Gün
içerisinde, TMMOB’a bağlı meslek odalarının açtığı önemli bir davada mahkemenin
aldığı kararın duyulması hepimizi heyecanlandırdı. Yeni başbakanlık binasının
yapımı için Atatürk Orman Çiftliğinin sit derecesinin birinci dereceden üçüncü
dereceye düşürülmesine ilişkin Koruma Bölge Kurulu kararı iptal edilmişti.
Medya bu gelişmeyi “AOÇ kurtuldu” başlığıyla vermeyi tercih etti. Yazılanlara
göre yeni Başbakanlık binasının yıkılması gerekiyordu. Peki gerçekten de AOÇ
kurtuldu mu? Ya da bir idare mahkemesi yürütmenin başına ev sahipliği yapacak
bir yapıyı yıkarak AOÇ’yi kurtarma kudretine sahip mi?
Sıradan
bir demokraside bu tür bir sorunun anlamsız olduğu söylenebilir. Büyük kentsel
ve altyapı projelerinin uzun yıllar kamuoyu baskısı altında tartışıldığı,
olgunlaştırıldığı, sonuçta gerçekleştirilen projenin büyük oranda uzlaşı ile
gerçekleştirildiği dünya örnekleri bu tür bir soruyu boşa çıkarabilir. Ancak,
söz konusu kentler ve kentlerde yaptıklarımızsa, Türkiye’de bu soru yargının
varlığını ve var oluş sebebini sorgulatacak kadar zorlu örnekler sunuyor önümüze
ve tam tersi bir durumla karşı karşıya kalıyoruz. Hiç tartışılmadan ve kamuoyu
bilgilendirilmeden, kurumların kendilerinin bile haberi olmadan kazma vurulan
büyük projeler, bu projelere tepkilerini sadece ellerinde kalan tek kalan
olanakla yani yargıya başvurarak engellemeye çalışan meslek odaları, kısık
sesle de olsa tepki gösteren üniversiteler, hızla tamamlanan inşaatlar, yavaş
ilerleyen yargı ve belki de şanslıysak inşaat tamamlanmak üzereyken alınan bir
iki yargı kararı, nihai olarak yanlıştan dönülmeyen, dönülemeyen akıl dışı bir
yaratıcı yıkım süreci… Geçmişte benzer örneklerde imar planlarını ve koruma
kurulu kararlarını iptal eden yargının dönüp, yanlış yapılan yapıların
yıkılmasında kamu yararı bulunmuyor kararını da verebildiğini düşününce bu
kazananı olmayan oyunun bir yerlerde bozulması gerektiğini insan düşünmeden
edemiyor.
Bu
kısır döngüyü kırmak mümkün mü acaba diye kara kara düşünürken Gezi Parkı
olayları gerçekleşti. Kısa bir zaman dilimi için bile olsa, toplumun belli bir
kesiminin, özellikle de gençlerin bu kısır döngüyü yerle bir edebilecek bir
süreci filizlendirebileceğine tanık olduk. Kendimizi iyi hissettik. Belki
ciddiye alınmayan yargı kararlarının bir alternatifini bulduğumuzu düşündük. Ya
da göz ardı edilen kamuoyu kendisini muktedirlerin gözüne sokuyor diye
umutlandık. Sonrasında ise yolsuzluk iddialarının olanca ağırlığı altında
internetin, yargının ve kolluk kuvvetlerinin cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı
kadar baskı altına alındığı, yargı mensuplarının aşırı siyasallaştığı yeni bir
dönem geldi. Bu iki süreç boyunca aklımızın bir kenarında şu soru hep vardı ve
var olacak: kentsel müdahaleler söz konusu olduğunda, gün gelip ihtiyacımız
olduğunda Gezi Ruhunu yanımızda bulabilecek miyiz, yoksa Gezi Ruhunu görmek
için hep bir Taksim Meydanı mı olması gerekecek?
Bu
soruyu yıllarca meslek odalarında mücadele vermiş birisi olarak farklı bir
şekilde de sormam mümkün. Yıllarca basın açıklamalarında, davalarda, panellerde
ve her tür mücadelede birkaç yüz kişiyi aşmayan yalnız bir kalabalıkken, ne oldu
da büyük kalabalıklar bizi anladı? Bu sorunun yanıtını demokrasi, kapitalizm ve
bürokrasi arasındaki ilişkinin karanlık dehlizlerinde aramaktansa başka bir yol
tutturmak istiyorum. Sokaktaki insanın gözünden bakmak istiyorum. Ancak o zaman
AOÇ’yi kimin kurtarabileceğine ilişkin bir ipucu elde edeceğimi düşünüyorum
çünkü.
Türkiye’de
son yirmi ya da otuz yılın kentsel mücadele süreçlerini, özellikle de
kentlerimizi, çevreyi ve yaşamımızı yıkıcı etkileriyle bunaltan müdahalelere
karşı olanları dikkate aldığımızda, kitlelerin desteğinin alındığı bazı önemli
örnekleri görmek mümkün. Taksim dışında HES direnişleri, Kaz dağları direnişi,
Bergama, Ankara’da Dikmen Vadisi, Kuğu Park direnişleri, Kızılay’ın yayalara
kapatılmasına karşı direniş bunlardan sadece birkaçı. Tüm bu örneklerin iki
ortak noktasının olduğunu söylemek yanlış olmaz. Öncelikle yapılan müdahaleler
direnenlerin kendilerini özdeşleştirdikleri, kendilerini birer kamusal özne
olarak görme şansları olan erişilebilir mekânları hedef almaktaydı. Bu mekânların
bir diğer özelliği ise karşı çıkanlar için gündelik yaşam döngülerinin sahnesi,
konusu ve ana unsuru olmalarıydı. Yapılan müdahaleler bu sebeple sıradan
insanın var oluşuna karşı doğrudan bir müdahale anlamını taşıyordu. Anılarının,
belki gündüz kız arkadaşıyla buluşma olasılığının, aylaklık edebilme
özgürlüğünün, kentte inandığı şeylerin yüzünü görebilme mutluluğunun, simit
satıp üç kuruş denkleştirebilme telaşının ve daha birçok başka şeyin tehdit
altında olduğunu gören sıradan insan için hareketlenmek biraz daha mümkün hale
geliyordu.
Bu
iki unsurun bir araya gelmediği yerlerse kentin içinde ama çok uzaktı. Gündelik
yaşamın içinde ve erişilebilir değilse, bizi her an kamusal özne yapma niteliğini
kaybetmişse başta anlattığım kısır döngüye mahkum oluyordu. Uzun yıllardır AOÇ’nin
de başına bunun geldiğini üzülerek görüyorum. Sıradan insan için sadece
Hayvanat Bahçesi, kokoreç ya da dondurma anlamına gelen bu alan, gündelik
yaşamın yaşamsal döngülerine gerektiği kadar sıkı bir şekilde giremiyordu. Uzak
bir geçmişin öyküleriyle kısıtlı bir kitlenin anlatıları, buna olanak
tanımıyordu. AOÇ’nin bir öyküsü olmalıydı. Bu öykü geçmişe ait olmak zorunda
değildi. Geleceğe de ait olabilirdi. Ama bu öykünün bir yerinde sıradan insana
başroller verebilmeliydik. Ancak bu şekilde kentin sakinleri AOÇ’yi de bir
Taksim, bir ODTÜ gibi görebilirlerdi.
Bu
öykünün yazılması için hiç çaba harcanmadığını söylediğim sanılmasın. Yine
meslek odaları çok çaba harcadılar bunun için. Ama bu çabaların ne kadarı o
kısır döngünün dışında taşabildi kuşkuluyum. Örneğin, AOÇ’nin kanlı canlı bir
tarihini yazıp sıradan insana anlatabildik mi? İlk arpa, ilk buğday nerede ekilip
biçildi? Ne zaman Maltepe’ye getirilip un fabrikasına girdi? Marmara ve
Karadeniz havuzlarındaki yüzme yarışmalarını kim kazandı? Ve belki de en önemli
soru: bugün AOÇ’yi gündelik yaşam döngümüze dahil etmek için ne yapmalıyız? Yenilikçi
öyküler ve yollar nerede saklanıyorlar. Bir AOÇ filmimiz, romanımız var mı?
Olanları okuduk mu?
Belki
beni aşırı naif bulanlar olabilir. Ben şuna inanıyorum. Yargı kararlarıyla
kapıldığımız sevinçler sayısız kere kursağımızda kaldı. Gelin bir kez de bir
öykü bizi hayal kırıklığına uğratsın. Okuduklarımdan öğrendiğim bir şey var. Yargı
kararları unutulur ama öyküler unutulmaz…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder