Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

27 Mayıs 2012 Pazar

KENTİNİZİ ON GÜNDE İNCELTECEK MUCİZEVÎ DİYET


Son yıllarda fazla kilolarımız ekranların vazgeçilmezleri arasında girdi. On günde on kilo verdiren mucizevî diyetler, bitkisel formüller, kerameti kendinden menkul uzmanların tavsiyeleri, fazla kiloların bedenimizde yarattığı şekilsizlikleri düzelten yeni teknoloji ürünü ev spor aletleri magazin programlarının hatta haber bültenlerinin olmazsa olmazları arasında. Dahası, hala ne olduklarını tam olarak anlayamamış olsak da beden-kitle endeksi, detoks, Atkins diyeti, karbonhidrat, protein, kolesterol, glisemik indeks ve daha birçok teknik terim gündelik lisanımıza girdi. Sık sık aynada kendimize bakıp sabah kalkar kalkmaz perhize başlamaya karar veriyoruz.

Perhize başladıktan bir hafta sonra –biraz da kaçamakların etkisiyle– istenen sonuca ulaşılamayınca çevreden çeşitli tavsiyeler yağmaya başlıyor: “sen en iyisi bir kan tahlili yaptır, tiroit sorunu var sende!”, “çok hareketsizsin biraz spor yap!” ya da “bütün gün kumanda elinde televizyon başında oturmaktan popon düzleşti, çık biraz yürüyüş yap!”. Bunun üzerine dışarı çıkıp şöyle bir yürüyüş yapmaya karar veriyoruz. Ama o da ne? Kaldırım yarım metreye inmiş! İşyerinin yakınında bir spor salonu bulmaya karar veriyoruz. Ama öğreniyoruz ki en yakın spor salonuna gidebilmek için yine arabaya atlayıp bir sürü yol tepmek lazım. O iş de öğle arasında olmaz. Bu düşünceler içinde perhiz gevşiyor gevşiyor... Ta ki bir dahaki haber bültenine kadar.

Peki, acaba kendi obezitemizin tek sorumlusu biz miyiz? İçinde yaşadığımız kentin yapısının, yaşam biçiminin ve ritminin hiç mi etkisi yok? Aslında bu sorunun ilginç bir cevabı var. İçinde yaşadığımız kent şişmanlayıp obezleştikçe bizim de obezleşme olasılığımız artıyor!

Bu durumu anlamak için ortaçağ kentlerine doğru uzanmak lazım. Ortaçağ kentlerinde şişmanlar ya da obezler o kadar azınlıktaydı ki kadınlarda şişmanlık bir güzellik göstergesiydi. Rönesans dönemi kadın resimlerine bir bakmak bunu ispatlamaya yeter. Bunun temel sebeplerinden birisi refah düzeyinin modern toplumlardan düşük oluşu kadar kentlerin yaya ölçeğinde ve yayalara göre şekillenmesiydi. İnsanların kent içi yolculukları yayan ya da at sırtında gerçekleşirdi. Fiziksel aktivitenin de bugünkünün kat be kat üstünde olduğunu eklemeye gerek yok.

Ancak, ne olduysa sanayi devrimi sonrasında oldu. Kırdan kente milyonlarca insan akın etti. Kente yani gelenler fabrikalarda işçi oldu, kentler sadece yayan yürünemeyecek kadar büyümeye başladı. Demiryolu ve otomobil ortaya çıktı. Fabrikalardaki işçiler sefalet koşullarında yaşarken, kentin çeperindeki zenginler arasında şişmanlık yaygınlaşmaya başladı. Ama şişmanlaşmak onları işçilerin sefalet koşullarından kaynaklanan salgın hastalıklardan koruyamıyordu. Tifo, kolera, tifüs kol geziyordu. O günlerin bilim adamları hastalıkların temel kaynağının kitlelerin düzensiz bir kentte yığınlar halinde ve altyapıdan yoksun yaşamalarından kaynaklandığını tespit ettiler ve bunun sonucunda çağdaş şehircilik doğdu. 1950’lere gelindiğinde kentler büyüse de içindeki insanların açlıktan ölmeden ya da şişmanlıktan hareketsiz kalmadan insanca yaşayabilecekleri kentlerin nasıl planlanması gerektiğine ilişkin temel kurallar tespit edilmişti ve uygulanmaya çalışılıyordu. Örneğin mahalle ölçeğinde yürüme mesafesinde olmalıydı okullar, sağlık ve spor tesisleri.

Bu planlama yaklaşımları gelişmekte olan tüm ülkeler tarafından da ithal edildiler. Ancak bir sorun vardı. Yapılan planlar uygulanamıyordu. Rant hırsı, kattan kot, kottan yat, yattan tekrar kat elde etme hırsı çağdaş planlama yaklaşımlarını yerle bir ediyordu. Kent planları egemenlerin kentsel ranta el koymasının formalitesi ya da basit birer aracı halini almıştı.

Maalesef Türkiye’de de böyle oldu. Kentlerimiz cumhuriyet tarihi boyunca onlarca, yüzlerce kat büyüdüler. Çağdaş planlama, yani bir nevi dengeli beslenme programları, gerektiği gibi uygulanmadığından onlar büyüdükçe bizim de kilolarımızla başımız derde girdi.

Kentlerimizin şişmanlamasının ve obezleşmesinin birçok sebebi var. Bunlardan birincisine “bol pantolon sendromu” diyelim. Arazinin ucuz olduğu kente yakın köylerde birden banliyöler oluşmaya başlar. Çünkü kent merkezindeki dönüşüm orta ve üst gelir gruplarını kentin dışına doğru itmektedir. Aynı bol bir pantolon alıp sonra pantolon boşa gitmesin diye kilo almaya çalışan bir adam gibi, önce orta ve üst gelir gruplarının taşındıkları uzak bölgeye önce çok pahalı bir altyapı ve yol yatırımı yapılır. Zamanla aradaki boşluk dolmaya başlar. Bu arada eğer farkındalarsa kenti yönetenler bu gelişmeyi denetim altına almaya çalışırlar ama çoğu zaman çok geç kalınmıştır. Ankara’da Çayyolu, İncek gibi yerlerde olduğu gibi çağdaş planlama yapmanın ya imkânı kalmamıştır ya da yapılan planı uygulamak çok pahalı hale gelmiştir. Yeni oluşan mahallelerde oturanların işyerleri, gezdikleri tozdukları yerler, ihtiyaçlarını karşıladıkları yerler ve tanıdıklarının bir kısmı şehrin öteki taraflarında kaldığı için günlerinin önemli bir kısmını otomobillerinde direksiyon başında geçirmeye başlarlar ve akşam kendilerini haber bülteninde diyet haberi izlerken bulduklarında ertesi sabah perhize başlamaya karar verirler.

Bu arada şehrin öteki ucunda oturan düşük gelirliler de tamamen farklı bir sebepten şişmanlamaya başlarlar. Düşük gelirlilerin oturdukları yerin güzelleştirilmesi, planlanması, toplu taşım olanaklarının geliştirilmesi için gerekli kaynakları çoğu kentin obezleşen kısımlarına harcandığından çoğunlukla evden dışarı çıkamazlar. Gelirleri düşük olduğundan tek taraflı beslenerek – çoğunlukla evde yapılan ekmektir bu – şişmanlamaya ve obezleşmeye başlarlar.

Obez kentin denetimsiz ve plansız büyümesinde şekilsizlik ve dengesizlik de vardır. Kimi zaman haddinden fazla protein alan insanlar gibi ihtiyacın çok üstünde işyeri, sanayi tesisi ve alışveriş merkezi açılır. Fazla protein alan insanların gut hastalığına yakalanarak eklem rahtsızlıklarına uğraması gibi fazla protein alan kentlerin hareket olanakları kısıtlanır, ulaşım sistemleri yetersiz kalır, kavşaklar tıkanır. Bazen de gereğinden fazla karbonhidratla beslenen insanlar gibi şeker hastalığına yakalanma riski artan kentlerde. Kentlerin karbonhidratı konut alanlarıdır. İhtiyaç hesaplanmadan ihtiyacın çok üstünde konutla beslenir kentler. Evi ve parası olan şanslı bir azınlık yatırım olsun diye bir, iki, üç ev daha alırlar ama evleri kiralamakta zorlanırlar. Boş mahalleler oluşur. Fazla karbonhidrat bünyedeki yağ oranını arttırır ve kent gereksiz yere büyümeye devam eder. Fazla konut, fazla kilolara dönüşür. Zaman içinde hayalet yatakhane mahalleler oluşur kent olmayı bekleyen ama hiç olamayan. Şeker hastalığının zamanla dokuları harap etmesi gibi fazla karbonhidrat yani fazla konutla beslenen bir kentin de zamanla mahalleleri harap olma tehlikesi ile karşı karşıya kalır. O kentin sakinleri de her sabah yeniden perhize karar vermeye devam ederler.

İşin ilginci, kentinizi mucizevî bir diyetle on-yirmi yılda inceltmek, estetik bir görünüme kavuşturmak mümkün. On yıl fazla görülmesin, bir insanın sağlıklı zayıflaması bile bir yıl sürüyor. Nasıl mı? Sadece rant peşinde koşan siyaset trenini takip ederek değil bu işin uzmanlarını dinleyerek çağdaş şehircilik yaklaşımlarını uygulayarak. Sağlıklı zayıflamak için bir diyetisyen kontrolüne girmek gerekmiyor mu? Aynen öyle. Ancak bu şekilde kendimizin ve kentimizin sürekli obezleştiği bu kısır döngüyü kırabiliriz. Ama önce zayıflamaya yani çağdaş kent planlamasına ve şehirciliğe inanmak ve başlama gerek!