Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

4 Mart 2014 Salı

AOÇ'Yİ KİM KURTARACAK?


 
Gün içerisinde, TMMOB’a bağlı meslek odalarının açtığı önemli bir davada mahkemenin aldığı kararın duyulması hepimizi heyecanlandırdı. Yeni başbakanlık binasının yapımı için Atatürk Orman Çiftliğinin sit derecesinin birinci dereceden üçüncü dereceye düşürülmesine ilişkin Koruma Bölge Kurulu kararı iptal edilmişti. Medya bu gelişmeyi “AOÇ kurtuldu” başlığıyla vermeyi tercih etti. Yazılanlara göre yeni Başbakanlık binasının yıkılması gerekiyordu. Peki gerçekten de AOÇ kurtuldu mu? Ya da bir idare mahkemesi yürütmenin başına ev sahipliği yapacak bir yapıyı yıkarak AOÇ’yi kurtarma kudretine sahip mi?
 
Sıradan bir demokraside bu tür bir sorunun anlamsız olduğu söylenebilir. Büyük kentsel ve altyapı projelerinin uzun yıllar kamuoyu baskısı altında tartışıldığı, olgunlaştırıldığı, sonuçta gerçekleştirilen projenin büyük oranda uzlaşı ile gerçekleştirildiği dünya örnekleri bu tür bir soruyu boşa çıkarabilir. Ancak, söz konusu kentler ve kentlerde yaptıklarımızsa, Türkiye’de bu soru yargının varlığını ve var oluş sebebini sorgulatacak kadar zorlu örnekler sunuyor önümüze ve tam tersi bir durumla karşı karşıya kalıyoruz. Hiç tartışılmadan ve kamuoyu bilgilendirilmeden, kurumların kendilerinin bile haberi olmadan kazma vurulan büyük projeler, bu projelere tepkilerini sadece ellerinde kalan tek kalan olanakla yani yargıya başvurarak engellemeye çalışan meslek odaları, kısık sesle de olsa tepki gösteren üniversiteler, hızla tamamlanan inşaatlar, yavaş ilerleyen yargı ve belki de şanslıysak inşaat tamamlanmak üzereyken alınan bir iki yargı kararı, nihai olarak yanlıştan dönülmeyen, dönülemeyen akıl dışı bir yaratıcı yıkım süreci… Geçmişte benzer örneklerde imar planlarını ve koruma kurulu kararlarını iptal eden yargının dönüp, yanlış yapılan yapıların yıkılmasında kamu yararı bulunmuyor kararını da verebildiğini düşününce bu kazananı olmayan oyunun bir yerlerde bozulması gerektiğini insan düşünmeden edemiyor.
 
Bu kısır döngüyü kırmak mümkün mü acaba diye kara kara düşünürken Gezi Parkı olayları gerçekleşti. Kısa bir zaman dilimi için bile olsa, toplumun belli bir kesiminin, özellikle de gençlerin bu kısır döngüyü yerle bir edebilecek bir süreci filizlendirebileceğine tanık olduk. Kendimizi iyi hissettik. Belki ciddiye alınmayan yargı kararlarının bir alternatifini bulduğumuzu düşündük. Ya da göz ardı edilen kamuoyu kendisini muktedirlerin gözüne sokuyor diye umutlandık. Sonrasında ise yolsuzluk iddialarının olanca ağırlığı altında internetin, yargının ve kolluk kuvvetlerinin cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar baskı altına alındığı, yargı mensuplarının aşırı siyasallaştığı yeni bir dönem geldi. Bu iki süreç boyunca aklımızın bir kenarında şu soru hep vardı ve var olacak: kentsel müdahaleler söz konusu olduğunda, gün gelip ihtiyacımız olduğunda Gezi Ruhunu yanımızda bulabilecek miyiz, yoksa Gezi Ruhunu görmek için hep bir Taksim Meydanı mı olması gerekecek?
 
Bu soruyu yıllarca meslek odalarında mücadele vermiş birisi olarak farklı bir şekilde de sormam mümkün. Yıllarca basın açıklamalarında, davalarda, panellerde ve her tür mücadelede birkaç yüz kişiyi aşmayan yalnız bir kalabalıkken, ne oldu da büyük kalabalıklar bizi anladı? Bu sorunun yanıtını demokrasi, kapitalizm ve bürokrasi arasındaki ilişkinin karanlık dehlizlerinde aramaktansa başka bir yol tutturmak istiyorum. Sokaktaki insanın gözünden bakmak istiyorum. Ancak o zaman AOÇ’yi kimin kurtarabileceğine ilişkin bir ipucu elde edeceğimi düşünüyorum çünkü.
 
Türkiye’de son yirmi ya da otuz yılın kentsel mücadele süreçlerini, özellikle de kentlerimizi, çevreyi ve yaşamımızı yıkıcı etkileriyle bunaltan müdahalelere karşı olanları dikkate aldığımızda, kitlelerin desteğinin alındığı bazı önemli örnekleri görmek mümkün. Taksim dışında HES direnişleri, Kaz dağları direnişi, Bergama, Ankara’da Dikmen Vadisi, Kuğu Park direnişleri, Kızılay’ın yayalara kapatılmasına karşı direniş bunlardan sadece birkaçı. Tüm bu örneklerin iki ortak noktasının olduğunu söylemek yanlış olmaz. Öncelikle yapılan müdahaleler direnenlerin kendilerini özdeşleştirdikleri, kendilerini birer kamusal özne olarak görme şansları olan erişilebilir mekânları hedef almaktaydı. Bu mekânların bir diğer özelliği ise karşı çıkanlar için gündelik yaşam döngülerinin sahnesi, konusu ve ana unsuru olmalarıydı. Yapılan müdahaleler bu sebeple sıradan insanın var oluşuna karşı doğrudan bir müdahale anlamını taşıyordu. Anılarının, belki gündüz kız arkadaşıyla buluşma olasılığının, aylaklık edebilme özgürlüğünün, kentte inandığı şeylerin yüzünü görebilme mutluluğunun, simit satıp üç kuruş denkleştirebilme telaşının ve daha birçok başka şeyin tehdit altında olduğunu gören sıradan insan için hareketlenmek biraz daha mümkün hale geliyordu.
 
Bu iki unsurun bir araya gelmediği yerlerse kentin içinde ama çok uzaktı. Gündelik yaşamın içinde ve erişilebilir değilse, bizi her an kamusal özne yapma niteliğini kaybetmişse başta anlattığım kısır döngüye mahkum oluyordu. Uzun yıllardır AOÇ’nin de başına bunun geldiğini üzülerek görüyorum. Sıradan insan için sadece Hayvanat Bahçesi, kokoreç ya da dondurma anlamına gelen bu alan, gündelik yaşamın yaşamsal döngülerine gerektiği kadar sıkı bir şekilde giremiyordu. Uzak bir geçmişin öyküleriyle kısıtlı bir kitlenin anlatıları, buna olanak tanımıyordu. AOÇ’nin bir öyküsü olmalıydı. Bu öykü geçmişe ait olmak zorunda değildi. Geleceğe de ait olabilirdi. Ama bu öykünün bir yerinde sıradan insana başroller verebilmeliydik. Ancak bu şekilde kentin sakinleri AOÇ’yi de bir Taksim, bir ODTÜ gibi görebilirlerdi.
 
Bu öykünün yazılması için hiç çaba harcanmadığını söylediğim sanılmasın. Yine meslek odaları çok çaba harcadılar bunun için. Ama bu çabaların ne kadarı o kısır döngünün dışında taşabildi kuşkuluyum. Örneğin, AOÇ’nin kanlı canlı bir tarihini yazıp sıradan insana anlatabildik mi? İlk arpa, ilk buğday nerede ekilip biçildi? Ne zaman Maltepe’ye getirilip un fabrikasına girdi? Marmara ve Karadeniz havuzlarındaki yüzme yarışmalarını kim kazandı? Ve belki de en önemli soru: bugün AOÇ’yi gündelik yaşam döngümüze dahil etmek için ne yapmalıyız? Yenilikçi öyküler ve yollar nerede saklanıyorlar. Bir AOÇ filmimiz, romanımız var mı? Olanları okuduk mu?
 
Belki beni aşırı naif bulanlar olabilir. Ben şuna inanıyorum. Yargı kararlarıyla kapıldığımız sevinçler sayısız kere kursağımızda kaldı. Gelin bir kez de bir öykü bizi hayal kırıklığına uğratsın. Okuduklarımdan öğrendiğim bir şey var. Yargı kararları unutulur ama öyküler unutulmaz…

Hiç yorum yok: