Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

18 Ağustos 2016 Perşembe

FETÖDEN KAÇARKEN VARLIK FONUNA TUTULMANIN EKONOMİ POLİTİĞİ



15 Temmuz sonrası dönemin sarsıntıları sürerken, OHAL kapsamında getirilmeye çalışılan bazı düzenlemelerin tüm toz duman arasında bugüne kadar yaşanmış tüm sorunları daha da derinleştirecek yeni bir çerçeveye işaret ettiğini görmemek elde değil. Siyasal alanda FETÖ ile mücadele ve yeni darbe tehditlerini önleme çabaları ile birlikte sağlıklı siyaset yapma olanağı çıkmaza saplanırken; bürokraside de kurumsal geleneklerin, cumhuriyet tarihi boyunca oluşmuş teamüllerin sürdürülemezliği gündeme getirilirken, sermaye birikim süreçlerinde daha önce FETÖ temelli ahbap çavuş ekonomisinin yerini neyin ve nasıl dolduracağı sorunu tartışılmamışken anayasal tanımların ötesinde mülkiyet düzenini tamamen yeniden yapılandıracak düzenlemelere gidilmesi korktuğumuz bazı akıbetleri bizim için kesin nihayetler haline getirme risklerini taşıyor. Bu sebeple varlık fonu benzeri yapısal sonuçları olacak düzenlemelerin ekonomi politik düzlemde sorgulamasının yapılması büyük önem taşıyor. Bu tür bir sorgulama sadece belli bir siyasal perspektiften yapılan bir sorgulama niteliği taşımıyor. Kuşkusuz, varlık fonu ve benzeri düzenlemeler başta akademik çevreler olmak üzere pek çok çevrenin çenesini ve kalemini ziyadesiyle yoracaktır. Ama önemli olan, son otuz yıldır FETÖ’nün üzerinde serpildiği zemini daha da verimli hale getirecek düzenlemelerin dinamiklerine işaret etmektir. Bunu yapabildiğimiz zaman bir durup düşünecek, sağlıklı politikalar üretebilecek fırsatımız olabilir.

Şöyle bir geriye dönüp baktığımızda, son otuz yılın Türkiye’sinde çeşitli biçimleriyle neo-liberal politikaların farklı görünümlerinin yaşanan her kırılmada noktasında yeni politika çerçeveleri ile birlikte ortaya çıktığı söylenebilir. Ana ilkeleri kuralsızlaştırma, serbestleştirme, özelleştirme, adem-i merkezileşme şeklinde özetlenebilecek bu politikalar demetinin uygulanmasında iki temel nokta hep öne çıktı. Bunların birincisi, Türkiye’nin yakın tarihindeki her ara dönemde, bu ilkelerin uygulanmasında diğer ülkelerde de olduğu gibi bir deneyciliğin söz konusu olmasıydı. Kentsel dönüşümden sosyal hizmetlere, ulaşım hizmetlerinden gıda politikalarına kadar pek çok alanda deneme-yanılma ile farklı politikalar farklı dönemlerde denendi. Aynı konuda birbirine taban tabana zıtmış gibi görünen yaklaşımlar çok kısa süreler içinde uygulamaya kondu. Bu deneyselcilik bir yanıyla etkin ve aktif hükümet algısı yaratırken bir yanıyla da çok farklı toplum kesimlerini sermaye birikim sürecinin içerisinde dahil etme ve uygulanan kamu politikalarını meşru gösterme olanağı yarattı. Ama her şeyden önce, uygulanan politikalar aracılığıyla vurgulamak istediğim ikinci nokta ortaya çıktı. Politika çeşitliliği kamu, özel sektör ve sivil toplum alanı arasındaki karmaşık bir ilişkiler ağına meşruiyet kazandırdı. Ortaya çıkan yeni yapılar başarı ve performansları yeni halkla ilişkiler yöntemleriyle gizemleştirilmiş ve büyütülmüş yeni tip bir bürokratik yapı inşa etti. Bu yeni tip bürokraside devletin klasik bürokrasisi beklenmedik bir şekilde büyüyüp seçkincileştirildi. Kariyer kadroları, sembolik ve maddi olanakların daha görünür hale gelmesiyle öne çıktı ancak esas hizmet alanları devletin dışına çıkarıldı. Devletin hizmet sürecinin dışında kalması hizmetin devredildiği özel sektörün ve sivil toplum örgütlerinin kendilerine özgü yeni ve bürokrasiye benzer yapılar oluşturmasına sebep oldu. Ancak, bu yapıların temel özelliği, müşteri odaklı dahi olmamaları, belli noktalarda seçkinciliği hizmet süreçlerine yansıtmaları ve katı piyasa engellerini aşmak için belli topluluk yapılarına dahil olmayı neredeyse zorunlu hale getirmeleriydi. Örneğin bir Ankaralı olarak, özelleştirilen ve belli bir sermaye grubuna teslim edilen doğalgaz hizmeti, benim istediğim kadar doğalgaz satın almama bile kotalar yoluyla engel olabiliyor. Özelleştirmenin müsebbibi belediye başkanı ise bizlere yargıya gitme gibi dahiyane çözüm önerileri getirebiliyor.

Bu dönüşüm süreci en büyük ivmesini 2004 Yılında gündeme taşınan “Kamu Yönetimi Temel Kanun Tasarısı” ve sonrasındaki düzenlemelerle kazandı. Akademik camia yapılan düzenlemeleri belli ölçülerde batı standartlarına göre değerlendirmeyi ya da reddetmeyi tercih etti. “Gerçekten performans artıyor muydu”, ya da “bu süreçte kimler kaybediyor” soruları bir arada soruluyordu. Ancak sürecin arka planında yürüyen esas dinamiklere nüfuz etmek ne yazık ki pek de mümkün olamadı. Zaten değişimlerin baş döndürücü hızı akademik dünyayı sorgulamaktan çok muhasebe tutmak eylemine itti. Tüm bunlar olurken “3C” olarak adlandırılabilecek, “careerism, conformism, credentialism” yani Türkçesiyle “kariyercilik, konforculuk ve diplomacılık” kavramlarının çarpık bir bileşimi çarpıtılmış bir özel sektör insan kaynakları anlayışıyla ortaya çıkan karmaşık ve büyük bürokratik yapının meşruiyetini sağlamak için parlatılıyordu. Ağırlıklı olarak beyaz yakalı çalışanların sırtında yükselen yeni yapı, görünüşte gayri-şahsi ama uygulamada kayırmacı bir standardı devletin ve devletle şöyle ya da böyle ilişkili her tür kurumun bünyesine sızdırdı. Bu sızdırma süreci, topluluk ve cemaat tarzı yapıların toplumun tüm alanlarına nüfuz etmesini de ciddi biçimde kolaylaştırdı. Artık devleti kontrol etmek için sadece memur olmaya gerek yoktu. Devletin hizmet aldığı bir firmada çalışmak, devletin kaynak aktardığı bir vakfın okulunda yer almak, ya da belli bir cemaatin ilişkilerinin hakim olduğu sermaye süreçlerine dahil olmak yetebiliyordu. Bu yapının içinde yer alanlar kendi akraba çevrelerinde bile hızla yükselen yaşam standartları, değişen yaşam alışkanlıkları ile yeni rol modellere dönüşerek ortaya çıkan yapıya devşirme için yeni kanallar açıyorlardı. Diplomacılık olarak adlandırabileceğimiz, liyakat yerine ikame edilen yapıyla içerikten ve ruhtan yoksun, salt belgelere dayalı bir meşrulaştırmanın yolları açılıyordu. Mesele diplomacılıksa, akademik dünyada çok rahatlıkla doçentliğe kadar giden yollar aşılıyor, atıf çeteleriyle gerekirse uluslararası çapta skandallara sebep olabilecek intihal vakaları oluşabiliyordu. Belki FETÖ’nün en güçlü yanlarından birisi de tam buydu. Çünkü diplomacılık için gerekli mekaniği çözmüş, alt sınıflar için yükselebilmenin katı kayırmacılığa dayalı yeni ve gizli bir kanalını açmışlardı. Darbe suçlularının ifadeleri bu kanallara dahil olan fakir köylü çocuklarının öyküleriyle dolu. Tüm bunlar olurken, kamu politikalarında deneycilik, sürekli yeni alanlar açarak, FETÖ ve benzeri yapıların etki alanlarını genişletmeye hizmet ediyordu. Tabi söylememize gerek yok, bu açılan yeni alanların büyük bir kısmında, imardan madenciliğe kadar geniş bir alanda oluşan rantların dağıtımı ve kullanımı, sermaye birikimi açısından giderek kendini güçlendiren bir dinamik yaratıyordu.

Meselenin adını doğru koyalım. FETÖ’nün Adalet ve Kalkınma Partisi zamanında daha fazla ve hızlı kadrolaştıkları iddiası yerine, neo-liberalizmin daha hızlı ve pervasızca uygulandığı dönemde örgütün aşırı güçlendiğini ifade etsek daha doğru olacaktır. Kuşkusuz, neo-liberalizm Adalet ve Kalkınma Partisi zamanında tek parti iktidarı eliyle daha köklü bir şekilde yerleştirilmiştir. Ama siyasal alanın büyük bir kısmında da aktörlerin ve siyasi partilerin, günün birinde sıra onlara geldiğinde aynı yapıyı kullanabilmek için sessiz kaldıklarını ya da neo-liberal çözümleri benimsediklerini de hatırlamamız gerekiyor. Yani deredeyse herkes oradaydı. Ancak bu şekilde FETÖ’ye imar rantı kazandıran belediye başkanından FETÖ okullarına aktarılan Milli Eğitim fonlarına kadar geniş bir yelpazede yer alan örnekleri anlayabilir, sonrasında benzer durumlarla karşılaşmamak için yapılması gerekenleri görebiliriz. Bu anlamda iki temel sorun alanını algılamak büyük önem taşıyor. Bunlardan birincisi, FETÖ ile mücadele adına yapılacak yapısal değişikliklerin niteliğini iyi anlamak, ikincisi de FETÖ’nün ağırlıklı olarak kontrol ettiği küçük ve orta büyüklükteki sermaye birikim süreçleriyle bu yapısal dönüşümlerin ilişkisini fark etmek. Çünkü her ne kadar FETÖ’nün toplumsal bir tabanı olmasa da, yerelde küçük ve orta ölçekli sermaye birikimine dayalı süreçleri kontrol ettiğini anlamak önemli.

Bu yazı kapsamında esas değinmek istediğim konu ise varlık fonu etrafında dönen tartışmalar. Ne yazık ki, 15 Temmuz sonrası vitrininde görünen uzlaşı resmi henüz gerçek sorunları birlikte tartışmak ve politika tercihlerini müzakere etmek noktasına gelemediğinden varlık fonu gibi yapısal bir dönüşüme ilişkin yaygın bir tartışma süreci kamuoyuna yansımadı. En genel anlatımıyla Varlık Fonu, devletin neredeyse tüm kurumlarının mal varlıklarının özelleştirme idaresine devrini ve bu yolla da elde edilecek kaynakla büyük projelerin finansmanını öngören bir yasal düzenleme. Mal varlıkları devredilecek kurum ve kuruluşlar arasında neredeyse yok yok. Son bir iki haftadır, başta TMMOB olmak üzere bazı meslek odaları ve demokratik kitle örgütleri gerekli uyarıları yapıyorlar ama bu konuda siyasi bir tartışma henüz başlayabilmiş değil. Şunu teslim edebiliriz. Olağan bir dönemde bu ya da daha radikal politika önerileri iktidarlar tarafından gündeme taşınabilir, tartışılabilir. Şahsen ben de bir akademisyen ve şehir plancısı olarak bu tür bir uygulamanın eleştirdiğim yanlarını sıralayabilirim. Ancak, daha devletin FETÖ gibi bir örgütle tam olarak ayrıştırılamadığı, özellikle de siyasi alandaki uzantılarının ortaya çıkarılamadığı bir dönemde bu tür bir düzenleme devletin tam olarak imhası ve başka ellere teslimi anlamına gelebilir. Bunu çok açık bir şekilde görmek gerekiyor.

Her ne kadar, devlet bürokrasisi ve kurumları FETÖ’nün eline geçerek darbe girişimi ortaya çıkmış gibi görünse de aslında cumhuriyet döneminden bu yana gelen bürokratik geleneğin aynı zamanda kendi içerisindeki mekanizmaların –eğrisiyle doğrusuyla- oluşturduğu engellerle darbenin engellenebildiği görülmekte. Örneğin Silahlı Kuvvetler içerisindeki darbeye karşı çıkan askeri personelin varlığı, darbenin engellenmesindeki en önemli unsurlardan birisiydi. Buradan şu sonucu çıkarabiliriz. Sermaye birikim süreçleri ile ilişkili olarak devlet yapısında gerçekleştirilecek her türlü değişiklik beklenmedik sonuçlara sebep olabilir ve hepimizi ateşin içine atabilir. Yukarıda anlatmaya çalıştığım çerçevede, Varlık Fonu gibi bir yaklaşım öncelikle FETÖ’nün güçlenmesini sağlayan neo-liberal politikaların altın vuruşu niteliğini taşıyabilir. FETÖ’nün siyasi ayaklarının, yereldeki ağının ve küçük ve orta ölçekli sermaye sahipleri arasındaki yayılımının tam tespit edilemediği bir ortamda, salt kaynak elde etmek için tüm devlet kuruluşlarının varlıklarının elden çıkarılması, hiç beklenmedik biçimde yeni bir sermaye birikim sürecini FETÖ yada benzer yapıların eline teslim edebilir. Burada özellikle yereldeki sermaye sahiplerinin devletin varlıkları ile ilişkisinin üzerinde durulmasında yarar bulunuyor. İhale yasalarının istisnalarla delik deşik olduğu, yerel yöneticilerin ve özellikle belediyelerin FETÖ ile ilişkisinin bilinmediği ya da göz ardı edildiği, yeni büyükşehir yasası sonrası dumanlı ortamda tamamen denetim dışına çıkmış, devletin müdahale etme şansı bile bulamayacağı yeni alanların ortaya çıkması işten bile değil.

Varlık Fonu ve benzeri düzenlemelerle Türkiye’de neo-liberalizmin yeni bir evresine geçeceğimiz açıkça görülüyor. Bu evrenin tartışılabileceği bir siyasal sürecin yokluğunda sonuçlarına ilişkin bir körlüğün oluştuğu da belirgin bir şekilde ortaya çıkıyor. Kamu politikalarının düzgün analiz edilemediği, etki analizlerinin yapılamadığı bir ortamda bu tür düzenlemelerden kaçınılması gerektiğini düşünüyorum. Kamu yönetiminde geçtiğimiz on yılın sağlıklı bir muhasebesini yapmadan yeni cepheler ve cepler açmak, kaybetmemizin mukadder olduğu savaşlarla bizi karşı karşıya bırakabilir. Bu kez karşısına çıkabileceğimiz tank da bulamayabiliriz. Çünkü eğer söylendiği gibi darbe girişimi Türkiye’nin kendisine karşı yapıldıysa, sermayenin akışkan ve güvenilmez yüzü belediyelerin hafriyat kamyonlarıyla durdurulamayacak belalar açabilir başımıza.

Hiç yorum yok: