Türk siyasi tarihi boyunca genel seçimlerle yerel
seçimler arasında hep bir fark olageldiği kabul edildi, seçim sonuçları da bu
yaygın kanıyı doğruladı. Bu durumun oluşmasında yerel siyasi dinamikler, Türk
mülki idare sisteminin yapısı, parlamenter sistemin seçim barajı gibi kısıtları
ve yerel yönetimlerin hizmet performansları ile ekonomik istikrar arasındaki
ilişki gibi unsurlar etkili oldu. Bu fark çoğunlukla merkezi hükümette iktidarı
elinde tutan siyasi partinin aleyhine gibi göründü. Özellikle Türkiye Büyük
Millet Meclisindeki sandalye sayıları üzerinden yapılan hesaplamalara
bakıldığında çoğunluğun desteğini alıyor görünen iktidarlar, yerel seçim
sandalyeleri üzerinden yapılan hesaplarda farklılıkların ve çeşitliliğin
fazlalaştığı bir siyasi desende yer aldılar. Ancak, Türkiye’nin son on yılda
geçirdiği siyasal ve sistemik dönüşüm bu önemli farkı ciddi anlamda etkileyecek
gibi görünüyor.
Türkiye’de genel seçimlerle yerel seçimler
arasındaki farkı etkileyecek en önemli faktörlerden birini nüfus yapısındaki
değişim oluşturuyor. Son on yılda kentleşme sürecinin geldiği aşama itibariyle
nüfusun ezici ağırlığının artık kentlerde yaşamaya başladığı görülüyor. Resmi
rakamlar nüfusun yüzde sekseninin artık kentlerde yaşadığını söylerken,
gayri-resmi değerlendirmeler kentleşme oranının “yarı-zamanlı kentli” yada “yarı
zamanlı kırda yaşayan” nüfus sebebiyle aslında yüzde doksanlara yaklaştığında
hemfikir. Çünkü kırda yaşayan görece yaşlı nüfusun büyük bir kısmı artık
yazları tarımsal üretim yapıp kışları da kentlerde yaşama eğilimindeler.
Sosyologlar bu demografik kırılmayı çoğu zaman “siyasetin kentselleşmesi”nin
temeli olarak adlandırsalar da, aslında tersini de söylemek artık mümkün
görünüyor. Artık “kentsel siyasetin genelleşmesi”ni de konuşmaya
başlayabiliriz. Aradaki farkı belirleyecek olan ise daha çok son on yılda
Türkiye’nin idari yapısında gerçekleşen değişiklikler ve siyasal süreçler
olacak.
Demografik kırılma yaşanırken nüfusun değişim
süreci ve diğer birçok farklı siyasal değişkenin etkisiyle Türkiye’nin mülki
idare sistemi köklü bir değişimden geçti. Farklı aşamalardan geçilerek nihai
olarak Türkiye iki kademeli bir yönetsel yapıya dönüştü. Bu iki kademeli yapının
merkezi hükümet kademesini başbakanlık oluştururken, yerel ayağını da artık il
bütününde yetki sahibi olan büyükşehir belediyeleri oluşturacak. Türkiye
nüfusunun neredeyse yüzde yetmiş beşinin yaşadığı ve nüfusun neredeyse yüzde
doksanının fiilen kentsel bir yaşam sürdüğü büyükşehirler dikkate alındığında
klasik anlamda kentsel ve kırsal siyasal dinamikler arasındaki dengelerin de
yeniden kurulduğunun hesaba katılması gerekiyor. Geçmişte genel seçimlerle
yerel seçimler arasındaki farkın ölçülebildiği en önemli gösterge olan il genel
meclislerinin büyükşehir belediyeleri sınırları içerisinde artık var olmayacağı
gerçeği önemli bir duruma işaret ediyor. Özellikle büyükşehir belediyesi
bulunan yerlerde, seçimler artık genel seçimlerin dinamiklerini ve desenini de
belli ölçüde yansıtmaya başlayacak. Büyükşehirlerde il genel meclislerinin
kaldırılması belki ilk etapta siyaset dışı kalacak kitleler üzerinden
hoşnutsuzluk yaratacak gibi görünse de, çok güçlü büyükşehir belediye
başkanlarının bulunduğu bir ortamda bu hoşnutsuzluğun zaman içerisinde arayışa
dönüşeceğini tahmin etmek zor değil.
Dönüşümün siyasal ve yönetsel olduğu kadar mekânsal
uzantılarını da görebilmek çok zor değil. Uzunca bir süredir sıcak para akışına
dayalı gayrimenkul sektörü odaklı bir makro ekonomik politika izleyen Türkiye’nin,
kentlerin birer kent bölgeye dönüşmesini destekleyecek yönetsel düzenlemeleri
hızla gerçekleştirmesi, kırsal alanda, ekolojik hassasiyeti bulunan alanlarda,
kıyılarda, tarihi ve kültürel miras bulunan alanlarda çok daha merkezi bir
otorite inşa etmesi bu politikanın bir uzantısı olarak ortaya çıktı. Bu
politikanın inşasında ise otoriterleşen merkezi hükümetin siyasal alanda
oluşturduğu kapsamlı bir ittifakın bulunduğunu söylemek zor değil. Ancak, sıkışan
para politikası, büyük projeler ve gayrimenkul sektöründe kentsel rant
aracılığıyla yaratılan pastanın paylaşımı ile bu projelerdeki muğlak bir “başarım”
algısı arasındaki gerilim, merkezi hükümet düzeyinde bu ittifakın bozulmasının
önünü açtı. Merkezi hükümet düzeyinde siyasal ittifakların kurulmasında
gösterilen maharet, kentsel düzeydeki pragmatik tavrın sürdürülmesinde ve
sonuçlarının meşrulaştırılmasında gösterilemeyince bugünlerde yaşanan kriz
durumu ile karşılaşıldı. Merkezi hükümet düzeyinde gibi görünen bu kriz içeriği
açısından çok farklı tartışmaları gerektirse de aslında kökünü kentsel alandan
alan bir kriz ve yerel seçimlerin doğasını değiştirecek yeni dinamikler
üretiyor. Sonuçta bu seçimleri gerilimli bir yerel seçim olarak ya da
genelleşmiş bir yerel seçim olarak “ge-rel” seçim olarak adlandırmak mümkün
olacak gibi görünüyor.
Yerel seçim sürecinin doğasını değiştirmesi
muhtemel bu süreçlerin doğrudan ya da dolaylı etkileri yerel seçimlere
hazırlığın gündelik pratiklerinde izlenebiliyor. En ilginç değişim siyasi
partilerin aday belirleme süreçlerinde. Daha önceki seçimlerin aksine
partilerin aday ilan etmeyi ciddi anlamda geciktirdikleri görülüyor. Daha
önceki yerel seçimlerde de erken aday ilan etmenin siyasi yıpranma açısından dezavantajlı
olduğu düşünülmekteyse de aday belirlemenin bu kadar gecikmesi parti
merkezlerinin kafa karışıklığını ve duruma göre tavır alma refleksini de
yansıtması açısından ilginç. 2009 yerel seçimlerinde ortalama olarak yaklaşık
seçime 100 gün kala neredeyse adayların büyük bir kısmı açıklanmışken, 2014
seçimleri öncesinde Adalet ve Kalkınma Partisi ile ana muhalefet partisi olan
Cumhuriyet Halk Partisinin adaylarının büyük bir kısmını bu yazı yazılırken de
hala açıklamamış bulunuyorlar. Adayların açıklanmasına ilişkin bu ilginç
durumda hem aday adaylarının hem de parti merkezlerinin tavırlarının etkili
olduğunu söyleyebiliriz. Parti merkezleri merkezi siyasi süreçlerin ağırlıklı
etkisinde kalarak bir nevi yerel seçim adaylarını da genel seçimlere ilişkin
bir gözlükle değerlendirme eğilimindeler. Bu eğilim her gün yeni bir son dakika
gelişmesinin yaşandığı Türkiye’de aday belirleme değişkenlerinin de her gün
farklılaşmasına sebep oluyor. Öte yandan bu belirsizlik ortamını sezen aday
adayları da kendilerine göre bir fayda/maliyet analizi yaparak seçilme
garantisinin bulunduğu yerlerde listeleri şişirirken, seçilme garantisi
bulunmayan yerlerde aday adayı olmaya uzak durma eğilimindeler. Sonuçta aday
adaylarının bu tavrı da merkezi siyasetten başı bunalan parti genel
merkezlerini daha da büyük bir belirsizliğe sürüklüyor. Merkezi siyasi alanda
aday belirleme süreçlerinde alışılageldik parti sınırlarının olabildiği kadar
esnetildiği, hatta bu esnemenin kimi zaman parti teşkilatında seslerin
yükselmesine sebep olabilecek kadar aykırı bulunduğu biliniyor. Bu çifte
belirsizlik sarmalı adayların hala belirlenemediği bir yerel seçime doğru
götürüyor Türkiye’yi.
17 Aralık operasyonlarından sonra merkezi siyasi
süreçlerin neredeyse hayatın tüm alanını belirlemeye başladığı bir ortamda,
partilerin yerel seçimlerde aday belirleme süreçlerini de daha da
merkezileştirecekleri, bu merkezileşme eğiliminin parti teşkilatları ile parti
merkezleri ve yerel taban arasındaki gerilimi arttıracağı muhtemel. Bu gerilim,
geriye neredeyse siyasi propaganda süresi kalmayan bir yerel seçim sürecinde
yerel seçim dinamiklerini de etkileme potansiyeline sahip. Eskiden olduğu gibi
kapı kapı dolaşma, büyük mitingler yapma, konvoylarla gezme yerine yumuşak
karınlara sosyal medya mecralarından çalışma ve algıyı yönlendirme üzerine
propaganda süreçlerini kurma gibi yaklaşımlara kendimizi hazırlamamız
gerekiyor.
Bu toz duman arasında sorulması gereken esas soru
ise şu; yerel seçimlerin bu kadar genel seçimlerin gölgesinde ve etkisinde
gerçekleşeceği bir ortamda, adayların yerel yönetimleri değil algıyı yönetmeye
talip oldukları yerelliklerde, adayların programları, projeleri ne zaman
tartışılıp kentlilere aktarılabilecek? Tamam, bu tür bir aktarım sürecinin daha
önce de pek sağlıklı yürümediğini biliyoruz. Ama seçimlere bu kadar kısa süre
kalmışken adaylar ne zaman projelerini olgunlaştıracak, ne zaman halka
anlatacak, ya da doğru soruyu soralım azıcık da olsa böyle bir dertleri
olabilecek mi? Bu soruların tümü yanıtsız kalacak muhtemelen. Ama daha da
önemli sorun yerel seçimlerden sonra başlayacak. Merkezi hükümetin krizde
olduğu bir dönemde, meşruiyetini proje ve program değil tamamen algı yönetimi
üzerine inşa etmiş adaylar, yenilenmiş ve belirsizliklerle dolu bir yerel
yönetim sisteminde yollarını nasıl bulacaklar? Çok bir şey beklemeyelim. Ama
şunu bilmekte fayda var. Genellemiş ve gerilmiş bir yerel seçimin sonuçları, seçilmişler
açısından, siyasi alanda meşrulaştırılması ve sürdürülmesi en zorlarından
birisi olacak…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder