Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

3 Ekim 2017 Salı

KADİR ABİ VE MELİH BAŞGAN GİDİNCE KENTİN PATRONU DEĞİŞİR Mİ?


Bugünlerde 15 Temmuz darbesi sonrasının belki de en heyecanlı görevden ayrılma süreçlerine tanık oluyoruz. Ardı ardına yerel seçim süreçlerinden yıpranmak bir yana bilakis hep bir şekilde olarını arttırarak çıkan Türkiye’nin en büyük iki şehrinin belediye başkanları için bir yıldır konuşulan kaçınılmaz son gerçeğe dönüşmek üzere. Önce Kadir Topbaş, siyasetteki lakabıyla “Kadir Abi”, siyaseten yalnızlaştırıldığı bir sürecin sonunda sebebini kendisinin dahi anlatamadığı bir “adam yerine konmama” durumu sonucunda istifasını bildirdi. Nispeten naif ve beyefendi bir portre çizmeye çalışan, ancak çoğunlukla Recep Tayyip Erdoğan’ın karizmasının ancak gölgesi olabilme vasfıyla tutunabilen, bu ezikliğini de ara sıra yapmaya çalıştığı “mimarca” çıkışlarla örtmeye çalışan Kadir Abi’nin bu tür bir görevden alma süreci karşısından direnebilmesi pek de mümkün olmadı gibi görünüyor. Kendisinin yabancı mimarlara proje tasarlatırken “her kumaşı her terzi dikemez” lafı, Haliç’e boynuz, Kabataş’a martı şeklinde imgelenmiş projelerde ısrarı ve Gezi sonrasında ağzının içinde geveleyerek de olsa “bundan sonra projeyi halka danışacağız” şeklindeki açıklamalarını bu minvalde ele almak mümkün.

Kadir Abi’den sonra şimdilerde de Melih Gökçek, nam-ı diğer “Melih Başgan”ın zorda olduğu kulislerden sızmaya başladı. Kendisine Türkiye’nin en uzun süre belediye başkanlığı yapan adamı unvanını kazandıran kitleden hiçbir ses çıkmaması bir yana, kendisinden hazzetmeyenlerde bile Melih Başgan’dan sonra ne olacağı konusunda sevinçle karışık bir tedirginlik göründüğünü sezmemek elde değil. Öyle ya; tüm siyasi dönüşümlere, parti kapatmalara, aday gösterilmeme tehlikelerine rağmen bir şekilde ayakta kalmayı başaran, belediye başkanlığı ve tercihleri tartışmalı olsa da güncel siyaset açısından başarılı sayılabilecek bir belediye başkanının bu kadar kolay gözden çıkarılması sonrası dönemde olabilecekler açısından da soru işaretleri oluşturmuyor değil. Gerçi henüz Melih Başgan görevden ayrılmış değil. Kendisi ile ilgili sürecin nereye varacağını izleyip göreceğiz. Belki kendisi bu virajı da almayı başaracaktır. Ancak, önemli olan bir başka meseleyi burada vurgulamakta yarar olduğunu düşünüyorum. Onlarca yıl, yerelleşme, yerel yönetimlerin özerkliği, yerel siyasetin önemi gibi konuları tartıştıktan sonra, Türkiye’nin en büyük iki şehrinin belediye başkanının, öyle ya da böyle milyonlarca seçmenin oy verdiği iki siyasetçinin bu kadar kolayca gözden çıkarılması, hele hele bunun hukuk devletinin gerektirdiği bir sorgulama süreci ile değil, lider tercihi ile olması başka türlü bir tehdit. Belediye başkanlarının hangi koşullarda görevden alınacağı ilgili kanunlarda ifade ediliyor. Eğer bu tür görevi ihmal ya da suiistimaller var ise hukukun işletilmesi gerekmez mi? Eğer böyle durumların olmadığına inanılıyorsa da bu adamlar neden gitti diye sormazlar mı? En azından bu soruları sorarak başlamak bizi daha anlamlı bir tartışmaya götürme potansiyeli taşıyor. Diğer türlü, “tüh gitti, böyle iyiydik” diyenlerle “yaşasın gitti, gitmesine de bundan sonra ne olacak” diyenlerle birlikte Türkiye’nin kentleri açısından anlamlı dersler çıkarmak çok güç olacak.

Bu tür bir değerlendirmeyi yaparken, öncelikle belediye başkanlığı kavramının ve belediye başkanı figürünün siyasal ve toplumsal dönüşümünü ele almakta gerekiyor. Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca, bir şekilde karizması ve farklı kişiliği ile öne çıkan belediye başkanları, dünyanın diğer ülkelerinde olduğu gibi hep vardı aslında. Ankara’nın mimar başkanı Vedat Dalokay’ı, İstanbul’un Lütfi Kırdar’ını, Konya’nın Halil Ürün’ünü, Kayseri’nin Osman Kavuncu’sunu, İzmir’in Ahmet Piriştina’sını, Fatsa’nın Fikri Sönmez’ini ve daha nicesini bu bağlamda hatırlayabiliriz. Ancak, her biri kendisine göre belediye başkanlığı yaptığı kentteki sorunlara çözüm bulmaya çalışan, kimi zaman tercihleri ve kişilikleri başkanlık yaptıkları kentin önüne geçen bu başkanlar ile 1980’ler sonrası neo-liberal dönemin belediye başkanlarını birbirinden ayırmak gerekiyor. 1980 öncesi dönemde çoğu zaman merkezi yönetimin ağır vesayeti altında, çoğunlukla günümüzün hareket alanı ve çalışma koşullarından ve çoğu zaman yeterli kaynaktan yoksun olarak kendi kamu çalışanları ile hizmet vermeye çalışan, bu sebeple de çoğu zaman düşük maliyetli kendine göre farklı yeniliklerle sorunlarla baş etmeye çalışan belediye başkanı darbe sonrası dönemin koşulları altında yerini bambaşka bir figüre bıraktı. Siyaset bilimi literatüründe ortaya çıkan bu yeni figüre “yerel dukalık”, “yerel derebeylik”, “seçilmiş krallar” gibi isimler takıldı. Ancak, ne yazık ki çoğu zaman bu yeni belediye başkanı türünün ve örneklerinin ayrıntılı tahlilleri yapılamadı. Oysaki herkes sezgisel de olsa bu yeni belediye başkanı türünün Türk siyasetinin geleceğinde oynayacağı rolün bir şekilde farkındaydı. Ülkede iktidarı ele geçirmenin yolu önce büyükşehirlerde iktidara gelmekti. Çünkü yavaş da olsa, toplumsal yapının kentleşmeye koşut olarak siyasal süreçleri de dönüştürdüğü görülmekteydi.

1980 sonrası dönemde, 1990’ların başına kadar belli bir ölçüde bu yeni belediye başkanı türünün kuluçka döneminin yaşandığı söylenebilir. Turgut Özal’ın başlattığı yerelleşme ve yetkilerin belediyelere devri dönüşümü ve büyükşehir belediyelerinin kurulması sonrasında büyükşehirlerde kısmen merkezi hükümet tarafından da desteklenen çok büyük altyapı projeleri başlatıldı. İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük kentlerin trafik, su, hava kirliliği, kanalizasyon, konut gibi sorunlarının aşılması için bu aşamada göreve gelen belediye başkanlarının en azından 1990’ların başına kadar çok fazla öne çıkmadığı ve daha çok birer teknokrat gibi davrandığı söylenebilir. Ancak, bu sürecin hemen sonrasında ortaya çıkan belediye başkanları daha farklı bir profil çizmeye başladı. 1990’ların başındaki sosyal demokrat belediyecilik döneminde daha karizmatik, baskın ve siyasal süreçlerde etkin belediye başkanları ortaya çıktı. Ankara Belediye Başkanı Murat Karayalçın’ın görev süresi sona ermeden Partisinden Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı pozisyonuna geçmesi buna örnek olarak gösterilebilir. Ancak, aynı sosyal demokrat belediyecilik furyası İstanbul Belediye Başkanı Nurettin Sözen dönemindeki yolsuzluk iddiaları ile de son buldu. 1990’ların ortalarında ise bambaşka bir belediye başkanı figürü ortaya çıkmaya başladı. Göreli olarak merkezi siyasal alanın etkisinden uzaklaşan, daha popülist politikalara yönelen, özellikle de büyük kentlerin etrafını saran gecekondu kuşağında ve gecekondu afları sonrasında ortaya çıkan yeni apartman mahallelerinin sermaye birikimi yapmaya başlayan kesimlerini siyasal olarak hareketlendirmeyi başaran bu belediye başkanlarının en önde gelenlerinden birisi Melih Gökçek’ti. Kendisinden önceki belediyelerin çok fazla yapmadığı yoksullara erzak ve kömür dağıtımı gibi sosyal yardımları, çabuk imal edilen havuz, fıskiye gibi peyzaj unsurlarını yaygın kullanmayı, noktasal ve araç odaklı ulaşım politikalarını katlı kavşaklar gibi görünen yatırımlarla belirgin kılan bir tavrı benimseyerek Ankara’da kendisine bir taban yaratmayı başardı.

1990’ların ortalarında ortaya çıkan bu belediye başkanı figürünün benzerlerini Konya’da, Kayseri’de, İstanbul’da ve daha birçok büyük kentte izlemek mümkündür. Her biri kendi bağlamında daha sonra farklı yollar izleseler de neoliberal stratejilerin baskın hale gelmeye başladığı bir dönemde aslında 2000’li yılların siyasal ve iktisadi yerel altyapısını popülist bir yaklaşımla inşa etmeye başladılar. Bu anlamda 1990’ları yerel hizmetlerin belediye şirketleri ve yaygın taşeronlaşma ile özelleşmesinin, yerel kaynakların büyük ihaleler kanalıyla ve plan değişiklikleri yoluyla belli sermaye gruplarına aktarılmasının ve tüm bunları bir şekilde kolaylaştıran aktör olarak belediye başkanının halka oyuncak, yiyecek dağıtan, tıkanan yolları katlı kavşaklarla açan popülist bir lider olarak sivrilmesinin dönemi olarak adlandırmak mümkün. Hatta bu kurulan toplumsal altyapı o kadar sağlamdır ki, becerikli bir siyasetçi olarak Melih Gökçek ve benzeri belediye başkanları 1990’lı yılların fırtınalı siyasi atmosferinde ayakta kalmayı başarmışlardır. Bunda siyasi atmosferin daha çok laik-İslamcı eksenine oturmasının da önemli payı olduğu söylenebilir. Merkezi siyaset başörtüsü gibi siyasal sorunlar ve 28 Şubat gibi süreçler yaşarken, yerelde bu tür belediye başkanları halkı dinleyen, onların sorunlarına eğilen figürler olarak algılandılar. Ancak, tüm bunlar olurken, aslında bir yandan da yeni bir belediye başkanı figürü şekillenmektedir. Bu belediye başkanına 1999 Yılında sunduğum birkaç bildiride “kent patronu” adını vermiştim. Aslında kavram “city boss” adlı kavramın Türkçeye çevirisiydi. Kent patronu, kenti noktasal müdahalelerle, günü birlik projeler ve el yordamıyla yöneten, bu yaklaşımıyla bir yandan kentte biriken rantı dağıtan planlama gibi mekanizmaları kontrol ederek kendine bağlı bir kollamacı ağ yaratan, bir yandan da kitlelere hoş görünmesini sağlayacak popülist uygulamaları sürdüren belediye başkanını ifade etmekteydi. Eski Roma’daki “ekmek ve sirk” politikasının günümüze başarıyla taşınmış bu örneğinde belediye başkanlarının halka ücretsiz ekmek dağıtması ve sürekli sirk ve benzeri gösteriler düzenlemesi de dönemin ilginç detayları arasında sayılabilir. 2000’li yılların başına gelindiğinde, bu sürecin sonunda ayakta kalabilen kent patronlarının oldukça güçlendiği, kentteki çıkar ağlarını kentsel ranta bağımlı kılmayı başardığını ve bu anlamda siyasi sürdürülebilirliklerini de sağladıklarını söyleyebiliriz. Birçok büyük kentte, 2000’li yıllar öncesinde kurulmuş ayrıcalıklı konut kooperatiflerinin, yapılan plan değişikliklerin birazcık incelenmesi durumu açıklamaya yetecektir.

2000’li yılların başında Adalet ve Kalkınma Partisinin iktidara gelmesi ve kendisi de eski bir belediye başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan’ın Başbakan olması ile birlikte de belediye başkanları açısından yeni bir dönem başladı. Öncelikle tüm yerel yönetim yasaları değiştirilerek belediye başkanlarının pozisyonu merkezi hükümet ve belediye meclisleri karşısında güçlendirildi. Merkezi yönetimin yerel yönetimler üzerindeki vesayeti neredeyse ortadan kalktı. Belediye başkanlarının sorun yaşadıkları her konuya ilişkin dosyaları koltuklarının altına aldıkları bu sorunların çözümü için yasa çıkarmak ya da yönetmelik değiştirmek için Ankara’ya koştukları bir dönem yaşanma başlandı. Benim için en ilginç örneklerden birisi, 2005 yılında yeni seçilmiş Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan’ın elinde 5366 Sayılı Tarihi alanların yenilenmesine ilişkin yasa teklifi ile TBMM’ye gelmesi ve bu teklifin bir şekilde yasalaşmasıydı. O günlerde, Atatürk Orman Çiftliğinin Ankara Büyükşehir Belediyesine devrinden kentsel dönüşüm projelerine, devletin belediyelere aktardığı kaynaklardan büyük ulaşım projelerine kadar pek çok konuda yerel yöneticilerin kendi yetkilerini arttırmaya çalıştıkları bir süreç yaşanmaktaydı. Bu sürecin yarattığı etkiyle, mevcut kent patronları da güçlerini arttırmaya ve kendi kontrollerindeki çıkar ağlarını büyütmeye başladılar. Bunda en temel araçlardan birisi kentin çeperinde ve merkezinde yer alan, o güne kadar yasal engeller ve mahkeme kararları sebebiyle yapılaşmaya açılamayan alanların imar planı değişiklikleri aracılığıyla yapılaşmaya açılmasıydı. Kimi zaman kentsel dönüşüm alanı adı altında, kimi zaman da toplu konut projesi adı altında bu alanlarda biriken kentsel rantın paylaşımı bu tür bir güç kazanımı için önemli bir zemin oluşturuyordu. Bu durumu yine bu blogdaki diğer iki yazımda anlatmaya çalışmıştım: https://sehrekustu.blogspot.com.tr/2012/08/alan-talan-yalan-kalan-kullanimlar.html https://sehrekustu.blogspot.com.tr/2012/07/kentlesme-ve-yolsuzluk-iliskisinin.html

Ancak, 2000’li yılların sonlarından itibaren daha ilginç bir başka süreç yaşanmaya başladı. Bu süreçte aslında 2000’li yılların ortalarında gücü doruğa çıkan belediye başkanlarının düşüşü başladı diyebiliriz. Çünkü 2000’li yıllar boyunca devam eden tek parti iktidarı bir yandan belediye başkanlarının iktidarını pekiştirirken, bir yandan da merkezi yönetim düzeyinde kente ilgisi bulunan yeni aktörlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştu. Başta Toplu Konut İdaresi ve Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı gibi büyük kurumlar hem yaptıkları yatırımlar hem de artan yetkileriyle yerel müdahale etmenin yeni araçları haline geldiler. Bu durumun, tek parti iktidarının kent patronları ve çıkar ağları dışında bir mekanizma ile yerelle ilişkilenmesinin yolunu açtığı söylenebilir. Başta dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve merkezi siyasetin önemli figürleri kendi seçim çevrelerinden başlayarak yerel üzerindeki etkilerini arttırmaya başladılar. Burada İstanbul’da Kadir Topbaş’ın kararıyla İMP (İstanbul Metropoliten Planlama Merkezi) tarafından yapılan Çevre Düzeni Planının, 2011 yılı seçimleri öncesinde Recep Tayyip Erdoğan tarafından açıklanan projelerle kadük hale gelmesi ya da 2009 yerel seçimleri öncesinde yapılan yasa değişiklikleri ile bazı önemli planlama yetkilerinin merkezi yönetim kurumlarına geri alınması gibi kırılma noktalarından bahsedilebilir. Bu açıdan bakıldığında, 2010 sonrası dönemde kentlerde kent patronları ve merkezi hükümet düzeyindeki aktörler arasındaki çatışma ve çelişkilerin ciddi bir belirleyici etkisi olduğundan bahsedilebilir. Özellikle Gezi Parkı, 17-25 Aralık süreci, FETÖ darbe girişimi gibi süreçlerin tümünde siyasi gerilimin çok önemli bir ayağını belediyeler oluşturdu ve gözler belediye başkanlarına çevrildi. Hatta merkezi hükümet düzeyindeki siyasal ayrışmaların da yerele ve yerel yönetimlere ayrıca yansıdığı, bunun da resmi daha da karmaşıklaştırdığı söylenebilir. Konya gibi muhalefetin eser düzeyde bulunduğu kentlerde bile yerel yatırımlar konusunda yaşanan perde arkası çekişmeler bu durum üzerinden okunabilir.

