Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

9 Kasım 2010 Salı

Anneme Anlatmak

… küreselleşme… neo-liberalizm… imge… planlama paradigması… inşaat sektörü… toplu konut idaresi… soylulaştırma… kapitalizm… konut… kentsel dönüşüm… ulaşım yatırımları… kültürel miras… mekân… ve daha birçok kavramın hecelerinden süzülen konuşmam sona erdi. Arka sıralarda, çıkışa en yakın koltukları mesken tutan seyrek bir kalabalığın gönülsüz alkışları salonun akustik yoksunu tavanını kapladı. Ekosu sonuna kadar açılmış emektar ses sistemine bağlı uğuldayan mikrofondan yolladığım teşekkür tavandaki alkışlarla buluşamadan eridi gitti. Ayarsız seslerin meydan savaşı sürerken dinleyicilerin çoğu bir nefes nikotinin çağrısı ya da tatminsiz bir zihnin itişiyle dağılmaya başladı. Aralarından ürkek bir iki genç ölçüsü şaşmış merdivenleri birer ikişer atlayarak yanıma yaklaştı. Bir tanesi pervasızca “Şey… tez yazıyorum da… sunumunuzun bir kopyasını alabilir miyim” diye sordu. Birkaç kişi sanki konuyu anladıklarını onaylatmak ister gibi bir havayla tebrik sözleri gevelediler ağızlarında. Hedefine ulaşmayan bir taşın yarı yolda kaybolmasının yarattığı hisle toparlanmaya başladım. Düşük omuzlarla sahneden inerken fark ettim onu. Sanki herkes, tüm dünya sussun ve o konuşsun diye bekliyordu. Kararsızlığının kaynağı gibi görünen soluk yüzünün yarısını kaplayan sahnenin gölgesi miydi yoksa saçının perçemi miydi hatırlamıyorum. Etrafın yeterince ıssızlaştığına kanaat getirince konuştu: “Anlattıklarınızı ben anladım, sanırım salondakilerin bir kısmı da anladılar. Peki, ama ben anlattıklarınızı dün Başıbüyük Mahallesindeki gecekondusu başına yıkılan anneme nasıl anlatacağım? Ne faydası olacak?”…
Bu soruyla başlayan yürüyüşe eşlik eden yalın bir sohbet Yıldız Sarayı Karakol Binasından başladı, deniz kıyısına kadar devam etti. Amcaoğluna özenip başlayan mimarlık öğrenciliğini mahallesinde yaşanan kentsel dönüşüm sürecinde yaşadıklarıyla bitiştirdi. Babası çocukken ölmüş. Onun yaptığı gecekonduda oturuyorlarmış yıllardır. Yakınlarda kentsel dönüşüm bölgesi ilan edilmiş çocukluğundan beri yaşadığı bölge. Önceleri Belediye yetkilileri gelip bir sözleşme önermişler. Okulda öğrendiklerini düşünüp bir şeyler anlatmaya çalışmış annesine. Ortaya çıkacak çevrenin onu önce yutup sonra tüküreceğini söylemiş. Annesinin onu anlamadığını, ama komşuları cayınca sözleşmeyi imzalamaktan vazgeçtiğini düşünüyor. Aradan zaman geçmiş. Çevik kuvvet mahalleyi abluka altına alıp dozerler kapıya yığılınca annesi onu suçlamaya başlamış. “Kafamı bulandırmasaydın en azından başımı sokacak bir dairem olurdu belki” diyormuş. Suçlamalara dayanamamış, kaçıp bir arkadaşının evinde kalmaya başlamış. O gün bugündür düşünüyormuş “ben anneme neyi ve neden anlatamadım?” diye. Tüm arkadaşlarına ve üniversitedeki hocalarına sormuş. Cevap alamamış. Sıkılarak benim de bir cevabım olmadığını söyledim. Bir hayalet gibi uzaklaştı yanımdan. Zaten cevabım olsaydı konferans salonlarının bozuk akustiğine sığınmaz, gizli cemiyet mensupları gibi seyrekleşen bir kitleye birlikte oluşturduğumuz dilin anlaşılmaz sesleriyle haykırmazdım. Belki de herkesten önce kendi anneme anlatırdım…
Çocukluğum Kuzguncuk’un eski evleri arasında geçti. İki katlı, pek özelliği olmasa da sokağa bir diş gibi oturan betonarme bir binada büyüdüm. Okumak için Ankara’ya gidene kadar da orada yaşadım. Mimar sıfatını takınıp İstanbul’a geri döndüğümde Kuzguncuk bir oyun hatırası, bayramlarda ziyaret edilen anne kokusunun, çocukluk fotoğraflarının fonu ve güzel isimli bir semtti artık. Nişantaşı’nda oturuyordum ve Kuzguncuk’a gitmemek için en iyi bahanem boğaz trafiğiydi. Bir gün annem çok önemli bir konuyu konuşmak için beni çağırdı. Dersten çıkınca uzun ve gönülsüz bir yolculukla vardım yanına. Özlediğini, daha sık görmek istediğini dile getireceğini düşünürken bambaşka bir şeylerden bahsetti. Birileri gelmiş. İmar planlarının değiştiğini, eski evimizin yerine beş katlı yeni bir apartman yapılabileceğini söylemişler. Eğer razı olursa üç daire vereceklermiş. Karar vermeden önce bana danışmak istemiş. Ne diyeceğimi bilemedim önce. Sokak, doku, kent, diye bir şeyler dediğimi, “kentin dokusu bozulur” diye gevelediğimi hatırlıyorum. Kendim bile inanmadım söylediklerime. Çok kızdı bana annem. Yıllardır gün yüzü görmediğini, soba yaktığını, romatizmalarının rutubeti daha fazla kaldırmadığını söyledi. Nişantaşı’ndan, kaloriferli evlerden konuşmanın kolay olduğundan, Ankara’ya gittikten sonra ondan koptuğumdan dem vurdu. Bu yaşından sonra kendisi için değil benim için, torunları için bir şeyler bırakmak istediğini haykırdı. Sanki bir evi değil bir yaşamın yükünü üstüme boşalttı. Cevap veremedim. Sustum. Son ziyaretimize kadar da susmaya devam ettim.
Bir kurban bayramında son kez ziyaret ettik. Eşim ve beş yaşındaki oğlumla birlikte bir müddet is kokan salonda onunla birlikte oturduk. Havadan sudan konuştuk. Bir daha aynı mesele hiç açılmadı ama hala benden bir cevap beklediğinin farkındaydım. Konuşmanın arasında bir an oğlum babaannesinin eski fotoğraflarına bakmak istedi. Annem keyiflendi. Kara kaplı resimlikler çıktı ortaya. Yılların, anıların ve geçmiş günlerin donuk izlerini anlatmaya başladı torununa. “Bak bu baban… Bahçede dedenle çay içerken… Mücella Halan yeni evlendiğinde… babanın ilk vesikalık fotoğrafı okula kaydolurken çekilmişti… komşumuz Eleni’yle evin önünde ilk arabamızla…” Sanki torununa fotoğrafları değil de bütün bir yaşamı, kaybolup gitmesin diye müzeye konan heykeller misali taşıma gayretindeydi. Fotoğraflara bakarken oğlum beklenmedik bir soru sordu: “Babaannecim, bütün bu fotoğraflar bu evde mi çekildi?”, “Evet torunum”. Şaşırdı oğlum. Düşündü, kafasını salladı. Sonra tekrar sordu: “Peki bu kadar çok şey bu küçücük evin içine nasıl sığdı?” Annem sarsıldı. Gözbebekleri büyüdü. Titreyerek “ne olur, haydi gidin artık” dedi. Ayrılırken yanağıma kondurduğu öpücükten cevabını almış olmanın sıcaklığı yayılıyordu.
Bir hafta sonra gece yarısı telefon çaldı. Annem arıyordu. Mücella Halamın Sütlüce’deki evindeymiş. Gece yarısı vahiy iner gibi bir hal yaşamış. Halicin karşı kıyısını seyrediyormuş. Parlak ışıkları, yıkıntıları ve köhne binaları, yüksek ve şekilsiz apartmanları, çöplükleri, mezarlıkları izlerken garip bir şey olmuş. Gördüğü şeyler kanserli bir doku gibi iğrendirmiş onu. Hani neredeyse karşı kıyıdan sıçrayıp alıverecekmiş onu avuçlarına. Çok korkmuş. “Kentin dokusu bozuk derken bunu mu kastediyordun yoksa evladım?” dedi. “Evet” dedim. Başka da bir şey diyemedim. Ben anlatamasam da İstanbul anlatmıştı derdini anneme. Sağlıklı bir bünyenin cerahatli dokuyu atması gibi içinden, silmişti annemin gözündeki perdeyi. Bir hafta sonra evde son nefesini vermiş bulduğumuzda göz kapaklarından memnuniyet ve tatmin olmuşluk duygusu okunuyordu…
Şimdilerde tekrar Kuzguncuk’a taşındık. Eski Kuzguncuk ve sakinleri olmasa da anılarımla hayallerim bir arada kardeşçe geçinip gidiyorlar. Oğluma çocukluğumu anlatıyorum. Uzun uzun düşünüyorum annem olsaydı ona nasıl anlatırdım diye. Cevabı bulana kadar tüm konferans, seminer, sempozyum çağrılarına kulaklarımı tıkayacağım. Yazdıklarımın tümünü yeniden gözden geçiriyorum. İçinde annemin anlamayacağı ne varsa çıkarıyorum. Geriye çok az şey kalıyor. Öğrencilerimin ödevlerinin üst köşesine kırmızı kalemle hep aynı notu düşüyorum: “Annenin anlayacağı gibi yazmaya çalış!”…