15
Temmuz sonrası dönemin sarsıntıları sürerken, OHAL kapsamında getirilmeye
çalışılan bazı düzenlemelerin tüm toz duman arasında bugüne kadar yaşanmış tüm
sorunları daha da derinleştirecek yeni bir çerçeveye işaret ettiğini görmemek
elde değil. Siyasal alanda FETÖ ile mücadele ve yeni darbe tehditlerini önleme
çabaları ile birlikte sağlıklı siyaset yapma olanağı çıkmaza saplanırken;
bürokraside de kurumsal geleneklerin, cumhuriyet tarihi boyunca oluşmuş teamüllerin
sürdürülemezliği gündeme getirilirken, sermaye birikim süreçlerinde daha önce
FETÖ temelli ahbap çavuş ekonomisinin yerini neyin ve nasıl dolduracağı sorunu
tartışılmamışken anayasal tanımların ötesinde mülkiyet düzenini tamamen yeniden
yapılandıracak düzenlemelere gidilmesi korktuğumuz bazı akıbetleri bizim için
kesin nihayetler haline getirme risklerini taşıyor. Bu sebeple varlık fonu
benzeri yapısal sonuçları olacak düzenlemelerin ekonomi politik düzlemde
sorgulamasının yapılması büyük önem taşıyor. Bu tür bir sorgulama sadece belli
bir siyasal perspektiften yapılan bir sorgulama niteliği taşımıyor. Kuşkusuz,
varlık fonu ve benzeri düzenlemeler başta akademik çevreler olmak üzere pek çok
çevrenin çenesini ve kalemini ziyadesiyle yoracaktır. Ama önemli olan, son otuz
yıldır FETÖ’nün üzerinde serpildiği zemini daha da verimli hale getirecek düzenlemelerin
dinamiklerine işaret etmektir. Bunu yapabildiğimiz zaman bir durup düşünecek,
sağlıklı politikalar üretebilecek fırsatımız olabilir.
Şöyle
bir geriye dönüp baktığımızda, son otuz yılın Türkiye’sinde çeşitli
biçimleriyle neo-liberal politikaların farklı görünümlerinin yaşanan her
kırılmada noktasında yeni politika çerçeveleri ile birlikte ortaya çıktığı
söylenebilir. Ana ilkeleri kuralsızlaştırma, serbestleştirme, özelleştirme,
adem-i merkezileşme şeklinde özetlenebilecek bu politikalar demetinin
uygulanmasında iki temel nokta hep öne çıktı. Bunların birincisi, Türkiye’nin
yakın tarihindeki her ara dönemde, bu ilkelerin uygulanmasında diğer ülkelerde
de olduğu gibi bir deneyciliğin söz konusu olmasıydı. Kentsel dönüşümden sosyal
hizmetlere, ulaşım hizmetlerinden gıda politikalarına kadar pek çok alanda deneme-yanılma
ile farklı politikalar farklı dönemlerde denendi. Aynı konuda birbirine taban
tabana zıtmış gibi görünen yaklaşımlar çok kısa süreler içinde uygulamaya
kondu. Bu deneyselcilik bir yanıyla etkin ve aktif hükümet algısı yaratırken
bir yanıyla da çok farklı toplum kesimlerini sermaye birikim sürecinin
içerisinde dahil etme ve uygulanan kamu politikalarını meşru gösterme olanağı
yarattı. Ama her şeyden önce, uygulanan politikalar aracılığıyla vurgulamak
istediğim ikinci nokta ortaya çıktı. Politika çeşitliliği kamu, özel sektör ve
sivil toplum alanı arasındaki karmaşık bir ilişkiler ağına meşruiyet
kazandırdı. Ortaya çıkan yeni yapılar başarı ve performansları yeni halkla
ilişkiler yöntemleriyle gizemleştirilmiş ve büyütülmüş yeni tip bir bürokratik
yapı inşa etti. Bu yeni tip bürokraside devletin klasik bürokrasisi beklenmedik
bir şekilde büyüyüp seçkincileştirildi. Kariyer kadroları, sembolik ve maddi
olanakların daha görünür hale gelmesiyle öne çıktı ancak esas hizmet alanları
devletin dışına çıkarıldı. Devletin hizmet sürecinin dışında kalması hizmetin
devredildiği özel sektörün ve sivil toplum örgütlerinin kendilerine özgü yeni
ve bürokrasiye benzer yapılar oluşturmasına sebep oldu. Ancak, bu yapıların
temel özelliği, müşteri odaklı dahi olmamaları, belli noktalarda seçkinciliği
hizmet süreçlerine yansıtmaları ve katı piyasa engellerini aşmak için belli
topluluk yapılarına dahil olmayı neredeyse zorunlu hale getirmeleriydi. Örneğin
bir Ankaralı olarak, özelleştirilen ve belli bir sermaye grubuna teslim edilen
doğalgaz hizmeti, benim istediğim kadar doğalgaz satın almama bile kotalar
yoluyla engel olabiliyor. Özelleştirmenin müsebbibi belediye başkanı ise
bizlere yargıya gitme gibi dahiyane çözüm önerileri getirebiliyor.
Bu
dönüşüm süreci en büyük ivmesini 2004 Yılında gündeme taşınan “Kamu Yönetimi
Temel Kanun Tasarısı” ve sonrasındaki düzenlemelerle kazandı. Akademik camia
yapılan düzenlemeleri belli ölçülerde batı standartlarına göre değerlendirmeyi
ya da reddetmeyi tercih etti. “Gerçekten performans artıyor muydu”, ya da “bu
süreçte kimler kaybediyor” soruları bir arada soruluyordu. Ancak sürecin arka
planında yürüyen esas dinamiklere nüfuz etmek ne yazık ki pek de mümkün olamadı.
Zaten değişimlerin baş döndürücü hızı akademik dünyayı sorgulamaktan çok
muhasebe tutmak eylemine itti. Tüm bunlar olurken “3C” olarak
adlandırılabilecek, “careerism, conformism, credentialism” yani Türkçesiyle “kariyercilik,
konforculuk ve diplomacılık” kavramlarının çarpık bir bileşimi çarpıtılmış bir
özel sektör insan kaynakları anlayışıyla ortaya çıkan karmaşık ve büyük
bürokratik yapının meşruiyetini sağlamak için parlatılıyordu. Ağırlıklı olarak
beyaz yakalı çalışanların sırtında yükselen yeni yapı, görünüşte gayri-şahsi
ama uygulamada kayırmacı bir standardı devletin ve devletle şöyle ya da böyle
ilişkili her tür kurumun bünyesine sızdırdı. Bu sızdırma süreci, topluluk ve
cemaat tarzı yapıların toplumun tüm alanlarına nüfuz etmesini de ciddi biçimde
kolaylaştırdı. Artık devleti kontrol etmek için sadece memur olmaya gerek
yoktu. Devletin hizmet aldığı bir firmada çalışmak, devletin kaynak aktardığı
bir vakfın okulunda yer almak, ya da belli bir cemaatin ilişkilerinin hakim
olduğu sermaye süreçlerine dahil olmak yetebiliyordu. Bu yapının içinde yer
alanlar kendi akraba çevrelerinde bile hızla yükselen yaşam standartları,
değişen yaşam alışkanlıkları ile yeni rol modellere dönüşerek ortaya çıkan
yapıya devşirme için yeni kanallar açıyorlardı. Diplomacılık olarak
adlandırabileceğimiz, liyakat yerine ikame edilen yapıyla içerikten ve ruhtan
yoksun, salt belgelere dayalı bir meşrulaştırmanın yolları açılıyordu. Mesele
diplomacılıksa, akademik dünyada çok rahatlıkla doçentliğe kadar giden yollar
aşılıyor, atıf çeteleriyle gerekirse uluslararası çapta skandallara sebep
olabilecek intihal vakaları oluşabiliyordu. Belki FETÖ’nün en güçlü yanlarından
birisi de tam buydu. Çünkü diplomacılık için gerekli mekaniği çözmüş, alt
sınıflar için yükselebilmenin katı kayırmacılığa dayalı yeni ve gizli bir
kanalını açmışlardı. Darbe suçlularının ifadeleri bu kanallara dahil olan fakir
köylü çocuklarının öyküleriyle dolu. Tüm bunlar olurken, kamu politikalarında
deneycilik, sürekli yeni alanlar açarak, FETÖ ve benzeri yapıların etki
alanlarını genişletmeye hizmet ediyordu. Tabi söylememize gerek yok, bu açılan
yeni alanların büyük bir kısmında, imardan madenciliğe kadar geniş bir alanda
oluşan rantların dağıtımı ve kullanımı, sermaye birikimi açısından giderek
kendini güçlendiren bir dinamik yaratıyordu.
Meselenin
adını doğru koyalım. FETÖ’nün Adalet ve Kalkınma Partisi zamanında daha fazla
ve hızlı kadrolaştıkları iddiası yerine, neo-liberalizmin daha hızlı ve pervasızca
uygulandığı dönemde örgütün aşırı güçlendiğini ifade etsek daha doğru
olacaktır. Kuşkusuz, neo-liberalizm Adalet ve Kalkınma Partisi zamanında tek
parti iktidarı eliyle daha köklü bir şekilde yerleştirilmiştir. Ama siyasal
alanın büyük bir kısmında da aktörlerin ve siyasi partilerin, günün birinde
sıra onlara geldiğinde aynı yapıyı kullanabilmek için sessiz kaldıklarını ya da
neo-liberal çözümleri benimsediklerini de hatırlamamız gerekiyor. Yani
deredeyse herkes oradaydı. Ancak bu şekilde FETÖ’ye imar rantı kazandıran
belediye başkanından FETÖ okullarına aktarılan Milli Eğitim fonlarına kadar
geniş bir yelpazede yer alan örnekleri anlayabilir, sonrasında benzer
durumlarla karşılaşmamak için yapılması gerekenleri görebiliriz. Bu anlamda iki
temel sorun alanını algılamak büyük önem taşıyor. Bunlardan birincisi, FETÖ ile
mücadele adına yapılacak yapısal değişikliklerin niteliğini iyi anlamak,
ikincisi de FETÖ’nün ağırlıklı olarak kontrol ettiği küçük ve orta büyüklükteki
sermaye birikim süreçleriyle bu yapısal dönüşümlerin ilişkisini fark etmek.
Çünkü her ne kadar FETÖ’nün toplumsal bir tabanı olmasa da, yerelde küçük ve
orta ölçekli sermaye birikimine dayalı süreçleri kontrol ettiğini anlamak
önemli.
Bu
yazı kapsamında esas değinmek istediğim konu ise varlık fonu etrafında dönen
tartışmalar. Ne yazık ki, 15 Temmuz sonrası vitrininde görünen uzlaşı resmi
henüz gerçek sorunları birlikte tartışmak ve politika tercihlerini müzakere
etmek noktasına gelemediğinden varlık fonu gibi yapısal bir dönüşüme ilişkin
yaygın bir tartışma süreci kamuoyuna yansımadı. En genel anlatımıyla Varlık
Fonu, devletin neredeyse tüm kurumlarının mal varlıklarının özelleştirme
idaresine devrini ve bu yolla da elde edilecek kaynakla büyük projelerin
finansmanını öngören bir yasal düzenleme. Mal varlıkları devredilecek kurum ve
kuruluşlar arasında neredeyse yok yok. Son bir iki haftadır, başta TMMOB olmak
üzere bazı meslek odaları ve demokratik kitle örgütleri gerekli uyarıları
yapıyorlar ama bu konuda siyasi bir tartışma henüz başlayabilmiş değil. Şunu
teslim edebiliriz. Olağan bir dönemde bu ya da daha radikal politika önerileri
iktidarlar tarafından gündeme taşınabilir, tartışılabilir. Şahsen ben de bir
akademisyen ve şehir plancısı olarak bu tür bir uygulamanın eleştirdiğim
yanlarını sıralayabilirim. Ancak, daha devletin FETÖ gibi bir örgütle tam
olarak ayrıştırılamadığı, özellikle de siyasi alandaki uzantılarının ortaya
çıkarılamadığı bir dönemde bu tür bir düzenleme devletin tam olarak imhası ve
başka ellere teslimi anlamına gelebilir. Bunu çok açık bir şekilde görmek
gerekiyor.
Her
ne kadar, devlet bürokrasisi ve kurumları FETÖ’nün eline geçerek darbe girişimi
ortaya çıkmış gibi görünse de aslında cumhuriyet döneminden bu yana gelen
bürokratik geleneğin aynı zamanda kendi içerisindeki mekanizmaların –eğrisiyle doğrusuyla-
oluşturduğu engellerle darbenin engellenebildiği görülmekte. Örneğin Silahlı
Kuvvetler içerisindeki darbeye karşı çıkan askeri personelin varlığı, darbenin
engellenmesindeki en önemli unsurlardan birisiydi. Buradan şu sonucu
çıkarabiliriz. Sermaye birikim süreçleri ile ilişkili olarak devlet yapısında
gerçekleştirilecek her türlü değişiklik beklenmedik sonuçlara sebep olabilir ve
hepimizi ateşin içine atabilir. Yukarıda anlatmaya çalıştığım çerçevede, Varlık
Fonu gibi bir yaklaşım öncelikle FETÖ’nün güçlenmesini sağlayan neo-liberal
politikaların altın vuruşu niteliğini taşıyabilir. FETÖ’nün siyasi ayaklarının,
yereldeki ağının ve küçük ve orta ölçekli sermaye sahipleri arasındaki
yayılımının tam tespit edilemediği bir ortamda, salt kaynak elde etmek için tüm
devlet kuruluşlarının varlıklarının elden çıkarılması, hiç beklenmedik biçimde
yeni bir sermaye birikim sürecini FETÖ yada benzer yapıların eline teslim
edebilir. Burada özellikle yereldeki sermaye sahiplerinin devletin varlıkları
ile ilişkisinin üzerinde durulmasında yarar bulunuyor. İhale yasalarının
istisnalarla delik deşik olduğu, yerel yöneticilerin ve özellikle belediyelerin
FETÖ ile ilişkisinin bilinmediği ya da göz ardı edildiği, yeni büyükşehir
yasası sonrası dumanlı ortamda tamamen denetim dışına çıkmış, devletin müdahale
etme şansı bile bulamayacağı yeni alanların ortaya çıkması işten bile değil.
Varlık
Fonu ve benzeri düzenlemelerle Türkiye’de neo-liberalizmin yeni bir evresine
geçeceğimiz açıkça görülüyor. Bu evrenin tartışılabileceği bir siyasal sürecin
yokluğunda sonuçlarına ilişkin bir körlüğün oluştuğu da belirgin bir şekilde
ortaya çıkıyor. Kamu politikalarının düzgün analiz edilemediği, etki
analizlerinin yapılamadığı bir ortamda bu tür düzenlemelerden kaçınılması
gerektiğini düşünüyorum. Kamu yönetiminde geçtiğimiz on yılın sağlıklı bir
muhasebesini yapmadan yeni cepheler ve cepler açmak, kaybetmemizin mukadder
olduğu savaşlarla bizi karşı karşıya bırakabilir. Bu kez karşısına
çıkabileceğimiz tank da bulamayabiliriz. Çünkü eğer söylendiği gibi darbe
girişimi Türkiye’nin kendisine karşı yapıldıysa, sermayenin akışkan ve
güvenilmez yüzü belediyelerin hafriyat kamyonlarıyla durdurulamayacak belalar
açabilir başımıza.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder