Antropologlar
ilginç bir tespitte bulunuyorlar. Avcı toplayıcı dönemde insanoğlu atalarından
kendisine kalan basit ve gündelik eşyaları koruyup kutsar, herkese ait olduğu
düşünülen toprak gibi unsurlara neredeyse hiçbir bağlılık göstermez. Bazı göçebe
topluluklara göre ataların ruhu o basitmiş gibi görünen eşyalarda onlarla
birlikte yaşamaya devam ediyordu. Bunun için birçok alet ve eşya nesilden
nesile geçerek farklı kuşakların ellerinden geçti. Bugün elimizde Neanderthal
insanlarından kaldığı düşünülen boynuzdan yapılma bir flüt bile mevcut. Ama tarih
ilerledikçe, mülkiyet kavramı yerleştikçe, atalarımıza ait emanetleri kolayca
elden çıkarır olduk. Onlardan kalan kalıcı mal mülke ise kendi hayatımızdan
vazgeçecek bir delilikle bağlanır olduk. Toprak, egemenlik ve dinsel
referanslarıyla örülü bir öyküye dayalı olarak atalarımızın temsil ettiklerini
yaşattığına inandığımız bir kutsallık ifadesine dönüşüverdi. Vefat eden aile büyüklerinin
kişisel eşyalarının nasıl hızla ortadan kalktığını, geriye kısa zamanda
neredeyse hiçbir şey kalmadığını çok defalar görmüşüzdür. Modern toplumlarda bu
anlamda kültürler arasında belli farklılıklar görülse bile nihai olarak “geçici”
olarak görülen şeylerin, “kalıcı” olarak addedilen gayrimenkul gibi varlıklar
karşısında nasıl hızla tükendiklerini görmek aslında şaşırtıcı bir dönüşümü
ifade etmektedir.
Bu
dönüşümde en ilginç olan şey ise kanımca göreli olarak daha geçici görülen şey
ile daha kalıcı olarak görülen şey arasındaki ilişkinin nasıl tanımlandığıyla
yakından ilgilidir. Eğer geçici görülen nesneler, içlerinde taşıdıklarına
inanılan anlam dünyası ile yeni bir öyküye konu edilebilmişlerse ve bu öykü de
kültürel bağlamda bir yerlere oturabilmişse zamana karşı daha direngen görünebilir.
Ama bunun bir de karşıt durumu var. Kalıcı olarak görünen ve modern dönemin “kıt”
olarak görünen kaynaklarının kalıcılığı sürekli yıkıp yeniden yapmaya dayalı
bir yaratıcı yıkımın temel malzemesini oluşturmaktadır. Bunun en güzel örneği
belki de mimarlık birikimiyle gayrimenkul sektörünün iktisadi dinamikleri
arasındaki savaşta izlenebilir. Atalarımızdan kalan eşyalar gibi zamana karşı
direnme ve kendini yenileme gücü kısıtlı olan “tasarım” fikri, üzerinde
bulunduğu arazide birikmekte olan kentsel rant karşısında giderek ezilmektedir.
Bir binaya ait tasarım fikrinin önemine ilişkin bilimsel verilere dayalı olarak
uluslararası, ulusal ve yerel bir bilgi birikimini ve değerleri öyküleştirmeye
çalışan meslek dallarının profesyonelleri ise, yıkılan her tarihi yapıda
dillerindeki sözcükleri kerpetenle çekip alınmış gibi acı duymaktadır. Ancak, o
arazide biriken güncel parasal değerin nasıl en üst düzeye çıkabileceğini hesaplayan
kimseler ise bu tür bir kayboluşun farkında olmaksızın bir anlam çölünde
kaldıklarını anlamadan hayatlarına devam etmektedirler. Ama ne vakte kadar?
Bu
noktada belki kendi yaşadığım bir anekdotu aktarmamda fayda olabilir. Çocukken
bir gün annem elinde eski bir çanakla geldi eve. Simsiyah ahşap oyma çanağın
bir kenarında da ince bir çatlak. En az elli yıllık bir kahve çanağı olduğunu,
baba ocağından geldiğini anlattı bana. Gerçekten de yakınına gelince elli
yıldır demlenen bir kahve gibi buram buram bir koku geliyordu. Sonra annem
nedendir bilmem o çanağı tamir ettirdi. Çatlağa macun dolduruldu, üstüne de
cila çekildi. Vitrinine koyduğunda belki daha güzel ve yeni görünüyordu ama
kahve kokusu yoktu artık. Atalarımızdan bizlere kalan pahada hafif şeyler kolay
gözden çıkarılıp değiştirilebilirler. Ama bu basit şeyleri topyekûn
hayatımızdan uzaklaştırdığımızda da yakıcı bir yoksunlukla karşı karşıya
kalırız. Kayıplarımızın yüzlerini artık zihnimizde canlandıramadığımızda onları
bize hatırlatacak, anılarımızın kayıp kıtalarında yol almamızı sağlayacak ipuçlarını
ve geri çağırma seanslarımızı da kaybederiz. Önemli olan elde kalanlarla elden
çıkarılacaklar arasından anlamlı bir denge noktası bir uzlaşı bulabilmek.
Müzecilik gibi uğraşların toplumlarda ne düzeyde gelişmiş olduğu gibi bir konu
burada bu tür bir uzlaşının göstergesi olarak alınabilir. Benzer şekilde dünyanın
birçok kentinde geçmişe ait mimarlık birikiminin bir şekilde korunduğu ve
gelecek kuşaklara aktarılmaya çalışıldığı görülmekte. Böylece kentlerin hafıza mekânları,
kimlik alanları ve kültürel sığınma adacıkları hayatta kalabilmekte, kente
ilişkin ortak yaşam yeşerecek verimli görsel ve ruhsal örnekler bulabilmekte.
Böylesi
uzun bir giriş yapmamın sebebi geçtiğimiz günlerde Başkent Ankara’nın yıkılan,
kaybolan ve tehdit altında olan özellikle bazı modern dönem yapılarına ilişkin
yaptığımız bir toplantı sonrasında olası bir çözüm önerisini temellendirmek
kaygısından ileri geliyor. Evet, belki kentlerin içerisinde tarihsel birikim
ile modernist yaratıcı yıkım süreçleri arasında bitmeyen bir kavga var ve bu
kavganın kaybedenleri oluyor. Geçmişte de oluyordu. Ama son on yıldır, Başkent
Ankara’da giderek daha fazla hızlanan bir yıkım süreci işliyor. Korumaya
ilişkin kurumsal yapı etkisizleşiyor, bürokratik duyarlılıklar siniyor, siyasi
gündem ve medya bu yıkıma yeterince ilgi göstermiyor. Özellikle cumhuriyet
dönemine ait çeşitli yapılar ve kimlik mekânları yitiyor. Bu yitim sürecinde
TMMOB ve üniversitelerin sınırlı sayıda öğretim elemanı, mesleki kaygılarla ya
da daha derinlere erişen duyarlılıklarla tepki gösteriyor.
Yıkımların
hızlanma sürecini ilk kez bundan tam on yıl önce TMMOB Şehir Plancıları Odası Ankara
Şubesi Yönetim Kurulu Başkanlığını yürüttüğüm 2006 yılında hissetmeye başladım.
Cumhuriyet döneminin endüstri mirası içinde önemli bir yeri bulunan Maltepe’deki
“Havagazı Fabrikası’nın önemli bir kısmı bir gece yarısı operasyonuyla yıkıldı.
Emsalleri Türkiye’nin değişik yerlerinde yeniden işlevlendirilen türünün ilk
örneklerinden olan Havagazı Fabrikasının yıkımı alanın daha sonra Maltepe
Pazarından taşınan esnafın yeri olarak belirlenmesiyle meşrulaştırıldı. Bir
avuç insanla birlikte basın açıklamaları yapılırken iş makinelerinin kaldırdığı
tozlar basın mensuplarının kamera vizörlerini kaplıyordu. Aynı yıl, Atatürk
Orman Çiftliğinin kullanım ve planlama haklarını Ankara Büyükşehir Belediyesine
devreden yasa değişikliği tüm itirazlara rağmen siyasi hesaplara dayanarak iktidar
ve muhalefet milletvekillerinin oy birliği ile geçirildi. Bu yasa değişikliği
hem Atatürk Orman Çiftliğinde yapılacakların hem de yıkılacakların habercisiydi
aslında.
Sonraki
yıllarda her bir yıkımla sanki Ankara’da zaman hızlanırken mekân yavaşladı.
Başkentin çeşitli yerlerinde oluşan boşluklar yerimizi yurdumuzu bulmamızı zorlaştırdı.
2009 yılında ünlü mimar rahmetli Behruz Çinici’nin TBMM Lojmanları yıkıldı. 2013
yılı yıkımlar açısından çok acı bir yıl oldu. Önce 1950’li yılların betonarme
modernist mimarisinin önemli örneklerinden Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı
Genel Müdürlüğü binası yıkıldı, yerine yeni Adalet Bakanlığı binası yapıldı.
Aynı yıl, cumhuriyet dönemi yapılarından olan Atatürk Orman Çiftliği Jandarma
Karakolu ve Başkentin kentsel altyapısının tarihi örneklerinden Su Süzgeci
Binası ortadan kaldırıldı. Su Süzgeci Binası, 15 Temmuz olaylarından sonra
kapatılan bir üniversiteye Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından tahsis
edilerek yıkılmış, yerine hastane yapımına başlanmıştı. Yine cumhuriyet
döneminin önemli yapılarından Etibank Binası da aynı yıl kayıplar arasına karıştı,
şu anda yeri otopark olarak kullanılıyor. 2014 yılında Atatürk Orman
Çiftliğindeki bir başka cumhuriyet dönemi yapısı yıkılırken, 2016 yılı yıkımlar
açısından sarsıcı bir yıl oldu. Özgün bir sivil mimarlık eseri olan 1950’li
yılların özgün bir mimari çözümünü sunan Kumrular İkamet Sitesi tüm yasal
süreçler devam ederken yıkıldı. Ardından her biri birer cumhuriyet dönemi
yapısı olan EGO Hangarları, Turgut Reis İlkokulu, Atatürk Orman Çiftliğindeki
Marmara Köşkü, Çubuk Barajı Gazinosu yıkıldı. Yıkım dalgasının son halkasında,
yarışma sonucunda elde edilmiş bir projeye sahip olan ve 1960’ların mimarisini
yansıtan Danıştay Binası yıkıldı. 15 Temmuzda ciddi hasar gören TBMM Halkla
İlişkiler Binasının ve Behruz Çinici’nin eseri Meclis Binasının akıbeti meçhul.
Hacı Bayram’da da birçok tarihi Ankara evinin restore edilmeden yıkılarak
yerlerine betondan taklitlerinin yapıldığı iddia ediliyor. Alınan haberler,
yıkılanlar yanında tehdit altında olan eserlerin sayısının da azımsanamayacak
ölçüde olduğunu gösteriyor. Saraçoğlu Mahallesi, Ankara Rüzgâr Tüneli yapısı,
TRT Arı ve Orkut Stüdyoları, Milli Kütüphane Binası, İller Bankası Binası,
Cebeci Stadyumu, TCDD Ankara Gar Binası, Opera Binası ve Sergi Evi, Renda
Köşkü, Halide Edip Adıvar Lisesi, Gazi Mustafa Kemal Devlet Hastanesi, Çubuk
Barajı Atatürk Evi ve Şeker Fabrikası Yerleşkesi tehdit altında görünüyor.
Yıkımlar
ve yıkım tehditleri sürerken dikkatimi çeken önemli bir durum ise İller Bankası
binasına ilişkin süreç devam ederken yaşanmaya başladı. Önceki örneklerde bir
şekilde devlet ve kamu gücü yıkımları açıklama, meşrulaştırma gayreti
içerisindeydi. Yıkılan binaların tehdit oluşturduğu, belli bir süre sonra
yeniden “aslına uygun” olarak inşa edilecekleri açıklamaları yapılıyordu. Ancak
birkaç hafta önce, İller Bankasının Ulus Binasında yıkım tehdidi ortaya çıkınca
ilginç bir durum dikkatimi çekti. TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi
yetkilileri olaya ilişkin durumu anlamalarını sağlayacak bir muhatap bulmakta
güçlük çekiyorlardı. Koruma Kurulu, belediye ya da ilgili firmadan herhangi bir
açıklama gelmiyordu. Bu durum belki de 15 Temmuz sonrası yaşanan süreçlerle de
yakından ilgiliydi. FETÖ soruşturması devam ederken ister istemez bürokrasinin
olağan dönemlerden daha tedirgin ve çekingen davrandığı ve bürokrasinin bu
anlamda Başkentteki mimari birikime ve korunacak yapılarak ilişkin reflekslerini
kaybettiği söylenebilir. Bunun doğrudan sonucu, mimarlık birikimi ve korunacak
çevrelere ilişkin yeni bir döneme işaret ediyor olabilir. Bu yeni dönemde,
kamunun tarihi mirasa ilişkin birikimi korumada daha da geri plana çekileceği
tahmin edilebilir. Bu geri çekilmenin tehdit altındaki yapılara ve çevrelere
etkilerinin ne olacağını öngörebilmek güç değil. Fakat bunun yanı sıra toplumda
tarihi yapılara şefkat gösterilmesi ve yapılan restorasyon proje uygulamalarında
karşılaşılan aykırı durumlara ilişkin gösterilen tepkiler açısından da ilginç
bir duyarlılığın yükselmeye başladığı bir dönemden geçiyoruz. Antik
tiyatroların basamaklarının göze aykırı görünen malzemelerle restorasyonu,
Sinan Camilerinin cam ve çelikle yeniden yapılması gibi durumlar bir süredir
gündem oluşturmakta. Kamunun sahiplenmesindeki azalma ile toplumun gösterdiği
duyarlılığı da birlikte okumakta fayda görünüyor.
Bu
iki durumu dikkate alarak, Başkent Ankara’nın geriye kalan kültürel ve mimarlık
mirasını koruma adına üç başlıktan oluşan bir çözüm önerisi geliştirmek
istiyorum. Bu önerinin birinci adımı, kaybolan yapıları, içinde bulundukları mekânsal
bütünlük içerisinde tanımlamayı içeriyor. Yıkılan ya da tehdit altındaki
yapıların önemli bir kısmı, cumhuriyet dönem Ankara’sı olarak
adlandırılabilecek dokunun kendisinin ya da parçalarının içerisinde bulunuyor.
Örneğin Prof. Dr. Çağatay Keskinok, Gar ile başlayıp Gençlik Parkını, Meclis
Binalarını, Heykel Meydanını, Hacı Bayramı kat ederek Bentderesine kadar devam
eden İstasyon Caddesini Milli Mücadelenin, Atatürk Bulvarını ise cumhuriyet
dönemi devrimlerinin ve yaşam biçiminin bir vitrini, göstergesi olarak
değerlendiriyor. Yıkılan ya da tehdit altındaki birçok yapı da bu tür mekânsal unsurlar
üzerinde yer alıyor. O zaman, tek tek yapıları değil, bu yapıların temsil
ettiği değerler ve mekânsal bütünlük üzerinden bir tanım yapılması daha anlamlı
olabilir. Çünkü bu yapıların temsil ettikleri mekânsal bütünlüktür aslında
tehdit altında olan. Hergelen Meydanına yapılan yeni cami ile başlayan bir
aksta, Atatürk Bulvarına cephe veren yapıların arka bahçelerinin ve yapıların
kendilerinin hastanelerin boşaltılmasına kadar birçok unsurun tehdidi altında
olduğunu söylemek mümkün örneğin. O zaman, Atatürk Bulvarının doğu ve
batısındaki yaklaşık beş yüz metrelik bir bandın oluşturduğu bütünlüğün
savunulması anlamlı olabilir.
Öte
yandan bu tür bir savununun ihtiyaç duyduğu bilimsel otorite nasıl sağlanacak
sorusu akla geliyor. Mevcut haliyle koruma kurullarının artık bilimsel referans
kurum olma meşruiyetlerini yitirdikleri görülüyor. Bu noktada 2000’li yılların
ortalarında İstanbul’da gördüğüm bir örnek üzerinden öneride bulunmaya
çalışacağım. Kültür ve Turizm Bakanlığında çalıştığım o yıllarda UNESCO Dünya
Miras Komitesi, Dünya Miras Listesinde yer alan İstanbul’un tarihi alanları
için her yıl heyetler göndererek tarihi yarımadada yapılacak projeler için
kaygılarını belirtmekte, hatta İstanbul’un Tehlike Altındaki Dünya Mirası
Listesine alınabileceği uyarısında bulunmaktaydı. Tarihi Yarımadanın Yönetim
Planı Sınırının belirlenmesi, yönetim planlarının ve koruma amaçlı imar
planlarının yapımı süreci de bir yandan devam etmekteydi. Bu süreçte Bakanlık,
İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve UNESCO yetkilileri arasında hararetli
tartışmalar sürerken, İstanbul Büyükşehir Belediyesi “İstanbul Miras Komitesi” adlı
bir organ oluşturdu. Her ne kadar bu organın oluşturulmasında bazı bürokratik
ve siyasi kaygılar hâkim gibi görünse de bu tür bir organın oluşturulması
oldukça ilginç bir örnek oluşturmaktaydı. Komite hiçbir zaman tanınan ve
ağırlığı bulunan bir referans kuruluşu haline gelmedi ama en azından bir
referans kuruluşun varlığın olan ihtiyaca işaret etmesi açısından dikkate
alınabilir bir deneyimi göstermektedir.
Başkent
Ankara’daki yıkım süreçleri de, kentteki tarihi yapılara ilişkin bilimsel
bilgilere dayalı olarak yeri geldiğinde uyarılarda bulunabilecek, tehdit
altındaki yapı ve varlıklara ilişkin listeler oluşturabilecek yetkinlik,
yeterlilik ve saygınlığa sahip bir referans organa ihtiyaç olduğunu
göstermektedir. Çünkü ne yazık ki Koruma Kurulu başta olmak üzere bu konuda
görevli yapıların bu tür bir işlevi yerine getiremediği görülmektedir. Ben bu
referans organa “Ankara Miras Komitesi” adını vermek istiyorum. Mutlaka çok
disiplinli olması gereken bu organda Ankara’nın tarihi ve mimarlık mirası
konusunda uzmanlık birikimi ile duayen konumuna erişmiş kişilerin bir araya
gelmeleri ve yaşanan süreçlere ilişkin kamuoyunu uyarma vazifesini yerine
getirmeleri çok önemli bir katkı olabilir. Bu Komite, “Ankara Miras Listesi”, “Yok
Edilmiş Miras Listesi”, “Tehdit Altındaki Miras Listesi” ve yıkılan varlıkların
yıkımına sebep olanları teşhir etmek için bir “Kara Liste” yayımlayabilir ve takip
edebilir. Detaylı teknik ve akademik bilgilerden çok basit bir listeleme
çalışmasıyla kentte tehdit altındaki kültürel miras unsurları konusunda kamuoyu
açık bir şekilde bilgilendirilebilir.
Böyle
bir referans organının yanı sıra aynı zamanda halkın tarihi yapılara karşı olan
şefkat duygularına dayalı bir duyarlılığı da örgütlemek gerekli. Bu tür bir
örgütlenme konusunda da birkaç yıl önce Şikago’da uygulanan başarılı bir örnek
aklıma geliyor. Şikago kışları oldukça sert geçen bir kent. Yangın söndürmede
de yangın musluklarının çok önemli bir yeri var. Kentteki binlerce yangın
musluğunu itfaiye yangınlarda söndürme suyu temin etmek için kullanıyor. Ancak
bir sorun var. Kışın çok soğuk günlerinde yangın muslukları donuyor. Bu da
yangınlarda ciddi sorun yaratıyor. Belediye yangın musluklarını soğuğa karşı
yalıtım malzemesi ile korumaya çalışıyor ama yalıtım malzemeleri vandalizme
uğrayabiliyor, çalınabiliyor. Bunun üzerine bir internet uygulaması
geliştiriliyor. Şikago’lular sokaklarındaki yangın musluklarını “evlat edinmeye”
davet ediliyorlar. Bir yangın musluğunu evlat edinen Şikagolular internette
harita üzerine kendi isimlerini bırakıyorlar. Kışın soğuk günlerinde muslukları
kontrol edip bir sorun var ise belediyeye bildiriyorlar. Musluklarına isim
takanlar, kazak örenler bile olmuş. Sonuçta önemli bir kentsel sorun konusu
halkın aidiyet hisleri yardımıyla çözülmüş. Benzer bir uygulamanın Ankara’nın
tarihi yapıları için de kullanılabileceğini düşünüyorum. Mobil destekli bir
uygulama ile isteyenler tarihi yapıları evlat edinebilir. Bu yapıları belirli
aralıklarla belgeleyebilir ya da görüntüleyebilirler. Bu katkılar da internet
üzerinde herkesin görebileceği bir şekilde bir arada toplanır. Böylece halkın
da aktif katılımı konusunda mesafe kat edilebilir.
Başkent
Ankara’daki ya da Türkiye’nin herhangi bir yerindeki yapıların ve mimarlık
kültürünün gelecek kuşaklara aktarılabilmesinin bu çalkantılı dönemde ciddi bir
mücadele süreci gerektirdiği görünüyor. Bu mücadele sürecinde toplumdaki farklı
duyarlılıkları temsil edebilecek yenilikçi araç ve söylemlerle hareket etmek
gerekiyor. Muhtemeldir ki, eldeki varlıkların ortadan kalkmasından çok sonra
birileri dedesinin eski eşyalarının izlerini arayan torunlar misali bir arayışa
girecektir. Ama önemli olan bu arayışlara yer bırakmadan, kentin ve kendimizin
ruhunu zihnimizde canlandırmamıza sağlayan mirasımızı şimdiden koruyup
kollamanın yollarını aramak, bulmak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder