Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

12 Aralık 2020 Cumartesi

BİR BAŞKADIR... BENİM ANKARAM

 

Bütün dünyanın, sonu ve akıbeti meçhul bir hastalığın cenderesinde sıkıştığı şu günlerde, kısa bir süre de olsa paralı bir internet kanalının yayımladığı bir dizi bir şekilde toplumun bütün kesimlerinin dikkatini çekti. İlginçtir, daha önce abartılı cinsellik ve şiddet kullanımı, hayatın her alanına ilişkin tartışmalı görüşlerin ve tabuların inandırıcı bir şekilde paketlenerek sunulması gerekçeleriyle siyasi ve felsefi tartışmalara, komplo teorilerine konu olmuş bu mecranın beklenmedik şekilde bize bizi bizle gayet iyi bir şekilde anlattığı duygusu yayılıverdi. Herkes sanki bu diziyi bekliyormuş gibi çözümlemelere, değerlendirmelere girişti. En kısası üç saat süren, tiplerin birbirini dakikalarca kestiği ağalı, marabalı, sosyeteli, kadın sömürülü, lümpen demogojili standart Türk dizilerinin yanına konduğunda, estetik düzey ve anlatım örgüsü açısından gayet ilgi çekici bulunan bu iş, en başta hepimizi beklemediğimiz bir yerden, isminden vurdu.

İkinci Dünya Savaşı Sonrasının Batıda hala izleri görülen iyimserlik nostaljisi neyse, 1970’lerin bizde yarattığı anlaşılmaz ütopik nostalji duyguları da biraz Yeşilçam görüntüleri, biraz Beyaz Kelebekler, biraz da Ayten Alpman’ın “Bir Başkadır Benim Memleketim” şarkılarıyla gelir. Meyhanelerde eller havaya yapılırken de, yurt dışında memleket özlendiğinde de her kesimden insan bu şarkıyla hem umut bulur hem de hüzünlenir. Aynı nostaljinin kaynağı olan yıllarda Batı’da komünist avcılığının ve Amerika’da Mc Carthy döneminin, bizde de şiddetli ideolojik çatışmaların, darbelerin ve siyasi arayışların üstünü bir çırpıda örtüverir “Bir Başkadır Benim Memleketim”. İnsani bir ihtiyaçtır da bu. Tarihi kimse olduğu gibi yutup sindiremez, insan olarak umutla yaşamaya devam edebilmek, insana inanabilmek için duygularla bezenmiş bir duyular maskesini hissiyatımızın üzerine geçirme ihtiyacı duyarız. Her toplum bunu kendince yapar. Biz hareketli ve neşeli gibi görünen melodilere, sözlere hüzün giydirerek yaparız bunu. Nazım Hikmet’in de dediği gibi “hüzün ki en çok yakışandır bize/belki de en çok anladığımız”. Bir başkadır bu sebeple bizi en zayıf yerimizden, hazan ve hüzünden yakaladı. Dizinin çekildiği mevsim sonbahar, dizinin bizi içine çektiği iklim açıkça hüzündü.

Dizi, İstanbul’da geçen iç içe geçmiş farklı dünyalara ait hayatları, içindeki insanların kesişmelerini anlatırken, beklemediğimiz bir gerçekçilikle ekranı bize, etrafımızdakilere, tanıdık ve bildiklerimize tutulmuş bir aynaya dönüştürürken bunu aslında sandığımız kadar çok yapmadığımız bir şeyden tutturarak yaptı. Karakterler, yaşadıkları kentteki sınırlı yolculuklar dışında sabit mekanlarda, uzun uzun konuşuyorlar. Dura düşüne, birbirini bekleyerek, ötekini dinleyerek ve hatta bakışarak. Biz kendimizi biliyorsak bu toplum ve insanları böylesi konuşmaları sadece tiyatroda, sinemada görür. Evde, okulda, işte, televizyon programlarında tam tersiyizdir. Ya hiç konuşmayız, ya iyi niyetle ya da farklı amaçlarla giderek sıkışan bir duygu girdabı içerisinde birbirimizin sözünü keserek, sanki söyleyeceklerimizi unutma korkusu ya da karşıdakinin baskın çıkma endişesi içine kısılarak gerilimli bir yola gireriz. En eğitimli kesimde bile var olan bu davranışlar bütününü, Nuri Bilge Ceylan sinemasındaki karakterlerin uzun ama birbirini hep kesen ve anlamayan diyaloglarında görmek mümkün. Ancak, dizi bizi yapmadığımız şeyle yakalarken, her karakterin gözünden ruhuna sızmamıza, yavaş yavaş onun gözünden dünyaya bakmamıza izin veriyor, hatta bizi gerçek olduklarına inandıracak gibi oluyor. Oluyor diyorum, çünkü aynı zamanda karakterlerin iyi oyunculuklar ile bezenmiş ve iyi kurgulanmış pozisyonlar ama sonunda yine klişeler olduğunu sorgulamaya başlıyoruz. Ya da tam başlayacak gibi oluyoruz, ya Yeşilçam filmi mantığındaki görüntüler, ya 70’lerin nostaljisini yansıtan müzikler kadraja giriyor ve bizi yine hüzünle baş başa bırakıyor.

Dizinin bu temel algoritmasını anladıktan sonra ise benim esas dikkatimi çeken bambaşka bir mevzu oldu. Dizi İstanbul’da geçmesine, hatta belki dizinin esas karakterinin İstanbul ve İstanbul olmayan mekanlar olmasına rağmen, anlatılan öykü bizim bildiğimiz Ankara alışkanlıkları, Ankara Hayatı ve bir kentte yaşamak anlamıyla “Ankaralı” olmak üzerinden kuruluyordu. Bu sebeple yer yer, dizideki karakterlerin gittiği Yoga Salonları, rezidanslar, barlar acaba Çankaya ya da Çayyolunda mı acaba diye sorar buldum kendimi. Dizinin kurgusu da bunu hissetmiş gibi arada sürekli İstanbul görüntüleri serpiştirerek bize dizinin İstanbul’da geçtiğini hatırlatmaya çalışır gibiydi. Ancak, bu mesele, sadece her kentin ve kent yaşamının nihai olarak her yerde birbirine benzemeye başladığı meselesinin ötesinde de bir duygu yansıtıyor benim için. Bir yerlere yolculuklar yapıp sürekli kapalı mekanlara girmek, farklı kapalı mekanlarda karşılıklı susuşmak ya da konuşmaya dayalı bir dünya kurmak ziyadesiyle Ankaralı bir durum gibi geldi bana.  Televizyon izleyerek de olsa, zoraki bir psikologla konuşarak da olsa, hatta bir artı bir bir rezidans katında muhabbet açmaya çalışarak da olsa, soyutlanmış, bağlamını unutmuş bir şekilde konuşarak karşısındakine tutunma duygusu oldukça Ankaralı ve sınıflar ötesi bir refleks çiziyor. Daha doğrusu, toplumsal yarılmaların, sınıfsal gerilimlerin ortasında bunları görmeden yaşayabilmenin yegâne güdüsü gibi görünüyor. Biz bunu Ankara’dan çok iyi biliyoruz. Özellikle de son yirmi otuz yıldır kentin dönüştüğü durumun adını koymaya çalışırken, teknik, hukuki ve empatik bir şekilde anlatmaya çalıştığımız mesele belki de tam da buydu.

Yeni kent olgusunun oluşturduğu mekanlara ait olan bu yeni tür Ankaralılık duygusunun izlerini kuşkusuz eminim tüm kentlerde bulabiliriz. Hatta dizideki gibi karşıtını tamamen kentten uzak ve kırsal bir dünyanın içindeki daha sahici gibi duran insanlarla kurmaya çalışarak da izleyebiliriz. Ama, bu Ankaralılık duygusunun içinde sakladığı derin bir hicran var ki bunu anlatmadan için rahat etmeyecek. İşte o, o kapalı mekanların arasında geçirilen yolculuklarda görünen insan manzarası ile anlatılabilir. Her gün Ankara’da ve bütün büyük kentlerde, otomobillerle, otobüslerle, dolmuşlarla, metrolarla ve dahi bilumum ulaşım biçimleriyle görünmeden, görmeden yolculuklar yapan milyonlar var. Kentin gelişen alanlarını kâh oralara yerleşerek, kâh oralardaki hizmetlerde çalışarak var eden bu görünmeyen ve görmeyen insanların ortak özellikleri, kendilerini görmedikleri ve gözlemlemedikleri bir dünyanın karşılaşmalarından uzaklaştıracak yolculuklar yapmaları. İnsan, içinden geçtiği kentin görüntülerini değil, ekranın ve nostalji duygusunun izlerini, gördüğü insanların değil başkalarının ona anlatılan hayatlarının duygusu ile kendini anlatmaya başlarsa görünmez ve görmez oluyor. Dizideki en çarpıcı anlar da bu sebeple benim için diyalogların arasındaki yolculuk sahneleriydi. Otobanlarda, toplu taşım araçlarında, rezidansların arasında yürüyen insan artık varlığı ile yokluğu belirsiz bir figürandır ve onun öyküsünü diğerleri merak etmez.

Bir kenti kent yapan en önemli olgu olan, kendinden başkası ile karşılaşma ve etkileşebilme ihtimali ve olanağı ise rotaları giderek birbirinden ayrışan, karşılaştığında birbirini söndürmeye daha niyetli dalgalar misali yıkıcı unsurlara dönüşür. Gündelik yaşam döngülerinin nöbetleşe yoklukları birbirine eklediği bu Ankara dünyası çok ilginç bir insan türü yaratmıştır. Buna “gözlemleyemeyen insan” diyebiliriz. Bu yeni insan türü gözlemleme ihtiyacı hissetmeyen, gözlemlemeye temel oluşturacak sessiz iç diyalogun başlatıcılığından yoksun bir varlıktır. Arent’in dediği gibi artık kentte bir “hiç kimsedir”. Ona verilen görev kentte ona yazılmış öyküdeki gibi yaşamak görevidir. Gözlemlemek duygusunun oluşumu halinde bile neyi gözlemleyeceğini bilemeyen, gözlemleyeme başladığında da insanı ve farklı hallerini gözlemlemeye tahammül gösteremez. Çünkü artık elinde ve yaşamında bu duyguyu öğrenebileceği, uzun vakitler geçirebileceği ve kendisinden başkası ile karşılaşabileceği kamusal mekanlar bulunmuyor. Varsa bile onlar sadece üzerinden hızla gelip geçeceği yerler niteliği taşıyor. Canını bir an önce, anaforlaşmış duygular kapanındaki kısa konuşmalara bulayabileceği kapalı mekanlara, olmadı hareket halinde olabilmek için ulaşım araçlarına atmak telaşında.

Dizi bu kısır döngülerden çıkabilmek adına yine benim oldukça “Ankaralı” bulduğum üç çözüm de getiriyor karakterlerinin gözünden. Ankaralı olmak kenti çekici manzaraları, cazip mekanları değil de o mekanlardaki insanlar üzerinden bir arayış alanı gibi görmek olduğu için karakterlerin üç dönüşümü de bana ilginç geldi. Birincisi, dizinin bilge karakteri olan imamın sonunda tüm meselelerini ardında bırakarak doğaya dönmesi ve orada hiç tanımadığı bir insana derdini dökmesi. Sanki kenti aradan çıkarmak insanlarla buluşmanın yeni bir olanağı gibi sunulmuş. İkincisi, kendi geçmişine bir yolculuk yapmak ve kabuslarıyla, korkularıyla yüzleşmek. İçinde kaybolduğumuz değil de içinde var olduğumuz yolculuklar yapmanın anlamı vurgulanmış. Üçüncüsü de sahip olunan her şeye rağmen, içine kısıldığımız önyargıların, davranış biçimlerinin dışına taşabilmek için ötekine tahammül edebilmek, hatta sevebilmek ihtimali. Sıradan bir Ankara’lı için bu üç arayış da gündelik yaşamın bir parçası gibi görülebilir. “Bu kentte ne var” sorusu biraz da “burada kim var” sorusu haline gelmiştir bizim için çünkü.

Dizi bana yeniden hatırlattığı bu soruların yanıtlarının ne olabileceğini, yaşadığımız kentlerde geçirdiğimiz insanlık maceramız adına yeniden hatırlattı. Bir kentte hayat daha çok bir akıntıya benziyor. Kıyıda durmak da, dizlerine kadar suya girmek de, el ele tutuşarak karşıya geçmeye çalışmak da mümkün. Ama bunlar hep aldatıcı. Esas olan akıntının kendisi, anaforları, ayrıntıları, taşıdıkları. Dikkatle bakmadığımız zamanlarda bir arayış gözlüğü takınıp bakınsak etrafımıza, başta kendimizi şaşırtsak, konuşmadıklarımızla konuşup, görmediklerimizi görsek akıntı beklemediğimiz bir güzelliğini açıverecek bize. Bunun için de kaçınmaların değil, karşılaşmaların, bağırışların değil bakışmaların, gürültülerin değil gülümsemelerin mekanına çiçek açtıracak konuşmalara ihtiyacımız var. Samimiyet, iyi niyet, incelik, derinlik ve arayış malzemeleriyle inşa edilmiş karşılaşmaların her yerde karşımıza çıkabileceğine olan inancı yenilemeye. O zaman “Bir başkadır benim Ankaram, ya da her neresi olursa” diyebilme ihtimalimiz artacak.


Hiç yorum yok: