'Biz gece ona ve ailesine baskın verelim, sonra da onun dostuna,
ailesinin yok edilişinde bulunmadık, şüphesiz biz doğru söylüyoruz, diyelim'
diye aralarında Allah'a yemin ettiler (Neml Suresi 49. Ayet).
Bundan yaklaşık altmış yıl önce
Birleşmiş Milletler temsilcisi olarak Türkiye’ye gelen Charles Abrams adlı bir
şehircilik uzmanı, İstanbul ve Ankara gibi şehirleri ve gecekonduları
inceledikten sonra bir rapor yazar. “Ortadoğu’da şehirciliğin yönlendirilmesi
için Türkiye’de bir üniversitenin kurulması” önerisinde bulunur. Bu öneri kısa
bir süre sonra temelleri atılacak olan Orta Doğu Teknik Üniversitesine
dönüşecektir. Önceleri Türkiye Büyük Millet Meclisi arazisinde atılan tohumlar
zamanla bir ormana dönüşecek, bu ormana ruhunu Türkiye’nin adını uluslararası
indekslerde en üstlere kazıyan ODTÜ verecektir. Geceleri o ruh ormanda gezer,
sabahları ötüşen kuşlarla canlanır, bütün yurd,a hatta dünyaya dağılır.
Bu ruhun en önemli parçası
mimarlık fakültesinde cisimleşmiştir. Rahmetli Behruz Çinicinin dehasının ürünü
olan fakülte binasında, Türkiye’nin şehircilik ve kent planlama tarihinin dünya
çapında anlamlı sözlerinin çoğu yankılanmaktadır. Bu sözlerin dayandığı en
temel ilke, şehirciliğin ve kent planlamasının bir hukuk devletinde, kentlerin
yaşanabilir kılınmasında çok önemli bir mekânsal müdahale aracı olduğudur. Bu
ilke temelde iki varsayıma dayanır, iyi niyet ve devletin temel niteliğinin
hukuk devletine dayanması. Ancak, Üniversite yönetiminin tüm çabasına karşın
yürütülen planlama süreci ve yapılan gece yarısı baskını artık bu varsayımların
üretildiği üniversitenin ve onu oluşturan ideallerin bile açık bir tehlikede
olduğunu gösterdi.
Tehlikenin birinci kaynağını şark
kurnazlığına dayanan bir siyasi manevralar alanının merkezine ODTÜ’yü koyma
çabası oluşturuyor. Bu manevralar 6-7 yıl kadar önce ODTÜ’lü öğretim üyelerinin
Ankara Büyükşehir Belediyesine karşı açılan davalarda yaptıkları
bilirkişilikler bahane edilerek Belediye Başkanı Melih Gökçek tarafından
başlatıldı. Başkanın iddiasına göre ODTÜ’deki binaların çoğu imarsız ve
kaçaktı. Başkan açıkça ve defalarca kamuoyuna “bilirkişilerin raporlarını
beğenmedikleri için böyle bir iddiada bulunduğunu” ifade etti. Bu tartışmalar
2009 yerel seçimlerinden hemen önce aylarca gündemi meşgul etti. Dönemin
Rektörü ile Melih Gökçek defalarca ekranlar önünde konuyu tartıştılar. Sonuçta
bu iddialar yine ODTÜ tarafından belediyenin aldığı “imarsızlık ve
ruhsatsızlık” kararlarına karşı açılan otuz beş ayrı davada alınan iptal
kararları ile çürütüldü. Aslında söz konusu olan siyasi bir pösteki saydırma
süreciydi. O dönemde İngiliz bir arkadaşımın “bir belediye başkanı çıkıp Oxford
Üniversitesinin imar planı yok, zaten katedrali de kaçak, şeklinde bir açıklama
yapsa bırak belediye başkanlığını ülkeden kovarlar” şeklinde konuyu
değerlendirdiğini hatırlıyorum.
Peki, bu anlayış farkı nereden
ortaya çıkıyordu? Fark esasında bir ülkenin şehirciliğinde hukuk devleti
kavramının anlamı ve uygulanması ile yakından ilişkiliydi. İdare hukukçuları
hukuk devletini, temel insan hak ve özgürlüklerine ilişkin ilke ve esasların
ruhunu taşıyan yasal düzenlemelerin eşit ve tarafsızca yazılmasını uygulanmasını,
zaman ve mekân değişse de ruh değişmeden yasaların fetişleştirilmeksizin uyarlanmasını
kastediyorlar. Buna göre, bir hukuk devletinde şehircilik, en başta insanlık
tarihinin ortak mirası denebilecek eserlere, onları meydana getiren ilkelere
saygı anlamına gelmektedir. Birisinin çıkıp Süleymaniye Camii’nin imarsız
olduğunu iddia etmesi ne kadar abesse, ODTÜ’nün imarsızlığını savunmak da o
kadar anlamsızdır. Ama amaç zaten anlam arama çabası değildi ki. Amaç, olası
birçok getirisi olabilecek siyasi bir manevra alanı açmaktı.
İmarsızlık salvosunu birkaç yıl
sonra Eymir Gölü ile ilgili yeni iddialar takip etti. Bu kez, Eymir Gölünün
Ankara’lılara kapalı tutulduğu, yalnızca ODTÜ’lüler tarafından kullanıldığı ve
zaten bakımsız olduğu şeklinde manevralar dile getirildi. Melih Gökçek’in bu
yöndeki açıklamaları günlerce kamuoyunu meşgul etti. Tartışmalarda, Eymir Gölü
arazisine bakan, kentsel dönüşüm alanı ilan edilerek Güneypark adı altında
yapılaşmaya açılan, Ankara’nın en değerli arazilerinden Mühye 907 parseldeki
konutların uluslar arası emlak piyasalarında satışa sunulması gibi birçok konu
gündeme getirildi. Sonuçta ODTÜ Rektörlüğü Eymir Gölüne isteyen herkesin
girebildiğini, sadece araç girişinde denetim amaçlı bir kısıtlamaya gidildiğini
tekrarladı. Tartışmalar söner gibi oldu ancak, bu siyasi manevra da hedefini bulmuştu.
Ufukta yerel seçimler görünmekteydi. Melih Gökçek ısrarla “ODTÜ’nün imar
planının yapılması gerektiğini” söylüyordu. Yasal zorunluluklar zaten yerine
getiriliyor olmakla birlikte plan yapımına bu vurgu ilginçti. Bu vurgu bir
yandan şehircilikte hukuk devletinin yerini kanun devletinin almaya
başladığının da örneklerinden birisiydi. Tüm ülkedeki on binlerce örnek gibi.
Yine burada idare hukukçularına
kulak verelim. Hukukçulara göre kanun devleti, belli bir iktidar yapısının
amaçlarına ulaşmak için kanunları metinler düzeyinde fetişleştirerek
kullanması, kanunların satır aralarında yer alan hükümlerle devleti yönetmesi
anlamına geliyor. Kanun devletlerinde ayrıntısıyla tartışılmış ve toplumsal
uzlaşıya dayanan temel kanunlarla devletin yönetilmesi değil, giderek
parçalanan, kısmileşen ve çok dar bir gurubun kaleme aldığı kanunlarla istenen
amaçlara ulaşılması söz konusu.
İmar planlarının aynı zamanda
birer hukuki belge oldukları, kanun ile tüzük arasında bir yerde durduklarını
imar hukuku derslerimizden hatırlarsak, ODTÜ’nün imar planının yapılmasına
ilişkin “tavsiyelerin” de aslında bir kanun devleti önerisi olduğunu
görebiliriz. Bu durum en çarpıcı bir şekilde plan yapımı sürecinde gündeme
gelen “düzenleme ortaklık payı” ya da kısa adıyla DOP tartışmasında ortaya
çıktı. İmar planı yapılması gerekliliğini ifade eden Melih Gökçek planın nasıl
yapılması gerektiği sorusunu yanıtlarken yasal zorunluluk olan “koruma amaçlı
imar planı”nın yanı sıra ODTÜ arazisinden DOP kesilmesi gerekliliğini ifade
ediyordu. İmar planı yapılan özel mülkiyetteki arazilerden, yol, okul, otopark,
sağlık tesisi gibi kamusal kullanımlar için %40 kadar kesinti yapılması
anlamına gelen DOP’un, ODTÜ gibi tamamı kamusal alan olan bir üniversitede
gündeme getirilmesinin sebebini anlamak mümkün değildi. Ama, DOP konusundaki
kesintideki ısrar, yakın zamanda Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından
onaylanan Koruma Amaçlı İmar Planına onay aşamasında sokuşturulan DOP kesintisi
plan notu ile yeniden ortaya çıkınca aslında amacın daha farklı bir şey olduğu
kesinleşti. Neden ODTÜ’den DOP kesintisi yapılmaya çalışıldığına gelince,
Ankara’nın hayalet projelerinden Demir Kafes, Samanyolu ve Gökkuşağı gibi
tesislerin tamamının aslında DOP kesintisi ile oluşmuş alanlar olduğunu
hatırlamakta yarar var.
Sürecin son aşamasında, biri ODTÜ
arazisinin yanından, diğeri ise tünel şeklinde tam ortasında geçmesi öngörülen
iki taşıt yoluna ilişkin tartışmalar sırasında yapılan siyasi manevralarla
ortaya çıktı. ODTÜ Rektörlüğü ODTÜ arazisinin yanından geçen yola ilişkin
olarak, yolun imar planlarında çok eskinden beri var olduğu, yola daha önce de
izin verdikleri, ancak, planlamaya ilişkin yasal prosedürlerin tam olarak
işletilmesi şartıyla izin verdiğini açıklamış olmasına rağmen Kurban Bayramının
son gününde yapılan bir gece yarısı operasyonu ile ODTÜ arazisi yanından geçen
yol tüm ağaçlar kaldırılarak açıldı. Bu tür operasyonlar da Ankaralılara
yabancı değildi. Daha önce Kuğulu Alt geçitlerinin yapımı sırasında gece yarısı
sökülerek temeline beton dökülen ağaçlar, taşınacağı söylenerek önce kurutulan
sonra tamamen kesilen yetmiş yıllık çınarlar buna örnek olarak hatırlanabilir.
Yapılan son operasyonu bir polis
devleti şehirciliği olarak adlandırmak mümkün. Hukukçular polis devletini,
ulus-devletlerin ilk ortaya çıktığı dönemlerde görülen, yöneticilerin herhangi
bir kanuni düzenlemeye dahi gerek görmeksizin yanız vicdanlarına danışarak
karar aldıkları ve uyguladıkları bir devlet düzeni olarak tanımlıyorlar. Tüm
yasal prosedürler neredeyse tamamlanmak üzereyken, ODTÜ için yapılan koruma
amaçlı imar planı askıda iken bir gece yarısı operasyonu ile taşınacak ya da
kesilecek ağaç ayrımı yapmaksızın yolun geçtiği güzergâhı dümdüz etmek ancak bu
tür bir şehircilik anlayışı ile bağdaştırılabilir: polis devleti şehirciliği.
Rektörlüğün olay sırasında başvuracak merci dahi bulamaması da bunun bir
göstergesi.
Tabi ki olay bir tanımla ifade
edilerek tüketilebilecek gibi değil. Gezi Parkı olaylarının en başından
itibaren Gezi Parkı olaylarının katı bir muhalifi olarak sürece dahil olan
Melih Gökçek’in, yaklaşan ama hala adayların belirlenmesine hayli zaman bulunan
2014 yerel seçimleri öncesinde ODTÜ’yü devam eden bir Gezi Parkı
kutuplaşmasının tarafı haline getirmek için ciddi siyasi manevralar yaptığı
açık. Bu manevralar ODTÜ rektörü Ahmet Acar’ın tavrı ile belli ölçüde boşa
çıkmış gibi görünse de bu gece yarısı operasyonu ile sürdürülmeye çalışıldığı
da görülmekte.
ODTÜ’deki yollara ilişkin
tartışmalar birkaç aydır “yola olan ihtiyaç” gibi muğlak bir ifadeden yola
çıkan teknik tartışmalarla yönlendiriliyor. Ancak, belki de temel soru bir
kentin yönetiminde ve planlanmasında gündelik siyasetin dolambaşlarında
kaybolan bir siyasi manevralar dizisi açmanın ne anlama geldiğini ve sonuçlarını
tartışmak gerekir. Filmlerdeki kötü, kirli ama karizmatik anti-kahramanları
gizliden gizliye sevmeye alıştırılan kitleler, uzunca bir süredir ne yolu ne
hizmeti, esasen bu siyasi manevraları takdir etmeye bağımlı kılındılar
sonuçlarını düşünmeden. Teknik boyutları bir yana, şark kurnazlığı ve polis
devleti şehirciliğinin yarattığı kentlerden ardına bakmaksızın kaçmak için en
kutsal bellediği günleri fırsat bilen kitleler hem de. Kurban Bayramında ODTÜ
yolu ile ilgili birkaç kelamdan sonra bana “tanıdığın fakir var mı kurban payı
vereceğiz” diye soran bir akrabama yönelttim bu soruyu. “Kurban payı verilecek
fakirleri tanımadığın, mahalle, komşuluk ve insani diğer ilişkilerden
arındırılmış, sitelere ve kulelere tıkılmış insanların yatakhane kentlerinde o
yol oradan geçse ne geçmese ne. İnsanlık çoktan başka yollardan çekip gitmiş
bir kere”…
1 yorum:
Yöneticilerin bize "lütfettiği" kamu hizmetlerinin aslında bizim paralarımızla bizim işlerimizin yapılması süreci olduğunu anlamadıkça, kendimize gücünü tanrıdan aldığına inanan tanrıcıklar yaratmaya devam edeceğiz. Kalemine sağlık...
Yorum Gönder