Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

30 Ağustos 2012 Perşembe

KENT(D)İ BİRİKTİREN ADAM



Prof. Dr. Raci Bademli'ye...

Yaşamdan bir meçhullük izin alanların gözlerinin önüne, hayatlarının son anlarında, mecazi bir perde kurulduğunu, bu perdeye yaşanan her anın izdüşümünün konuk olduğunu, hiç deneyimlememiş olsak da, gariptir, sorgulamadan kabul ederiz. Ama biraz da es geçilen bir şey varsa bu da filmin yalnızca veda sahibi için değil arkasında bıraktıkları için de gösterimde olduğudur. Tek farkla. Bizimkisi daha çok kısa metraj denilebilecek türdendir. O insanı kaybedeceğinizi hissetmeye başladıktan sonra, onunla ilgili tüm anılar, paylaşımlar ve anektodlar saklandıkları duvar diplerini beraberlerinde taşıyarak gözlerimizin önüne çömelirler. Veda anına kadar ayrılmazlar yanımızdan. O insan hayatınızda ne kadar yer kapladıysa o kadar uzar film. Bazen film uzun sanırsınız hemen biter. Bazen de hemen bitecek sandığınız bir kısa metraj bitmek bilmez. Sebebi o insanın içinizde bir yerlerde biriktirdiklerinin çokluğudur.
İşte bu hissi yakın zamanda bir daha yakından tattım ve film o gün bu gündür bitmek bilmiyor. Bilmiyorduk Daireden bir kaç arkadaşla birlikte hastanede eşinden bile gizlice yanına bir kaç saniye süzüldüğümüzde, gösterimin çok yakın olduğunu. Kapı eşiğini gözlerimizle aralayıp o kocaman adamın incecik kalan kollarını ve bakışlarını yakaladığımızda bile nüktesinin mekânı, umuduna toprak olduk: “...bunlar imârcılar. Önce mamur eder sonra da içine ederler...yenicez, başarıcaz”.
Hatırladığım ilk anılar ODTÜ’de şehir ve bölge planlama eğitimi almaya başladığım ilk günlere rastlıyor. Sınıftayız. Kocaman bir adam geliyor. Kamera topuklarından dönüp aşağıdan devasa vücudunu perdahlıyor, sonra da karışık sakallarda son buluyor. Soruyor: “Neden buradasınız?” Sonradan en sevdiğim dostlarımdan biri olan arkadaşım cevap veriyor: “Hocam bir evim, bir arabam bir de güzel karım olsun diye”. “E oğlum köşedeki köfteciye çırak girsen daha çabuk elde edersin bunları...” repliği mavi gözlerde son buluyor. Kameranın açısında gözlere zum yapılırken “burası bunların değil başka şeylerin, kentin sıkıntılarını ruhunda duyabilmeyi öğrenmenin yeri” sözleri duyuluyor.
İkinci plan. Yer İmar Dairesi Başkanlığı. Daire Başkanıyken bile bırakmadığı öğretmenlik görevini yaparken dönem sonunda öğrencilerini Daireye hayatın pratik yönünü göstermeye çağırıyor. O zamanlar İmar Dairesi Başkanlığı Kızılay’da Yeni Karamürsel’in yanında. Bütün katlar geziliyor. Herkesin görevi, yapılan işler anlatılıyor. Bir katta duruluyor. O sıra kocaman adam yanındaki küçücük bir adamın omzuna koymuş kolunu, fısıldaşıyor. Kalabalıktan bu garip ikiliye oda kenarından hareketli zum: “...bunlar dünyayı hala kantin zannediyorlar...”.
Sonrasında mezuniyet ve hayatın her alanında onunla şöyle ya da böyle mesai harcamış olanlarla onun çocuk haylazlığını ve bir düğün heyecanını hovardaca harcayarak yaptığı benzetmeler, ürettiği kelimeler ve terimler, her biri bir Temel fıkrası kıvamını bulmaya yatkın anıları ve anektodları meslek çevresinde hep karşıma çıktı. Sanki bunlara ve O’na aşina olanlar arasında onun anlattıklarından ve anılarından bir ağ örülmüştü. Gün geldi onun zamanında Daire Başkanlığı yaptığı koridorlarda onun mesai efsaneleri ve memur terennümleri arasında yerimi aldım. Biraz dinledim: “...iyi adamdı da hiç çay ısmarlamazdı. Ceplerini dışarı çıkarırdı...”, “...planlamayı ticarete dönüştürenlerin topunu kovmuştu, sonra hepsi geri geldiler...”, “...gelen çukulataları hep kendisi yerdi, bize hiç vermezdi...”.
Gariptir, yanılıyor olabilirim ama belki de son yaptığı söyleşiyi, insanlara Crocus Ancyrencis ve Ankara Tavşanı lezzetli son pırıltıyı anlatışını da ODTÜ Mezunlar Derneğinde, Vişnelikte düzenleyenler arasındaydım. Güney Afrka’dan saatler süren yolculuğun yorgunluğunu sürüyerek gelmiş, Ankara’yı konuşurken silkinip atmıştı onu da. Son söyleşide neden köfteciye çırak olmadığımızı ve neden kafamdaki bitmek tükenmek bilmeyen sorgulamayı barındırdığımı da yıllar sonra anladım. Çünkü o da öyleydi.
Bir kapıdan eğilerek ve yan dönerek ancak geçebileceği karikatürize edilebilecek kadar iri bu adamın iriliği biraz da biriktirdiklerindendi. Ömrü boyu bir kenti biriktirdi içinde yığın yığın, bina bina, duvar duvar, nüfus nüfus ve duman duman. Biriktirdiklerinden dilinin kıyısına varanlar sade, çocuksu ve anlaşılabilir bir sancıyı gözlerimizden içeri sızdırdılar. Onun içinde birikenler zamanla bizleri de kelimelerce biriktirdi ve çoğalttı.
Artık biliyorum. Huzur için sancı çekmek, bir kent için kentlerce içinde bir kenti biriktirmek, biriktikçe çoğalmak, kentin bakabileceğimiz en uzak noktasına, kendi gözlerimizin içine bakmak gerek. Biriktirdikçe kenti içimizde, biz de birikeceğiz. İnsanlarda, gecekondularda, bir musluğun dönüş yönünde, mahalle tınısında... Tıpkı O’nun gibi.

24 Ağustos 2012 Cuma

ALAN-TALAN-YALAN-KALAN KULLANIMLAR


 

Geçmişte bilim-kurgu yazarlarının ve gelecek bilimcilerin önemli bir kırılma noktası oluşturacağını öngördükleri iki binli yılların içinden geçiyoruz, ya da biz duruyoruz onlar bizim hayatlarımızın içinden kayıp gidiyorlar. Yıllar kayıp giderken kentler gerçekten de farkına tam olarak varamadığımız bir eşiği atladılar. İki binlerin ilk yıllarından bir gün, dünyadaki kentli nüfus büyüklüğü kırda yaşayanları aştı. Artık hayat kentlerde geçmektedir, ya da bir başka değişle kentler hayatın ta kendisi olmuşlardır. Kentler hayatın her alanının tüm boyutlarını öylesine bürüyüp sarmalamışlardır ki, kültürel ya da nostaljik köklerden gelen kent-kır ayrımı anlamını kaybetmiş, “kır” ya da “köy”le ilgili kavramlar özellikle genç nüfus için uzak bir hayal olmanın ötesinde anlamını kaybetmeye başlamıştır. Böylesine bir ortamda kentlerimizdeki her karış alanda neler olup neler bittiği, içeriği ve fiziksel biçimi çok büyük önem kazanmaktadır. Çünkü kent hayatın ta kendisiyse, kaderimizin ne yöne ilerleyeceğinde kentlerdeki mekânın kavrayabileceğimizin ötesinde bir anlamı olmalıdır.

 

Peki ya bu kadar önemli olan kentlerde hangi alanda ne olacağına, kimlerin bu alanlarda, ne tür yapılarda ve nasıl yaşayacağına kimler ve nasıl karar vermektedir? Sosyal bilimciler bu sorunun cevabının altında karmaşık sosyal, siyasal ve ekonomik süreçlerin yattığını söyleseler de teknik olarak çok da karmaşık olmayan bir planlama süreci işlemektedir. Basitçe ifade edilecek olursa kent plancıları çeşitli karar verme mekanizmalarınca oluşturulan kararları planlama diline çağdaş standart ve kabuller doğrultusunda çevirip bu kararları haritalar üzerine yansıtmaktadırlar. Bu sırada kentte oluşturulan çeşitli alanlara da alan kullanımı adı altında birer işlev atfedilmektedir. Bazı arsalar konut, diğerleri ticaret, sanayi gibi iş alanları, bazıları da okul, sağlık tesisi gibi sosyal amaçlı alanlar olarak ayrılırlar. Dolayısıyla bir alanda ne olup ne olmayacağının o alanın alan kullanımında yattığını söylemek yanlış olmaz.

 

Ancak, yaşadığımız kentlerdeki farklı mekânlarda nelerin olacağının sadece alan kullanımı kavramı ile belirlendiğini kabul etmek hayatın ve dolayısıyla kentlerimizin doğasının çok da iyi kavranamadığına işaret eder. Çünkü alan kullanımının yanı sıra talan kullanımı, yalan kullanımı ve kalan kullanımından da bahsetmek mümkündür. Örneğin, yaşadığımız kentin imar planında bir alan park alanı olarak ayrılır. Bu alan sıradan insan için çoğunlukla köşe başındaki boş arsa ya da cadde kenarındaki çöp atılan alandır. Fakat planları hazırlayanlar dışındaki diğer bazı insanların bu alan için farklı planları vardır. Cebinde bir miktar parası olan yeni yetme bu alanda bir benzin istasyonu açıp kısa yoldan zengin olmanın düşlerini kurarken, mahallenin cami yaptırma derneğinin başındaki emekli hacı altında dükkânlar olan bir cami yaptırıp dükkânlardan birinde hac ve cenaze malzemeleri satarak oyalanmayı düşünmektedir. Çoğunlukla bu düşlerin sahipleri gerekli ve yeterli nüfuzu elde ettiklerinde amaçlarına ulaşırlar. Alan kullanımı artık bir talan kullanımına dönüşmüştür. Bir müddet mevcut planlama kararları yok sayılır. Şizofrenik bir durum oluşur. Hukuki bir belge olan imar planında o köşe başında park olduğu varsayılırken gerçekte orada bir benzin istasyonunun renkli tabelası yükselmektedir. Nüfuzunu kullanan bu durumu da kendi lehine düzeltmek için harekete geçer. Araya adamlar konur. Konu ile ilgili en büyük başa rica minnet edilir. Sonuçta da o imar planında değişiklik yapılır ve talan kullanımı da yalan kullanımına dönüştürülmüş olur. Ve ne yazık ki kentlerimizdeki temel mekânsal süreçler kentlerimizi depreme karşı hazırlamaya, kentlerimizin yönetimini daha katılımcı şeffaf ve hesap verebilir hale getirmeye ve daha yaşanabilir mekânlar üretmeye değil bu alan-talan-yalan-kalan kullanımı sürecini sürdürmeye yönelik olarak işletilmektedir.

 

Artık zahiri ya da hayali de olsa ortada bir park ya da köşe başındaki boş arsa yoktur. Kalan kullanım çocuklarımızın koşma oynama ihtimali ve sevinci, yaşlı bir çiftin kemik sızılarını güneşe ovdurma ihtiyacı ve birkaç serçenin kuru bir dal üzerinde dinlenme hakkı üzerine kurulmuş bir aymazlık abidesidir. Parklar ve meydanlar yerine aymazlık abidelerinin sergilendiği kentlerde zaman bile dinlenmeye yer bulamaz. Ancak insanların zihinlerinden bir pilden boşalır gibi geçerken ve kentlinin ayaklarını dolaştırırken kokuşur, tarih sahneden çekilir. Tarihin sahneden çekildiği kentler, kendi tarihlerini yazsalar dahi kuma açılmış çukurlar gibi kendi içlerine çökerler. Bunun önlenmesi için de tek yol vardır: alan-talan-yalan-kalan kullanımlarla dolu ve kâğıt üzerine çizilmekle gerçekleşeceğine inanılan bir kent yerine, yaşandığı, sahip çıkıldığı ve çakılların düşlerine ortak olunduğu için var olan bir kent mekânı hayal etmek…

 

 

14 Ağustos 2012 Salı

KENTLERİMİZ HİZMET ÇÖLLERİ Mİ OLUYOR?



Yirminci yüzyılda kentler gıda, sağlık, eğitim, kültür ve diğer birçok alanda gündelik temel hizmetlere erişimin kolaylıkla sağlanabildiği mekânlar olarak kabul edildiler. Sanayi üretiminin merkezi olan kentlerin, ulaşım ve altyapı kanalları ile birbirlerine bağlanan komşuluk ünitelerinin bütünü olarak planlanması ve gelişmesi gerektiği en azından bir ideal olarak ortaya kondu. Hizmetlerin sunumunda mekânsal erişilebilirlik ile etkinliğin bir arada değerlendirilmesi esas alındı ve kentin her noktası farklı ulaşım modları ile ulaşılabilir olma ideali önemsendi. Her şeyden öte kentlerin kuruluşunda ticaretin tarihsel bir öneminin bulunması, kentlerin her noktasında farklı ölçeklerde ticari ünitelerin bulunmasının doğal bir gelişme olarak kabul edilmesine sebep oldu. Bunun sonucunda kentlerin en ücra köşelerinde bile gündelik ihtiyaçların karşılanabileceği; ekmek, gazete, meyve, sebze ve diğer temel gıda maddelerinin rahatlıkla bulunabileceğine inanıldı.

Ancak yirmi birinci yüzyılın kentleri, her noktasında hizmet sunulan yerleşmeler olma niteliğini kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya bulunuyor. Gelişmiş batı ülkelerinde ortaya çıkan “gıda çölleri” bunun bir işareti olarak kabul edilebilir. Hizmet sektöründe bulunan geleneksel ticari ünitelerin yerlerini süpermarketlere bırakmasının doğal bir sonucu olarak piyasa mekanizması içerisinde karlı görülmeyen yoksul mahallelerde süpermarket zincirlerinin mağazalarını kapatmaları ya da hiç mağaza açmamaları sonucunda yürüme mesafesinde ya da toplutaşım güzergâhları üzerinde temel gıda maddelerinin satın alınabileceği ünitelerin bulunmaması gıda çölleri olarak adlandırılan bölgelerin ortaya çıkmasına sebep oldu. Geride kalan benzin istasyonlarında; sadece gazete, sigara ve alkol satan dükkânlarda ve fast-food restoranlarında ise yüksek kalori, şeker ve tuz düzeyine sahip sağlıksız yiyeceklerden başka meyve ve sebze gibi sağlıklı gıda maddelerini bulmak mümkün değil. Özellikle Amerika Birleşik devletlerinde son yıllarda kentlerdeki gıda çölleri ile artan obezite vakalarını ilişkilendiren önemli araştırmalar yayınlandı. Artık birçok batılı ülkede sağlıklı gıdaların satın alınabileceği süpermarketlere ulaşabilmek için otomobil odaklı bir yaşam sürülmesi bir zorunluluk halini almış durumdadır (1).

Bu sürecin yirmi birinci yüzyılın başından itibaren giderek daha da hızlandığı, gıda çöllerinin birer “hizmet çölü”ne dönüştüğü ve gelişmekte olan ülkelerde de yaygınlaştığı görülmektedir. Kentsel hizmetlerin sunumunda internet ve çağrı merkezlerinin etkinleşmesi, çok uluslu şirketlerin ulusal zincirlerdeki payının artması, hizmet sektörünün ağırlıklı olarak alışveriş merkezlerinde yer seçmeye başlaması, reklam ve pazarlama stratejilerine harcanan kaynakların yerel hizmet birimleri açmak yerine kullanılması, artan otomobil sahipliği ve perakende sektöründe kredi kullanım oranlarının artması gibi sebepler bu süreçte etkili olmaktadır. Çevrimiçi hizmetlerin gerçek hizmetlerin yerini aldığı, geleneksel ticari ünitelerin yerlerini alışveriş merkezlerine bıraktığı kentlerde gündelik olarak ihtiyaç duyulan mal ve hizmetlerin ya toptan olarak satın alınması, ya da kilometrelerce yolculuk edilmesi bir zorunluluk haline gelmektedir. Ekmek almak için bile otomobile binerek kilometrelerce yol tepmek zorunda kalan, ihtiyaç anında ilaç alacak eczane bulamayan, süpermarketler dışında taze sebze ve meyveye erişme şansı olmayan, çocuğuna defter alacak bir küçük kırtasiye bile bulamayan milyonlarca insan kentlerde yaşam savaşı vermektedir. Bu sorun gelir düzeyinden de bağımsızdır. Kentlerde özellikle banliyölerde yaşayan insanlar maddi güçleri olsa dahi yaşamsal hizmetlere erişim zorlukları yaşamaktadır.

Kentlerde hizmet çöllerinin sayısının artması birçok çevresel, sosyal ve iktisadi sorunu beraberinde getirmektedir. Artan otomobil kullanımı ve yerel hizmet odaklarının sayılarının azalması tarım ve hizmet sektörünün çevresel açıdan sürdürülebilir olmayan bir mal ve hizmet üretim ağına dönüşmesine sebep olmaktadır. Öte yandan kent içerisinde komşuluk birimlerinin, mahalli hizmet kültürünün ve mahalle yaşam tarzının ortadan kalkması kentlerin sosyal olarak parçalanmakta, kutuplaşmakta ve nihai olarak bir arada yaşama mekânı olma niteliğini kaybetmektedir. İktisadi açıdansa hizmet çölleri yerel ekonomik yapıları daha zayıf ve kırılgan hale getirmektedir. Çoğu zaman çok uluslu şirket zincirleri karlı lokasyonlarda yerseçmeleri yerel girişimleri zayıflatmakta, yerel ve çoğunlukla ekolojik yapıyla uyumlu ürünlerin pazardan çekilmesiyle sonuçlanmaktadır. Son yıllarda mahalle pazarlarının ve perakende satış yapılabilen semt hallerinin yaşam savaşı vermeye başlamaları bu süreçle ilişkilendirilebilir.


Kentlerin yaşam kalitesinin arttırılması, sürdürülebilir bir kentsel gelişimin sağlanması ve hizmet çöllerinin ortadan kaldırılması için alınması gereken önlemler kentbilimciler ve kent planlama uzmanları tarafından şöyle tarfi edilmektedir:

  • Üst ölçekli planlarda ve ulaşım planlarında yaşamsal hizmetlere yürüme mesafesinde ya da tek toplu taşım vasıtasıyla ulaşılmasını sağlayacak düzenlemelerin yapılması,
  • Kentlerimiz için bir kent merkezleri planlamasının yapılması, her mahalle ve kent bölgesi için yaşamsal hizmet noktalarının oluşturulması,
  • Alışveriş merkezlerinin esnafla ve yerel üreticilerle birlikte, hizmet çöllerinin oluşumunu engelleyecek biçim var olabilmeleri için gerekli tedbirlerin alınması,
  • Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik ve ulaşım politikalarındaki değişikliklerin kentler üzerindeki etkilerinin incelenmesi için etki değerlendirmesi çalışmalarının yapılması, gerekmektedir.  


Aksi takdirde kentlerimiz yaşam kalitesinin odağı değil, çevreden kopuk ve yerel yaşam biçiminden uzaklaşan hizmet çöllerine dönüşecektir. Bunun önlenmesi için bir an önce konuyla ilgili bilimsel araştırma çalışmalarının sayısı arttırılmalı, bu araştırmalara göre başta yerel yönetimler olmak üzere tüm kamu kurumları ve araştırma kuruluşları gerekli önlemleri almalıdır.

1. Wringley, N. (2002), “Food Deserts' in British Cities: Policy Context and Research Priorities” Urban Studies, (39):11, 2029-2040.

6 Ağustos 2012 Pazartesi

KENT KONSEYİ Mİ KENDİNE KONSEY Mİ?

Kent konseyleri, son yıllarda adlarını daha sık duymaya başladığımız, katılımcı olması beklenen yeni kent yönetimi unsurları. Uygulamayı başlatan İçişleri Bakanlığı ve bağlantılı kuruluşlar kent konseylerini “Yerel Gündem 21 uygulamalarına ve katılımcı kent yönetimine Türkiye’nin özgün katkısı” olarak adlandırıyorlar. Bu amaçla bir yönetmelik çıkartıldı ve Türkiye’nin dört bir yanında sayıları yüzleri bulan kent konseyleri kuruldu. Bazı kent konseyleri, kadın, gençlik, engelli ve çocuk meclisleri aracılığıyla yaptıkları faaliyetlerle kent yönetiminde yeni mecralar açtılar. Özellikle Bursa, Antalya ve Çanakkale gibi kentlerde kent konseyleri yürüttükleri çalışmalarla dikkat çekiyorlar. Akademik çalışmalarda ve İçişleri Bakanlığının kayıtlarında iyi uygulama örneği olarak gösteriliyorlar. Yapılanlardan örnekler vermek gerekirse Bursa’da Bursa Kentinin çevre düzeni planı önce kent konseyinde tartışılıp bir ilkeler demeti belirlendikten sonra Büyükşehir Belediyesi Meclisine gönderilmiş. Çanakkale’de Kentin merkezindeki İskele Meydanının tasarımı öncelikle Kent Konseyinde tartışılıp temel ilkeler belirlenmeye çalışılıyor. Örnekleri çoğaltmak mümkün.  

Ancak, kent kimliğine, kentlilik bilincine ve katılımcı kent yönetimine katkıda bulunma potansiyeli bulunan kent konseylerinin Anadolu’nun birçok kentinde bu işlevleri yerine getiremediği de görülüyor. İyi örneklerin aksine bazı kentlerde kent konseylerinin varlığı ile yokluğu arasında neredeyse hiçbir fark olmadığı görülüyor. Bu kentlerden bir tanesi de ilginçtir, Başkent Ankara. Ankara’da kent konseylerinin incelenmesi aksaklığın nerede olduğu konusunda önemli ipuçları sağlayabilir.

Ankara, kent yönetimine katılım ve kent konseyleri süreçleri açısından ilginç bir örnek oluşturuyor. Yerel Gündem 21 ve benzeri çerçevelerin kabul edildiği Ulusal Meclisin bulunduğu Başkent olmasına, bu ilkelerin üzerinde derinlemesine çalışmaların gerçekleştirildiği çeşitli sivil toplum kuruluşlarının bulunmasına, eğitim düzeyinin yüksekliğine ve daha birçok diğer unsura rağmen Ankara Kentinde kent konseylerinin geri planda kaldığı görülüyor.  

Ankara’da halen var olan 46 belediyenin 19’unda kent konseyi bulunuyor. Bu 19 belediyenin 13’ü anakent ilçe belediyesi, 6’sı ise büyükşehir belediyesi sınırları dışında kalan belediyelerden. Yine bu kent konseylerinin 13’ünün 2009 yılı yerel seçimlerinin ardından, 6’sının ise 2009 yılı öncesinde kurulmuş olduğu görülüyor. 2009 yılı yerel seçimlerinde birçok belediye başkanının seçim programlarında kent konseylerine yer vermiş olmaları, kent konseylerinin sayılarının seçim sonrasında hızla artmasına sebep olmuş. Ancak, bu artışa rağmen Ankara Kentinde Kent Konseylerinin varlığı konusunda bir farklılaşma oluşmamış durumda.  

Belediye Başkanları ve Belediye Meclisleri Kent Konseylerini Kaptırmak İstemiyor 

Bu sorunun temel kaynaklarından birisi kent konseylerinin yönetimlerine ilişkin. Ankara’da bulunan 19 kent konseyinden 5’inin başkanı doğrudan belediye başkanının kendisi, 4’ünün başkanı belediye başkan vekili, 3’ünün başkanı belediye meclis üyesi, 2’sinin başkanı belediye başkan yardımcısı, 3’ünde kent konseyinin başkanı yok, sadece 2 tanesinde kent konseyi başkanının sivil toplum örgütü temsilcisi. Yine bu kent konseylerinin yürütme kurullarına bakıldığında da ilginç sonuçlarla karşılaşılıyor. 19 kent konseyinden 14’ünde mevcut belediye yönetimlerinde siyasetçi ya da bürokrat olarak görev yapan kişilerin yürütme kurullarında çoğunluğu oluşturduğu görülüyor. Bunun için belediye bürokratlarına hülle sivil toplum örgütleri kurdurulması, belediye yönetimine yakın eski belediye meclis üyelerinin yürütme kuruluna üye kaydedilmesi gibi çeşitli yöntemler izleniyor. Açıkçası, belediyenin etkisi dışında bir kent konseyi arzu edilmiyor.  

Belediyenin Uzantısı Olan Kent Konseylerinin Etkinlikleri de Yok Denecek Kadar Az 

Bu yapının kent konseylerinin etkisizleşmesine sebep oldukları görülüyor. Ankara’da bulunan 19 kent konseyinin etkinlikleri, başarılı kabul edilen Bursa, Antalya ve Çanakkale örnekleri ile belediyeden bağımsız etkinlik düzeyi, çalışma guruplarının etkinliği, mahalle düzeyinde örgütlenme, katılımcı yöntemleri kullanma kapasitesi açılarından karşılaştırıldığında, Ankara’nın Bursa, Antalya ve Çanakkale’nin çok gerisinde kaldığı görülüyor. Ankara kent konseyleri kendi aralarında değerlendirildiğinde ise etkinlik düzeyinde Etimesgut belediyesi, mahalle ve semt düzeyinde örgütlenmede ise Çankaya Belediyesi öne çıkıyor. Ankara’daki Kent Konseylerinin etkinliklerinin çoğunlukla doğrudan belediye ile ilişkili olduğu, ya da ziyaret ve toplantılardan ibaret olduğu tespit etmek mümkün. Kent konseylerinin kuruluş amacının gerektirdiği kent yönetimine katılım süreçlerinin ve ilgili faaliyetlerin oluşmadığı görülmekte.  

Görüldüğü üzere Ankara’daki kent konseyleri kuruluş amaçlarına uygun bir şekilde oluşturulmamış olduklarından kentlilik bilincine, kent kimliğine ve kent yönetimine beklenen katkıda bulunamamakta. Yapılan çok alt düzey etkinliklerde katılım sözcüğü ifade edilse de gerçekte katılımcılık göstermelik ve sözde bir eylem olarak kalmakta. Ankara’daki kent konseyleri çoğunlukla belediyelerin bir uzantısı haline gelmiş, konsey başkanları ve yürütme kurulu üyeleri belediye yönetiminden devşirme biçimde oluşturulmuş. Bu durumun en çarpıcı örneklerinden birisi Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından oluşturulan Ankara Kent Konseyinde gözlenebilir. Daha önce Ankara Büyükşehir Belediyesi İmar, Bayındırlık ve İsimlendirme Komisyonu Başkanıyken oturduğu caddeye kendi adını veren, bu sebeple kendi komşularıyla bile davalık olan, Komisyon Başkanı olarak imar uygulamalarında katılımcılık karşıtı uygulamalarla tartışma konusu olan Seyfi Saltoğlu adlı eski büyükşehir belediyesi meclis üyesi, halen bu kent konseyinin yürütme kurulu üyesi. Ankara Kamuoyunda katılımcılık açısından bu derece tartışmalara konu olmuş bir ismin, kent yönetiminde katılımcılığın arttırılması için oluşturulan bir yapının karar ve yürütme organında bulunması çarpıcı. Yine aynı kent konseyinin Başkanı geçtiğimiz aylarda ODTÜ Rektörüne giderek, ODTÜ’den yol geçirilmesi konusunda Rektörü ikna etmeye çalıştı. Burada bir yanlışlık yok mu? Bir kent konseyinin öncelikle kentinin en önemli değeri olan bir kampusun içinden yol geçirmenin doğru bir hareket olup olmadığını o kentin kamuoyu ile katılımcı bir biçimde tartışması gerekmez mi?

Peki, Ne Yapılmalı?

  • Öncelikle tüm belediyeler ortak bir karar alarak kent konseylerindeki ağırlıklarını azaltmalı, etik olarak belediye başkanları ve vekilleri kent konseyi başkanlıklarını bırakmalı.
  • Kent konseylerinde yer alan yürütücülerin kent yönetimine katılım açısından tartışmalı eylemlerde bulunan kişilerden seçilmesinin önüne geçilmesi için bir güvenoyu mekanizması işletilmeli.
  • Kent konseyi bulunan belediyelerin kent konseyleri bulundukları kentte ortak bir kurul oluşturarak kendi aralarında deneyimleri paylaşmalı, Türkiye’deki ve dünyadaki iyi uygulama örneklerini inceleyerek yenilikçi uygulamalar başlatmalı.
  • Mevcut kent konseylerinin üye sayılarının arttırılması amacıyla kent çapında bir “paydaş analizi” çalışması yürütülmeli, özellikle sivil toplum örgütleri etki ve etkinlik düzeyleri temelinde belirlenerek kent konseylerinde etkinlikleri arttırılmalı.
  • Kent konseylerinin kentte alınan özellikle mekânsal karar süreçlerindeki ağırlıkları arttırılmalı, kent planları öncelikle kent konseylerinde tartışılmalı.
  • Kent konseylerinin katılımcılık kapasitelerinin arttırılması için üniversitelerle işbirliğine gidilmeli, eğitim ve formasyon çalışmaları yapılmalı.
  • Kadın, gençlik ve engelli meclislerinin sayısı ve etkinliği arttırılmalı.
  • Kent konseylerinin mahalle ve semt düzeyinde, hatta apartman yöneticisi ve site yönetiminden başlayarak aşağıdan yukarıya örgütlülüğünün geliştirilmesi için çaba harcanmalı.
  • Vatandaş karnesi, mahalle bilgi panoları, katılımcı bütçeleme, mahalle meclisleri gibi yenilikçi ve katılımcı uygulamalar kent konseyleri tarafından yaşama geçirilmeli.  
Kent konseyleri katılımcı kentsel yönetim için vazgeçilmez örgütler haline gelebilirler. Ancak, bunun için gerekli düzenlemeler yapılmazsa ne yazık ki bu önemli araç bir kambura, hatta katılımcı kent yönetimi önündeki bir engele dönüşebilir. Kentin değil birilerinin “kendine” konsey olarak kurdukları bu yapıları izlemek,  katılmak ve dönüşümlerini sağlamak gerekli…