yaşandığı, kentlilerin yaşam
kalitesi konusunda ciddi soru işaretleri olduğu görülmektedir. İktisadi açıdan
da birkaç büyük kent ve sanayi üretimi hala canlı kalan kentler dışında
kentlerin neredeyse tamamının inşaattan ve sürekliliğinin sağlanması zor turizm
gibi sektörel gelişmelerden medet umduğu görülmektedir. Sonuçta, gelişen
iletişim olanaklarıyla dünyayı izleyen, gezip gören kentlilerin yaşadıkları
kentlerdeki yaşam zorlukları ve sorunlar karşısında önemli düzeyde bir
tatminsizlik içerisinde oldukları görülmektedir. Bu sorunlar karşısında yerel
yönetimler ve hükümetler –yer yer durumu tespit etmekle birlikte- alışılageldik
yaklaşımlarını terk etmemektedirler. Hala belediye meclislerinde konuşulan
yüzlerce imar planı değişikliği ile kollamacı ağlara kentsel rantlar
dağıtılmakta, artan yapı ve nüfus yoğunluğu karşısında ulaşım, altyapı gibi
sorunlar plansız toplu taşım yatırımları ve otomobil odaklı politikalarla
çözülmeye çalışılmakta, kentsel kamusal alanlar tüketilmekte ve kentler
kimliksizleşmektedir. Harcanan tüm paralara, yapılan tüm yatırımlara karşın
ortada büyüyen bir hoşnutsuzluk ve keçiboynuzu hissi yaygınlaşmaktadır. Nitekim
hem hükümet sistemi referandumunda büyük şehirlerden çıkan sonuçlarda hem de
belediye başkanlarının istifasının ardından gelen sessizlikte bu durumun
izlerin görmek mümkün.
Sonuçta belediye başkanlarının istifası üzerindeki tartışmalar
bizi kişilerin saltanatından çok aslında kentleri bekleyen yeni krizleri ve bu
krizleri nasıl yöneteceğimiz konusundaki bir arayışın kenarına getirip bıraktı.
Bu arayış, küresel iklim değişikliğinden gelişen teknolojiye kadar pek çok
değişkenin belirleyeceği yeni bir dönemin habercisi olmak zorunda. Yirmi
birinci yüzyılın yeni Kadir Topbaş’lara ya da yeni Melih Gökçeklere ihtiyacı
yok. Kentlerimizin sorunlarını çözmek, kentlilerin mutlu yaşadıkları kentler
oluşturmak için kent patronlarına değil, adını hafızamızı zorlasak da
hatırlayamayacağımız, işine toplu taşım ya da bisikletle giden, ailesine vakit
ayıramadığından dert yanan değil, ailesiyle birlikte kentsel kamusal alanlarda
eğlenen yeni tür belediye başkanlarına ihtiyacımız var. Bu belediye başkanı
türünün temel ilkelerini de yine bu blogda ele almaya çalışmıştım: https://sehrekustu.blogspot.com.tr/2014/03/yirmibirinci-yuzyilin-belediye-baskani.html
Bu belediye başkanları artık birer şahıs ya da karizma sahibi
siyasetçiden çok, siyasetçi kimliği olsa da, kenti bir yaşam alanı olarak ciddi
bir uzman ekip ve teknolojik birikimle, etik temelde bilimsel yaklaşımlarla
yöneten ve her şeyden önce çoktan unutulan sosyal adalet ilkesini önceleyen bir
yaklaşıma sahip olmalı. Esasen tarihsel olarak, bir kenti var edenlerin
belediye başkanı değil o kentte yaşan kentliler olduğu ve kentin de kentiler
sayesinde önemli olduğu şeklindeki bir anlayışı yaygınlaştırmak belediye
başkanının en önemli görevi olmalı. Bu tür bir başkana alışkın olmayabiliriz.
Biz, her yere yetişen, devasa ihaleleri ve çılgın projeleriyle gündeme gelen,
milyonlarca takipçisiyle sosyal medyada lüzumlu lüzumsuz her konuda görüş beyan
eden başkanlara alıştığımızı zannedebiliriz. Naif gelse de ben yine de
yaşanabilir bir kentte yaşamaya daha hızlı alışacağımıza inanıyorum. Ya da
inanmak istiyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder