Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

18 Mart 2014 Salı

KABATEPE



-Senaryo Metni-

Kabatepe simülasyon merkezi için düşünülen senaryo beş ayrı karakterin kişiliğinde anlatılır. Bu beş karakter savaşın seyrindeki beş ayrı önemli aşamayı ifade ettiği kadar 20. yüzyıl toplumlarının geçirdiği aşamaları da ifade eder. Aynı zamanda da savaşın insani, gündelik yanını ve kültürler arası kozmopolitanlığını da anlatır.

Bu beş karakterin yaşadıkları senaryonun oluşumunda temel izlekleri oluşturur. Bu izlekler; savaşa yüklenen anlam, savaş öncesi hazırlıklar, savaşın seyri, savaşın gelişiminin farklı taraflarca nasıl anlaşıldığı, savaşın sonuçları, zafer, savaş sonuçlarının ve zaferin toplumların kendi içinde ve uluslararası arenada nasıl yazıldığı ve yayıldığı, uluslaşma sürecine nasıl eklemlendiği gibi kavramlaştırmaların oluşturulmasında birer araç olarak kullanılacaktır.

Her bir karakterin yaşadıklarının farklı bir düzlemde takip eden karakter ile nasıl ilişkilendiği gösterilecek, müze içerisinde karakterlerin anlatımını aşan bir süreklilik kurgusu oluşumu sağlanacaktır. Her bir karakterin hayata ve dünyaya bakış açısındaki temel çelişkiler ve inançlar gösterilerek savaş fikrinin oluşumundan savaşın sonuçta koşulsuz olarak günümüzde herkes tarafından kabul edilen bir barış fikrine ulaşmayı nasıl sağladığı anlatılacaktır.

Karakterler:

  1. Senegalli bir siyahî asker olan “Alacakaranlık Pier”
  2. İngiliz deniz yüzbaşısı “Yüzbaşı Hawksworth”
  3. Gelibolulu keskin nişancı “Uzunların Elif”
  4. İstanbullu “Kolağası Hayrettin”
  5. 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal

1. Senegalli bir siyahî asker olan “alacakaranlık Pier”

Bölüme girişte: Senegal halk şarkılarıyla Fransız Şansonlarının karışımı bir müzik çalar

Haritada: Dakar-Lyon-Çanakkale arasındaki seyahat gösterilir

Senegalli askerin şahsında savaştaki tüm kolonilerin ve sömürgelerden gelen ülke sakinlerinin eşyaları, fotoğrafları ve savaşla ilişkisi sergilenir.

Ortam: Olabildiğince şaşırtıcı, karmaşık ve loştur. Babil’in asma bahçelerine benzer. Birçok dilin aynı anda duyulduğu karmaşık konuşmalar duyulur. Bir sığınağı ve mevzii andıran, toz huzmeleri olan kısımları vardır.

Alacakaranlık Pier: Dakarlı bir Senegallidir. Temel çelişkisi kendisini Fransız’dan çok Fransız kabul etmesidir. Bu savaşı Fransızlardan çok sahiplenir. Bu duygusu ölürken değişir.

Bu kısımda: Savaşın ilk aşaması Pier’in anlatımı ile karışmış biçimde anlatılır.

Anlatım: Aksanlı bir Fransızcadır.

Pier: Ölürken deniz kıyısındaki kruvazörlerin çelik gövdelerini görür.

Alacakaranlık Pier müze senaryosunda “su” öğesini temsil etmektedir. Bu sebeple fiziksel tasarımda su unsuru yaygın bir şekilde kullanılacaktır.

Alacakaranlık Pier’in Sözleri:

Pier önce savaşın birinci aşamasının gelişimini anlatır. Anlatımı aşağıdaki sözlerle biter.

“…ah okyanus. Tepelerin arasındaki bu biçimsiz su kanalı okyanusun enginliği yanında kılıksız bir su birikintisini andırıyor. Yüce Fransız ideallerinin okyanus kıyısındaki benim ülkeme daha önce ulaşmış olmasına şaşmamalı. Zaten Fransızcanın büyük ırmağı yeterdi ancak ülkemin güzelliklerini anlatmaya.

Buraya kadar neden geldiğimi anlayamasam da, Fransız ulusunun bu topraklara da şarap, fişek ve Voltaire getirmesi buraların kaderini değiştirecektir diye düşünüyorum tıpkı bizim gibi. Fransızları ilk gördüğümde çocuktum. Biz okyanusa akan ırmağın kıyısında çıplak balık tutarken geldiler, bize Fransızca öğrettiler, Voltaire okuttular ve şarabı öğrettiler. Yetişkinliğe adım attığımda Lejyona aldılar. İçinde ülkemin balıklarının, madenlerinin ve diğer tüm güzelliklerinin bulunduğu bir gemiyle beni Lyon limanına götürdüler. Adımı da değiştirip Pier yaptılar. Ama lejyondakiler için hiçbir zaman sadece Pier olamadım. Hep “alacakaranlık Pier” olarak kaldım.

Lyon’dan yola çıkarken buraya geleceğimizi söylemediler. Geldiğimizde öğrendim Dardanel denilen boğazda olduğumuzu. Bizi kıyıya ön yığınakların bulunduğu yere indirdiler. Daha sonra yapılacak bir kara savaşı ihtimalini düşünerek. Ama karaya çıkışımız yoğun makineli tüfek ateşi altında gerçekleşti. Nedendir bilmiyorum karaya ilk ayak basanlar ülkemin insanlarıydı. Birkaç adım atamadan başımda bir sıcaklık hissettim. Sendeleyip düştüm. Sanırım son nefesimi veriyorum. Yattığım yerden içinden çıktığım dev kruvazörleri görüyorum. Bu birkaç cümle de son nefesimi vermeden aklımdan geçenlerdi. Oysaki son anımda tüm dünyaya şunu haykırmak istedim:

“Ey suyun çocukları: sizi okyanustan, gölden, nehirden ve dereden alıp getirdiler. Başka suyun çocuklarını vurmanız için. Bırakın bütün suların çocukları birlikte yüzsünler. Balık da tutabilsinler…”

2. İngiliz Deniz Yüzbaşısı “Yüzbaşı Hawksworth”

Bölüme girişte: Bir geminin merdivenlerinden güvertesine çıkılır. Işık oyunları ve yansımalarla ziyaretçilere gemi güvertesinde oldukları izlenimi verilir.

Kaptan köşkü kısmına geçilir. Bu kısımda Bristol Limanı-Lyon-Atina-Çanakkale rotası görülür

Fonda: Gayda ile İskoç havaları ve makine sesleri birlikte duyulmaktadır.

Ortam: Olabildiğince Viktorya dönemi tasarımları ile sanayi devrimini bir arada çağrıştıracak biçimde neo-klasik ve aynı zamanda aydınlıktır. Yer yer Çanakkale tabyalarının denizden görünüşleri yansıtılır ya da panoramik görüntüler verilir. Panoramik görüntüler verilirken fonda uzun havalar duyulur.

Yüzbaşı Hawksworth: Bristol’lü genç bir askerdir. Temel çelişkisi bu savaşa değil sanayi ve endüstrinin gücüne inanmasıdır. Kaçınılmaz olarak savaşın kendileri tarafından kazanılacağına inanır.

Bu kısımda: Savaşın ikinci kısmı yüzbaşının ağzından İngilizce olarak anlatılır. Anlatım aksansız mükemmel bir İngilizcedir.  

Yüzbaşının bulunduğu kruvazör imkânsız bir noktadan atılan top mermisi ile batar.

Yüzbaşı Hawksworth müzede toprağı simgelemektedir. Bu sebeple fiziksel tasarımda toprak unsuru yaygın biçimde kullanılacaktır.

Yüzbaşı Hawksworth’un Sözleri:

Yüzbaşı savaşın ikinci aşamasını anlatır. Anlatımını aşağıdaki sözlerle bitirir:

“Sarhoş olmak için gece yarılarına kadar Bristol limanının leş kokulu pub’larındaki alkol oranı düşük biralarından fıçılarca içtiğimiz uzun yaz gecelerini özledim. Haftalarca kruvazörün içine tıkılıp makine sesleri arasında yolculuk yaparken insan geçmişin tatlı anlarını hatırlıyor. Ama bu anlar da, doğunun isyankâr halkları da günün birinde makine sesinin şaşmazlığına boyun eğmek zorunda kalacak. Askeri Mühendislik okulundan mezun olduğumdan beri bunu biliyorum. Dünya kocaman bir saattir. Binlerce yıldır insanoğlu bu saatin nabzını bilmeden yaşadı. Yalnızca yüz yıldır bu saatin nabzını tutabiliyor, makinelerimizde attırabiliyoruz. Dünyanın nabzı makinelerimizde atarken dünyanın dizginlerini elimize alıyoruz. Makineleri kullanmayı bilmeyen halklara bunu öğretmek de bizim insanlık görevimiz. Onlar imanın dünyasında yaşıyor. İmkânların dünyasını bilmiyorlar. İmanın dünyasından çıkıp imkânların dünyasına girmeleri gerek. Türkler de bu halklardan en büyüğü ve sonuncusu. Yaşadıkları coğrafyanın ve çağın son vagonuna iğreti biçimde tutunmaya çalışıyorlar. Ama onları zorla da olsa vagona bindirmek zorunlu. Doğunun son limanı da artık dünyanın nabzını hissetmeli.

Bristol limanından beri bunları düşünüyorum. Makinelerimizin gücüyle ilerliyor, ilerletiyoruz. Atina’da ikmal yaptıktan sonra Ege’nin suya damlamış mürekkeplere benzeyen adalarla dolu sularına giriyoruz. Boğaza girerken manzaranın ihtişamı karşısında afalladığımı hatırlıyorum. Dardanelin kıvrımlı coğrafyasının her iki yanı karadan ve denizden açılan top ateşleriyle oluşan toz dumanın sisi altında. Savaş planı doğrultusunda boğazının belirlenen bir noktasına hareket edeceğiz. Fransız zırhlılarının yaptığı manevralarla karadaki top mevzileri tahrip edilecek ve biz Boğazın deniz hâkimiyetini elde tutacağımız pozisyona geleceğiz. Fransız zırhlıları karadaki top mevzilerini cehennemden bir güne çevirdikten sonra mevziler sağır ve dilsiz kesiliyor. Pozisyonumuza ilerliyoruz. Artık güvenli sulardayız. Ama umulmadık bir şey oluyor. Cehennemden bir gün canlanıyor. Tahrip olan top bataryalarından birinden tek ve temiz bir ateş açılıyor. Sancak tarafından yaralanıyoruz. Gemideki ardı ardına yaşanan patlamalarda denize düşüyorum. O çok inandığım makinelerin işlettiği pervaneleri görüyorum en son…

Ey toprağın çocukları: İman varsa imkân vardır. Salt imkânın olduğu yerde iman kendine yer bulamayabilir. Toprağın çocuklarının tüm imkânları bir arada barış içinde kullanacağı günlere iman edin!

3. Gelibolulu keskin nişancı “uzunların elif”

Bölüme girişte: Dev bir başörtülü kadın figürünün içinden geçilerek girilir. Kadın figürünün üzerinde binlerce delik vardır. Bu deliklerden rüzgâr gelmesi sağlanmaktadır. Deliklerden aynı zamanda Anadolu halklarını temsil eden binlerce farklı renkte ışık huzmeleri gelmektedir.

Ortam: olabildiğine aydınlık ve rüzgârlıdır. Keskin kenarlı kayaların ve dağların bulundu engebeli bir arazi havası verilmiştir. Yer yer tabyalardan denizin ve gemilerin görünüşleri yansıtılır ya da panoramik görüntüler verilir.

Fonda: Rüzgâr uğultusu ile üst üste bindirilmiş binlerce Anadolu ezgisi yer alır.

Bu kısımda: Savaşın üçüncü kısmı Elif’in ağzından Türkçe anlatılır. Anlatım yumuşak bir Ege ağzıyladır.

Uzunların Elif: Gelibolulu bir genç kızdır. Keskin nişancılığıyla ün yapmıştır. Savaşta tüm yakınlarını kaybetmiştir. Temel çelişkisi savaşta çok büyük yararlıklar göstermesine rağmen savaşın kaybedileceğini düşünmesidir.

Uzunların Elif müzede rüzgârı simgelemektedir. Bu sebeple fiziksel tasarımda rüzgâr unsuru yaygın biçimde kullanılacaktır.

Uzunların Elif’in Sözleri:

Elif savaşın üçüncü aşamasını anlatır. Anlatımını aşağıdaki sözlerle bitirir:

“Ramazan bayramında haberi geldi babamın şehitliğinin. Daha beş kış bile görmemiş bir körpe çocuktum. Babamın mavzerini verdiler elime yadigâr. Fişekler oyuncağım oldu genç kızlık çağıma kadar. İlk âdetimi gördüğüm gün ağabeyimin şehitlik haberini aldım. Tabancası çeyizim oldu. Yüz adımdan asma yaprağını tam ortasından vurmayı öğrendim. Gelinlik çağıma geldiğimde çeyiz sandığımda el işlerimden çok fişek vardı…

Gâvurun yedi düvele nam salmış ordularını toplayıp boğaza yüklendiğini duyunca duramadım yerimde. Mavzerimi kaptığım gibi koştum kışlaya. Dikildim komutanın karşısına. Babamın ve ağamın yerine beni alın dedim. Git işine kadın dediler. Kadının orduda işi ne dediler. İstersen su taşı yaralılara bak dediler. Dinlemedim.

4. İstanbullu Kolağası Hayrettin:

Bölüme girişte: Dar bir girişten, kısa bir ısı dalgasından ve çok yoğun bir atış gürültüsünden geçerek bölüme girilir. Bu giriş savaşın en yoğun anına girildiğini temsil etmektedir.

Ortam: olabildiğince karanlıktır. Sürekli olarak ses ve ışık patlamaları ziyaretçilerin duyularını paralize eder. Genel olarak ortam bir siper görünümündedir. Ziyaretçilere siperlerin ya da sığınakların içindeki klostrofobik duygu yansıtılmaya çalışılır.

Fonda: Ses ve ışık patlamaları dışında mutlak sessizlik sağlanır.  

Bu kısımda: Savaşın üçüncü kısmı Kolağası Hayrettin’in ağzından Türkçe anlatılır. Anlatım düzgün bir İstanbul Türkçesiyledir.

Kolağası Hayrettin: İstanbullu bir doktordur. Sıhhiye olarak görev yapar. Temel çelişkisi savaş kazanılsa dahi Anadolu’nun bir geleceğinin olduğuna inanmamasıdır.

Kolağası Hayrettin ateşi simgelemektedir.

5. 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal

Mustafa Kemal müzede dört karakterin tüm çelişkilerinin ve temsil ettikleri su, toprak, hava ve ateşin uzlaşmasını temsil etmektedir. Mustafa Kemal’in kişiliğinde savaş ve zafer, iman ve imkân, dünya ve millet, dost ve düşman bir araya gelir.

Bölüme girişte belirgin bir fiziksel ayrımı olmayan, yansıma ile elde edilen bir gökkuşağının altından geçilir.

Ortam savaşın tüm seyrinin genelde ve özelde izlenebildiği bir karargâh gibidir. Haritalar, fotoğraflar ve sesler üst üste yansıtılır. Mekânda ilerledikçe silah sesleri önce artar. Sonra azalır.

Silah seslerinin zirve yaptığı noktada bir platform bulunur ve burada Mustafa Kemal’in “Ben size taarruz etmeyi değil ölmeyi emrediyorum…”ile başlayan sözleri duyulur. Ziyaretçiler karşılarında Atatürk'ün silueti görürler. Bir anda savaş kargaşası içinde "Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı" sözü ile eş zamanlı olarak platformdaki hidrolik sütunlar yukarı doğru kalkmaya başlar. Platform üzerindeki ziyaretçiler üzerlerine bastıkları sütunları fark ederek kenara çekilseler de sütunların arasında kalırlar. Sütunlar yükselirken Atatürk silueti ortaya çıkar ve burada Mustafa Kemal’in “Ben size taarruz etmeyi değil ölmeyi emrediyorum…”ile başlayan sözleri duyulur. Ziyaretçilerin kendilerini 57. Alay askerlerinden birisi olarak hissetmeleri sağlanır. Sütunlar yavaşça aşağı doğru inmeye başlar ve şehit olan askerleri simgeleştirir.

Ziyaretçiler ilerledikçe silah sesleri iyice azalır. Silah seslerinin sustuğu noktada da Mustafa Kemal’in Çanakkale’de yatan yabancı askerlere hitaben “onlar bizim evlatlarımızdır…” sözleri duyulur.

Ortamda ayrıca bir yol haritasında Çanakkale’den Türkiye Cumhuriyeti kuruluncaya kadar geçen süredeki tüm savaşlar ve yenilgiler uluslaşma sürecinin bir bütünü olarak canlandırılır.

Bu bölümden çıkışta savaş sesleri yerini doğa seslerine, doğanın sürekliliğine bırakır.

Bu Bölümde Mustafa Kemal’in ses kayıtlarından yola çıkılarak dijital yollarla ses benzetimi yoluyla onun sesine tam benzetilmiş bir ses kullanılarak savaşın son bölümü anlatılır. Anlatımda mümkün olduğu kadar Mustafa Kemal’in sözleri ve resmi kaynaklar dikkate alınır. Ayrıca Mustafa Kemal’in kişisel bir seslenişine yer verilmez.

Hiç yorum yok: