Son yıllarda fazla kilolarımız
ekranların vazgeçilmezleri arasında girdi. On günde on kilo verdiren mucizevî
diyetler, bitkisel formüller, kerameti kendinden menkul uzmanların tavsiyeleri,
fazla kiloların bedenimizde yarattığı şekilsizlikleri düzelten yeni teknoloji
ürünü ev spor aletleri magazin programlarının hatta haber bültenlerinin olmazsa
olmazları arasında. Dahası, hala ne olduklarını tam olarak anlayamamış olsak da
beden-kitle endeksi, detoks, Atkins diyeti, karbonhidrat, protein, kolesterol,
glisemik indeks ve daha birçok teknik terim gündelik lisanımıza girdi. Sık sık aynada
kendimize bakıp sabah kalkar kalkmaz perhize başlamaya karar veriyoruz.
Perhize başladıktan bir hafta
sonra –biraz da kaçamakların etkisiyle– istenen sonuca ulaşılamayınca çevreden
çeşitli tavsiyeler yağmaya başlıyor: “sen en iyisi bir kan tahlili yaptır, tiroit
sorunu var sende!”, “çok hareketsizsin biraz spor yap!” ya da “bütün gün
kumanda elinde televizyon başında oturmaktan popon düzleşti, çık biraz yürüyüş
yap!”. Bunun üzerine dışarı çıkıp şöyle bir yürüyüş yapmaya karar veriyoruz.
Ama o da ne? Kaldırım yarım metreye inmiş! İşyerinin yakınında bir spor salonu
bulmaya karar veriyoruz. Ama öğreniyoruz ki en yakın spor salonuna gidebilmek
için yine arabaya atlayıp bir sürü yol tepmek lazım. O iş de öğle arasında
olmaz. Bu düşünceler içinde perhiz gevşiyor gevşiyor... Ta ki bir dahaki haber
bültenine kadar.
Peki, acaba kendi obezitemizin
tek sorumlusu biz miyiz? İçinde yaşadığımız kentin yapısının, yaşam biçiminin
ve ritminin hiç mi etkisi yok? Aslında bu sorunun ilginç bir cevabı var. İçinde
yaşadığımız kent şişmanlayıp obezleştikçe bizim de obezleşme olasılığımız
artıyor!
Bu durumu anlamak için ortaçağ
kentlerine doğru uzanmak lazım. Ortaçağ kentlerinde şişmanlar ya da obezler o
kadar azınlıktaydı ki kadınlarda şişmanlık bir güzellik göstergesiydi. Rönesans
dönemi kadın resimlerine bir bakmak bunu ispatlamaya yeter. Bunun temel
sebeplerinden birisi refah düzeyinin modern toplumlardan düşük oluşu kadar
kentlerin yaya ölçeğinde ve yayalara göre şekillenmesiydi. İnsanların kent içi
yolculukları yayan ya da at sırtında gerçekleşirdi. Fiziksel aktivitenin de
bugünkünün kat be kat üstünde olduğunu eklemeye gerek yok.
Ancak, ne olduysa sanayi devrimi
sonrasında oldu. Kırdan kente milyonlarca insan akın etti. Kente yani gelenler
fabrikalarda işçi oldu, kentler sadece yayan yürünemeyecek kadar büyümeye
başladı. Demiryolu ve otomobil ortaya çıktı. Fabrikalardaki işçiler sefalet
koşullarında yaşarken, kentin çeperindeki zenginler arasında şişmanlık
yaygınlaşmaya başladı. Ama şişmanlaşmak onları işçilerin sefalet koşullarından
kaynaklanan salgın hastalıklardan koruyamıyordu. Tifo, kolera, tifüs kol
geziyordu. O günlerin bilim adamları hastalıkların temel kaynağının kitlelerin
düzensiz bir kentte yığınlar halinde ve altyapıdan yoksun yaşamalarından
kaynaklandığını tespit ettiler ve bunun sonucunda çağdaş şehircilik doğdu.
1950’lere gelindiğinde kentler büyüse de içindeki insanların açlıktan ölmeden
ya da şişmanlıktan hareketsiz kalmadan insanca yaşayabilecekleri kentlerin
nasıl planlanması gerektiğine ilişkin temel kurallar tespit edilmişti ve
uygulanmaya çalışılıyordu. Örneğin mahalle ölçeğinde yürüme mesafesinde
olmalıydı okullar, sağlık ve spor tesisleri.
Bu planlama yaklaşımları
gelişmekte olan tüm ülkeler tarafından da ithal edildiler. Ancak bir sorun
vardı. Yapılan planlar uygulanamıyordu. Rant hırsı, kattan kot, kottan yat,
yattan tekrar kat elde etme hırsı çağdaş planlama yaklaşımlarını yerle bir
ediyordu. Kent planları egemenlerin kentsel ranta el koymasının formalitesi ya
da basit birer aracı halini almıştı.
Maalesef Türkiye’de de böyle
oldu. Kentlerimiz cumhuriyet tarihi boyunca onlarca, yüzlerce kat büyüdüler.
Çağdaş planlama, yani bir nevi dengeli beslenme programları, gerektiği gibi
uygulanmadığından onlar büyüdükçe bizim de kilolarımızla başımız derde girdi.
Kentlerimizin şişmanlamasının ve
obezleşmesinin birçok sebebi var. Bunlardan birincisine “bol pantolon sendromu”
diyelim. Arazinin ucuz olduğu kente yakın köylerde birden banliyöler oluşmaya
başlar. Çünkü kent merkezindeki dönüşüm orta ve üst gelir gruplarını kentin
dışına doğru itmektedir. Aynı bol bir pantolon alıp sonra pantolon boşa
gitmesin diye kilo almaya çalışan bir adam gibi, önce orta ve üst gelir
gruplarının taşındıkları uzak bölgeye önce çok pahalı bir altyapı ve yol
yatırımı yapılır. Zamanla aradaki boşluk dolmaya başlar. Bu arada eğer
farkındalarsa kenti yönetenler bu gelişmeyi denetim altına almaya çalışırlar
ama çoğu zaman çok geç kalınmıştır. Ankara’da Çayyolu, İncek gibi yerlerde
olduğu gibi çağdaş planlama yapmanın ya imkânı kalmamıştır ya da yapılan planı
uygulamak çok pahalı hale gelmiştir. Yeni oluşan mahallelerde oturanların
işyerleri, gezdikleri tozdukları yerler, ihtiyaçlarını karşıladıkları yerler ve
tanıdıklarının bir kısmı şehrin öteki taraflarında kaldığı için günlerinin
önemli bir kısmını otomobillerinde direksiyon başında geçirmeye başlarlar ve akşam
kendilerini haber bülteninde diyet haberi izlerken bulduklarında ertesi sabah
perhize başlamaya karar verirler.
Bu arada şehrin öteki ucunda
oturan düşük gelirliler de tamamen farklı bir sebepten şişmanlamaya başlarlar. Düşük
gelirlilerin oturdukları yerin güzelleştirilmesi, planlanması, toplu taşım
olanaklarının geliştirilmesi için gerekli kaynakları çoğu kentin obezleşen
kısımlarına harcandığından çoğunlukla evden dışarı çıkamazlar. Gelirleri düşük
olduğundan tek taraflı beslenerek – çoğunlukla evde yapılan ekmektir bu –
şişmanlamaya ve obezleşmeye başlarlar.
Obez kentin denetimsiz ve plansız
büyümesinde şekilsizlik ve dengesizlik de vardır. Kimi zaman haddinden fazla
protein alan insanlar gibi ihtiyacın çok üstünde işyeri, sanayi tesisi ve
alışveriş merkezi açılır. Fazla protein alan insanların gut hastalığına
yakalanarak eklem rahtsızlıklarına uğraması gibi fazla protein alan kentlerin
hareket olanakları kısıtlanır, ulaşım sistemleri yetersiz kalır, kavşaklar
tıkanır. Bazen de gereğinden fazla karbonhidratla beslenen insanlar gibi şeker hastalığına
yakalanma riski artan kentlerde. Kentlerin karbonhidratı konut alanlarıdır.
İhtiyaç hesaplanmadan ihtiyacın çok üstünde konutla beslenir kentler. Evi ve
parası olan şanslı bir azınlık yatırım olsun diye bir, iki, üç ev daha alırlar
ama evleri kiralamakta zorlanırlar. Boş mahalleler oluşur. Fazla karbonhidrat
bünyedeki yağ oranını arttırır ve kent gereksiz yere büyümeye devam eder. Fazla
konut, fazla kilolara dönüşür. Zaman içinde hayalet yatakhane mahalleler oluşur
kent olmayı bekleyen ama hiç olamayan. Şeker hastalığının zamanla dokuları
harap etmesi gibi fazla karbonhidrat yani fazla konutla beslenen bir kentin de
zamanla mahalleleri harap olma tehlikesi ile karşı karşıya kalır. O kentin
sakinleri de her sabah yeniden perhize karar vermeye devam ederler.
İşin ilginci, kentinizi mucizevî
bir diyetle on-yirmi yılda inceltmek, estetik bir görünüme kavuşturmak mümkün.
On yıl fazla görülmesin, bir insanın sağlıklı zayıflaması bile bir yıl sürüyor.
Nasıl mı? Sadece rant peşinde koşan siyaset trenini takip ederek değil bu işin
uzmanlarını dinleyerek çağdaş şehircilik yaklaşımlarını uygulayarak. Sağlıklı
zayıflamak için bir diyetisyen kontrolüne girmek gerekmiyor mu? Aynen öyle.
Ancak bu şekilde kendimizin ve kentimizin sürekli obezleştiği bu kısır döngüyü
kırabiliriz. Ama önce zayıflamaya yani çağdaş kent planlamasına ve şehirciliğe
inanmak ve başlama gerek!