Tüm bunlar olurken esas önemli gelişme ise, kentlere merkezi ve yerel yönetimlerin harcadığı tüm kaynaklara rağmen, kentlerin sorunlarının giderek çözümsüzleşmesi, “gerçek” kentsel ve yerel sorunların bir şekilde muhatabını bulamaması ve alışılageldik yerel yönetim yaklaşımlarının artık etkisiz kalmasıydı. Bugünün Türk kentlerine bakıldığında toplumsal, mekânsal ve iktisadi ciddi sorunların ortaya çıktığı görülmektedir. Toplumsal açıdan kentlerde üst gelir gruplarıyla alt gelir grupları arasında ciddi bir mekânsal ve kültürel ayrışma yaşanırken, kentsel demokratik temsil ve katılım kanallarının tıkanmış olması kentlilerin özellikle de genç kuşakların kentsel sorunlar konusunda seslerini duyuramamasına ve kutuplaşmaya yol açmış olduğu görülmektedir. Mekânsal açıdan bakıldığında kentlerin kamusal mekânlarının ortadan kalktığı ya da kamusal niteliğini yitirdiği, tarihi ve doğal alanlarının sürdürülebilirliğinde ciddi sorunların yaşandığı, kentlilerin yaşam kalitesi konusunda ciddi soru işaretleri olduğu görülmektedir. İktisadi açıdan da birkaç büyük kent ve sanayi üretimi hala canlı kalan kentler dışında kentlerin neredeyse tamamının inşaattan ve sürekliliğinin sağlanması zor turizm gibi sektörel gelişmelerden medet umduğu görülmektedir. Sonuçta, gelişen iletişim olanaklarıyla dünyayı izleyen, gezip gören kentlilerin yaşadıkları kentlerdeki yaşam zorlukları ve sorunlar karşısında önemli düzeyde bir tatminsizlik içerisinde oldukları görülmektedir. Bu sorunlar karşısında yerel yönetimler ve hükümetler –yer yer durumu tespit etmekle birlikte- alışılageldik yaklaşımlarını terk etmemektedirler. Hala belediye meclislerinde konuşulan yüzlerce imar planı değişikliği ile kollamacı ağlara kentsel rantlar dağıtılmakta, artan yapı ve nüfus yoğunluğu karşısında ulaşım, altyapı gibi sorunlar plansız toplu taşım yatırımları ve otomobil odaklı politikalarla çözülmeye çalışılmakta, kentsel kamusal alanlar tüketilmekte ve kentler kimliksizleşmektedir. Harcanan tüm paralara, yapılan tüm yatırımlara karşın ortada büyüyen bir hoşnutsuzluk ve keçiboynuzu hissi yaygınlaşmaktadır. Nitekim hem hükümet sistemi referandumunda büyük şehirlerden çıkan sonuçlarda hem de belediye başkanlarının istifasının ardından gelen sessizlikte bu durumun izlerin görmek mümkün.  

Sonuçta belediye başkanlarının istifası üzerindeki tartışmalar bizi kişilerin saltanatından çok aslında kentleri bekleyen yeni krizleri ve bu krizleri nasıl yöneteceğimiz konusundaki bir arayışın kenarına getirip bıraktı. Bu arayış, küresel iklim değişikliğinden gelişen teknolojiye kadar pek çok değişkenin belirleyeceği yeni bir dönemin habercisi olmak zorunda. Yirmi birinci yüzyılın yeni Kadir Topbaş’lara ya da yeni Melih Gökçeklere ihtiyacı yok. Kentlerimizin sorunlarını çözmek, kentlilerin mutlu yaşadıkları kentler oluşturmak için kent patronlarına değil, adını hafızamızı zorlasak da hatırlayamayacağımız, işine toplu taşım ya da bisikletle giden, ailesine vakit ayıramadığından dert yanan değil, ailesiyle birlikte kentsel kamusal alanlarda eğlenen yeni tür belediye başkanlarına ihtiyacımız var. Bu belediye başkanı türünün temel ilkelerini de yine bu blogda ele almaya çalışmıştım: https://sehrekustu.blogspot.com.tr/2014/03/yirmibirinci-yuzyilin-belediye-baskani.html


Bu belediye başkanları artık birer şahıs ya da karizma sahibi siyasetçiden çok, siyasetçi kimliği olsa da, kenti bir yaşam alanı olarak ciddi bir uzman ekip ve teknolojik birikimle, etik temelde bilimsel yaklaşımlarla yöneten ve her şeyden önce çoktan unutulan sosyal adalet ilkesini önceleyen bir yaklaşıma sahip olmalı. Esasen tarihsel olarak, bir kenti var edenlerin belediye başkanı değil o kentte yaşan kentliler olduğu ve kentin de kentiler sayesinde önemli olduğu şeklindeki bir anlayışı yaygınlaştırmak belediye başkanının en önemli görevi olmalı. Bu tür bir başkana alışkın olmayabiliriz. Biz, her yere yetişen, devasa ihaleleri ve çılgın projeleriyle gündeme gelen, milyonlarca takipçisiyle sosyal medyada lüzumlu lüzumsuz her konuda görüş beyan eden başkanlara alıştığımızı zannedebiliriz. Naif gelse de ben yine de yaşanabilir bir kentte yaşamaya daha hızlı alışacağımıza inanıyorum. Ya da inanmak istiyorum.

Hiç yorum yok: