Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

15 Ocak 2014 Çarşamba

GEREL(!) SEÇİMLERE GİDERKEN



Türk siyasi tarihi boyunca genel seçimlerle yerel seçimler arasında hep bir fark olageldiği kabul edildi, seçim sonuçları da bu yaygın kanıyı doğruladı. Bu durumun oluşmasında yerel siyasi dinamikler, Türk mülki idare sisteminin yapısı, parlamenter sistemin seçim barajı gibi kısıtları ve yerel yönetimlerin hizmet performansları ile ekonomik istikrar arasındaki ilişki gibi unsurlar etkili oldu. Bu fark çoğunlukla merkezi hükümette iktidarı elinde tutan siyasi partinin aleyhine gibi göründü. Özellikle Türkiye Büyük Millet Meclisindeki sandalye sayıları üzerinden yapılan hesaplamalara bakıldığında çoğunluğun desteğini alıyor görünen iktidarlar, yerel seçim sandalyeleri üzerinden yapılan hesaplarda farklılıkların ve çeşitliliğin fazlalaştığı bir siyasi desende yer aldılar. Ancak, Türkiye’nin son on yılda geçirdiği siyasal ve sistemik dönüşüm bu önemli farkı ciddi anlamda etkileyecek gibi görünüyor.

Türkiye’de genel seçimlerle yerel seçimler arasındaki farkı etkileyecek en önemli faktörlerden birini nüfus yapısındaki değişim oluşturuyor. Son on yılda kentleşme sürecinin geldiği aşama itibariyle nüfusun ezici ağırlığının artık kentlerde yaşamaya başladığı görülüyor. Resmi rakamlar nüfusun yüzde sekseninin artık kentlerde yaşadığını söylerken, gayri-resmi değerlendirmeler kentleşme oranının “yarı-zamanlı kentli” yada “yarı zamanlı kırda yaşayan” nüfus sebebiyle aslında yüzde doksanlara yaklaştığında hemfikir. Çünkü kırda yaşayan görece yaşlı nüfusun büyük bir kısmı artık yazları tarımsal üretim yapıp kışları da kentlerde yaşama eğilimindeler. Sosyologlar bu demografik kırılmayı çoğu zaman “siyasetin kentselleşmesi”nin temeli olarak adlandırsalar da, aslında tersini de söylemek artık mümkün görünüyor. Artık “kentsel siyasetin genelleşmesi”ni de konuşmaya başlayabiliriz. Aradaki farkı belirleyecek olan ise daha çok son on yılda Türkiye’nin idari yapısında gerçekleşen değişiklikler ve siyasal süreçler olacak.  

Demografik kırılma yaşanırken nüfusun değişim süreci ve diğer birçok farklı siyasal değişkenin etkisiyle Türkiye’nin mülki idare sistemi köklü bir değişimden geçti. Farklı aşamalardan geçilerek nihai olarak Türkiye iki kademeli bir yönetsel yapıya dönüştü. Bu iki kademeli yapının merkezi hükümet kademesini başbakanlık oluştururken, yerel ayağını da artık il bütününde yetki sahibi olan büyükşehir belediyeleri oluşturacak. Türkiye nüfusunun neredeyse yüzde yetmiş beşinin yaşadığı ve nüfusun neredeyse yüzde doksanının fiilen kentsel bir yaşam sürdüğü büyükşehirler dikkate alındığında klasik anlamda kentsel ve kırsal siyasal dinamikler arasındaki dengelerin de yeniden kurulduğunun hesaba katılması gerekiyor. Geçmişte genel seçimlerle yerel seçimler arasındaki farkın ölçülebildiği en önemli gösterge olan il genel meclislerinin büyükşehir belediyeleri sınırları içerisinde artık var olmayacağı gerçeği önemli bir duruma işaret ediyor. Özellikle büyükşehir belediyesi bulunan yerlerde, seçimler artık genel seçimlerin dinamiklerini ve desenini de belli ölçüde yansıtmaya başlayacak. Büyükşehirlerde il genel meclislerinin kaldırılması belki ilk etapta siyaset dışı kalacak kitleler üzerinden hoşnutsuzluk yaratacak gibi görünse de, çok güçlü büyükşehir belediye başkanlarının bulunduğu bir ortamda bu hoşnutsuzluğun zaman içerisinde arayışa dönüşeceğini tahmin etmek zor değil.

Dönüşümün siyasal ve yönetsel olduğu kadar mekânsal uzantılarını da görebilmek çok zor değil. Uzunca bir süredir sıcak para akışına dayalı gayrimenkul sektörü odaklı bir makro ekonomik politika izleyen Türkiye’nin, kentlerin birer kent bölgeye dönüşmesini destekleyecek yönetsel düzenlemeleri hızla gerçekleştirmesi, kırsal alanda, ekolojik hassasiyeti bulunan alanlarda, kıyılarda, tarihi ve kültürel miras bulunan alanlarda çok daha merkezi bir otorite inşa etmesi bu politikanın bir uzantısı olarak ortaya çıktı. Bu politikanın inşasında ise otoriterleşen merkezi hükümetin siyasal alanda oluşturduğu kapsamlı bir ittifakın bulunduğunu söylemek zor değil. Ancak, sıkışan para politikası, büyük projeler ve gayrimenkul sektöründe kentsel rant aracılığıyla yaratılan pastanın paylaşımı ile bu projelerdeki muğlak bir “başarım” algısı arasındaki gerilim, merkezi hükümet düzeyinde bu ittifakın bozulmasının önünü açtı. Merkezi hükümet düzeyinde siyasal ittifakların kurulmasında gösterilen maharet, kentsel düzeydeki pragmatik tavrın sürdürülmesinde ve sonuçlarının meşrulaştırılmasında gösterilemeyince bugünlerde yaşanan kriz durumu ile karşılaşıldı. Merkezi hükümet düzeyinde gibi görünen bu kriz içeriği açısından çok farklı tartışmaları gerektirse de aslında kökünü kentsel alandan alan bir kriz ve yerel seçimlerin doğasını değiştirecek yeni dinamikler üretiyor. Sonuçta bu seçimleri gerilimli bir yerel seçim olarak ya da genelleşmiş bir yerel seçim olarak “ge-rel” seçim olarak adlandırmak mümkün olacak gibi görünüyor.

Yerel seçim sürecinin doğasını değiştirmesi muhtemel bu süreçlerin doğrudan ya da dolaylı etkileri yerel seçimlere hazırlığın gündelik pratiklerinde izlenebiliyor. En ilginç değişim siyasi partilerin aday belirleme süreçlerinde. Daha önceki seçimlerin aksine partilerin aday ilan etmeyi ciddi anlamda geciktirdikleri görülüyor. Daha önceki yerel seçimlerde de erken aday ilan etmenin siyasi yıpranma açısından dezavantajlı olduğu düşünülmekteyse de aday belirlemenin bu kadar gecikmesi parti merkezlerinin kafa karışıklığını ve duruma göre tavır alma refleksini de yansıtması açısından ilginç. 2009 yerel seçimlerinde ortalama olarak yaklaşık seçime 100 gün kala neredeyse adayların büyük bir kısmı açıklanmışken, 2014 seçimleri öncesinde Adalet ve Kalkınma Partisi ile ana muhalefet partisi olan Cumhuriyet Halk Partisinin adaylarının büyük bir kısmını bu yazı yazılırken de hala açıklamamış bulunuyorlar. Adayların açıklanmasına ilişkin bu ilginç durumda hem aday adaylarının hem de parti merkezlerinin tavırlarının etkili olduğunu söyleyebiliriz. Parti merkezleri merkezi siyasi süreçlerin ağırlıklı etkisinde kalarak bir nevi yerel seçim adaylarını da genel seçimlere ilişkin bir gözlükle değerlendirme eğilimindeler. Bu eğilim her gün yeni bir son dakika gelişmesinin yaşandığı Türkiye’de aday belirleme değişkenlerinin de her gün farklılaşmasına sebep oluyor. Öte yandan bu belirsizlik ortamını sezen aday adayları da kendilerine göre bir fayda/maliyet analizi yaparak seçilme garantisinin bulunduğu yerlerde listeleri şişirirken, seçilme garantisi bulunmayan yerlerde aday adayı olmaya uzak durma eğilimindeler. Sonuçta aday adaylarının bu tavrı da merkezi siyasetten başı bunalan parti genel merkezlerini daha da büyük bir belirsizliğe sürüklüyor. Merkezi siyasi alanda aday belirleme süreçlerinde alışılageldik parti sınırlarının olabildiği kadar esnetildiği, hatta bu esnemenin kimi zaman parti teşkilatında seslerin yükselmesine sebep olabilecek kadar aykırı bulunduğu biliniyor. Bu çifte belirsizlik sarmalı adayların hala belirlenemediği bir yerel seçime doğru götürüyor Türkiye’yi.

17 Aralık operasyonlarından sonra merkezi siyasi süreçlerin neredeyse hayatın tüm alanını belirlemeye başladığı bir ortamda, partilerin yerel seçimlerde aday belirleme süreçlerini de daha da merkezileştirecekleri, bu merkezileşme eğiliminin parti teşkilatları ile parti merkezleri ve yerel taban arasındaki gerilimi arttıracağı muhtemel. Bu gerilim, geriye neredeyse siyasi propaganda süresi kalmayan bir yerel seçim sürecinde yerel seçim dinamiklerini de etkileme potansiyeline sahip. Eskiden olduğu gibi kapı kapı dolaşma, büyük mitingler yapma, konvoylarla gezme yerine yumuşak karınlara sosyal medya mecralarından çalışma ve algıyı yönlendirme üzerine propaganda süreçlerini kurma gibi yaklaşımlara kendimizi hazırlamamız gerekiyor.

Bu toz duman arasında sorulması gereken esas soru ise şu; yerel seçimlerin bu kadar genel seçimlerin gölgesinde ve etkisinde gerçekleşeceği bir ortamda, adayların yerel yönetimleri değil algıyı yönetmeye talip oldukları yerelliklerde, adayların programları, projeleri ne zaman tartışılıp kentlilere aktarılabilecek? Tamam, bu tür bir aktarım sürecinin daha önce de pek sağlıklı yürümediğini biliyoruz. Ama seçimlere bu kadar kısa süre kalmışken adaylar ne zaman projelerini olgunlaştıracak, ne zaman halka anlatacak, ya da doğru soruyu soralım azıcık da olsa böyle bir dertleri olabilecek mi? Bu soruların tümü yanıtsız kalacak muhtemelen. Ama daha da önemli sorun yerel seçimlerden sonra başlayacak. Merkezi hükümetin krizde olduğu bir dönemde, meşruiyetini proje ve program değil tamamen algı yönetimi üzerine inşa etmiş adaylar, yenilenmiş ve belirsizliklerle dolu bir yerel yönetim sisteminde yollarını nasıl bulacaklar? Çok bir şey beklemeyelim. Ama şunu bilmekte fayda var. Genellemiş ve gerilmiş bir yerel seçimin sonuçları, seçilmişler açısından, siyasi alanda meşrulaştırılması ve sürdürülmesi en zorlarından birisi olacak…

Hiç yorum yok: