-Senaryo Metni-
Kabatepe simülasyon merkezi için
düşünülen senaryo beş ayrı karakterin kişiliğinde anlatılır. Bu beş karakter
savaşın seyrindeki beş ayrı önemli aşamayı ifade ettiği kadar 20. yüzyıl
toplumlarının geçirdiği aşamaları da ifade eder. Aynı zamanda da savaşın insani,
gündelik yanını ve kültürler arası kozmopolitanlığını da anlatır.
Bu beş karakterin yaşadıkları senaryonun
oluşumunda temel izlekleri oluşturur. Bu izlekler; savaşa yüklenen anlam, savaş
öncesi hazırlıklar, savaşın seyri, savaşın gelişiminin farklı taraflarca nasıl
anlaşıldığı, savaşın sonuçları, zafer, savaş sonuçlarının ve zaferin
toplumların kendi içinde ve uluslararası arenada nasıl yazıldığı ve yayıldığı,
uluslaşma sürecine nasıl eklemlendiği gibi kavramlaştırmaların oluşturulmasında
birer araç olarak kullanılacaktır.
Her bir karakterin yaşadıklarının
farklı bir düzlemde takip eden karakter ile nasıl ilişkilendiği gösterilecek,
müze içerisinde karakterlerin anlatımını aşan bir süreklilik kurgusu oluşumu
sağlanacaktır. Her bir karakterin hayata ve dünyaya bakış açısındaki temel
çelişkiler ve inançlar gösterilerek savaş fikrinin oluşumundan savaşın sonuçta
koşulsuz olarak günümüzde herkes tarafından kabul edilen bir barış fikrine ulaşmayı
nasıl sağladığı anlatılacaktır.
Karakterler:
- Senegalli bir siyahî asker olan “Alacakaranlık Pier”
- İngiliz deniz yüzbaşısı “Yüzbaşı Hawksworth”
- Gelibolulu keskin nişancı “Uzunların Elif”
- İstanbullu “Kolağası Hayrettin”
- 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal
1. Senegalli bir siyahî asker
olan “alacakaranlık Pier”
Bölüme girişte: Senegal halk
şarkılarıyla Fransız Şansonlarının karışımı bir müzik çalar
Haritada: Dakar-Lyon-Çanakkale
arasındaki seyahat gösterilir
Senegalli askerin şahsında
savaştaki tüm kolonilerin ve sömürgelerden gelen ülke sakinlerinin eşyaları,
fotoğrafları ve savaşla ilişkisi sergilenir.
Ortam: Olabildiğince şaşırtıcı,
karmaşık ve loştur. Babil’in asma bahçelerine benzer. Birçok dilin aynı anda
duyulduğu karmaşık konuşmalar duyulur. Bir sığınağı ve mevzii andıran, toz
huzmeleri olan kısımları vardır.
Alacakaranlık Pier: Dakarlı bir
Senegallidir. Temel çelişkisi kendisini Fransız’dan çok Fransız kabul
etmesidir. Bu savaşı Fransızlardan çok sahiplenir. Bu duygusu ölürken değişir.
Bu kısımda: Savaşın ilk aşaması
Pier’in anlatımı ile karışmış biçimde anlatılır.
Anlatım: Aksanlı bir
Fransızcadır.
Pier: Ölürken deniz kıyısındaki
kruvazörlerin çelik gövdelerini görür.
Alacakaranlık Pier müze
senaryosunda “su” öğesini temsil etmektedir. Bu sebeple fiziksel tasarımda su
unsuru yaygın bir şekilde kullanılacaktır.
Alacakaranlık Pier’in Sözleri:
Pier önce savaşın birinci
aşamasının gelişimini anlatır. Anlatımı aşağıdaki sözlerle biter.
“…ah okyanus. Tepelerin
arasındaki bu biçimsiz su kanalı okyanusun enginliği yanında kılıksız bir su
birikintisini andırıyor. Yüce Fransız ideallerinin okyanus kıyısındaki benim
ülkeme daha önce ulaşmış olmasına şaşmamalı. Zaten Fransızcanın büyük ırmağı
yeterdi ancak ülkemin güzelliklerini anlatmaya.
Buraya kadar neden geldiğimi anlayamasam da, Fransız ulusunun bu topraklara da şarap, fişek ve Voltaire getirmesi buraların kaderini değiştirecektir diye düşünüyorum tıpkı bizim gibi. Fransızları ilk gördüğümde çocuktum. Biz okyanusa akan ırmağın kıyısında çıplak balık tutarken geldiler, bize Fransızca öğrettiler, Voltaire okuttular ve şarabı öğrettiler. Yetişkinliğe adım attığımda Lejyona aldılar. İçinde ülkemin balıklarının, madenlerinin ve diğer tüm güzelliklerinin bulunduğu bir gemiyle beni Lyon limanına götürdüler. Adımı da değiştirip Pier yaptılar. Ama lejyondakiler için hiçbir zaman sadece Pier olamadım. Hep “alacakaranlık Pier” olarak kaldım.
Lyon’dan yola çıkarken buraya
geleceğimizi söylemediler. Geldiğimizde öğrendim Dardanel denilen boğazda
olduğumuzu. Bizi kıyıya ön yığınakların bulunduğu yere indirdiler. Daha sonra
yapılacak bir kara savaşı ihtimalini düşünerek. Ama karaya çıkışımız yoğun
makineli tüfek ateşi altında gerçekleşti. Nedendir bilmiyorum karaya ilk ayak
basanlar ülkemin insanlarıydı. Birkaç adım atamadan başımda bir sıcaklık
hissettim. Sendeleyip düştüm. Sanırım son nefesimi veriyorum. Yattığım yerden
içinden çıktığım dev kruvazörleri görüyorum. Bu birkaç cümle de son nefesimi
vermeden aklımdan geçenlerdi. Oysaki son anımda tüm dünyaya şunu haykırmak
istedim:
“Ey suyun çocukları: sizi
okyanustan, gölden, nehirden ve dereden alıp getirdiler. Başka suyun
çocuklarını vurmanız için. Bırakın bütün suların çocukları birlikte yüzsünler.
Balık da tutabilsinler…”
2. İngiliz Deniz Yüzbaşısı
“Yüzbaşı Hawksworth”
Bölüme girişte: Bir geminin
merdivenlerinden güvertesine çıkılır. Işık oyunları ve yansımalarla
ziyaretçilere gemi güvertesinde oldukları izlenimi verilir.
Kaptan köşkü kısmına geçilir. Bu
kısımda Bristol Limanı-Lyon-Atina-Çanakkale rotası görülür
Fonda: Gayda ile İskoç havaları
ve makine sesleri birlikte duyulmaktadır.
Ortam: Olabildiğince Viktorya
dönemi tasarımları ile sanayi devrimini bir arada çağrıştıracak biçimde neo-klasik
ve aynı zamanda aydınlıktır. Yer yer Çanakkale tabyalarının denizden
görünüşleri yansıtılır ya da panoramik görüntüler verilir. Panoramik görüntüler
verilirken fonda uzun havalar duyulur.
Yüzbaşı Hawksworth: Bristol’lü
genç bir askerdir. Temel çelişkisi bu savaşa değil sanayi ve endüstrinin gücüne
inanmasıdır. Kaçınılmaz olarak savaşın kendileri tarafından kazanılacağına
inanır.
Bu kısımda: Savaşın ikinci kısmı
yüzbaşının ağzından İngilizce olarak anlatılır. Anlatım aksansız mükemmel bir İngilizcedir.
Yüzbaşının bulunduğu kruvazör imkânsız
bir noktadan atılan top mermisi ile batar.
Yüzbaşı Hawksworth müzede toprağı
simgelemektedir. Bu sebeple fiziksel tasarımda toprak unsuru yaygın biçimde
kullanılacaktır.
Yüzbaşı Hawksworth’un Sözleri:
Yüzbaşı savaşın ikinci aşamasını
anlatır. Anlatımını aşağıdaki sözlerle bitirir:
“Sarhoş olmak için gece
yarılarına kadar Bristol limanının leş kokulu pub’larındaki alkol oranı düşük
biralarından fıçılarca içtiğimiz uzun yaz gecelerini özledim. Haftalarca
kruvazörün içine tıkılıp makine sesleri arasında yolculuk yaparken insan
geçmişin tatlı anlarını hatırlıyor. Ama bu anlar da, doğunun isyankâr halkları
da günün birinde makine sesinin şaşmazlığına boyun eğmek zorunda kalacak.
Askeri Mühendislik okulundan mezun olduğumdan beri bunu biliyorum. Dünya
kocaman bir saattir. Binlerce yıldır insanoğlu bu saatin nabzını bilmeden
yaşadı. Yalnızca yüz yıldır bu saatin nabzını tutabiliyor, makinelerimizde
attırabiliyoruz. Dünyanın nabzı makinelerimizde atarken dünyanın dizginlerini
elimize alıyoruz. Makineleri kullanmayı bilmeyen halklara bunu öğretmek de
bizim insanlık görevimiz. Onlar imanın dünyasında yaşıyor. İmkânların dünyasını
bilmiyorlar. İmanın dünyasından çıkıp imkânların dünyasına girmeleri gerek. Türkler
de bu halklardan en büyüğü ve sonuncusu. Yaşadıkları coğrafyanın ve çağın son
vagonuna iğreti biçimde tutunmaya çalışıyorlar. Ama onları zorla da olsa vagona
bindirmek zorunlu. Doğunun son limanı da artık dünyanın nabzını hissetmeli.
Bristol limanından beri bunları
düşünüyorum. Makinelerimizin gücüyle ilerliyor, ilerletiyoruz. Atina’da ikmal
yaptıktan sonra Ege’nin suya damlamış mürekkeplere benzeyen adalarla dolu
sularına giriyoruz. Boğaza girerken manzaranın ihtişamı karşısında afalladığımı
hatırlıyorum. Dardanelin kıvrımlı coğrafyasının her iki yanı karadan ve
denizden açılan top ateşleriyle oluşan toz dumanın sisi altında. Savaş planı
doğrultusunda boğazının belirlenen bir noktasına hareket edeceğiz. Fransız
zırhlılarının yaptığı manevralarla karadaki top mevzileri tahrip edilecek ve
biz Boğazın deniz hâkimiyetini elde tutacağımız pozisyona geleceğiz. Fransız
zırhlıları karadaki top mevzilerini cehennemden bir güne çevirdikten sonra
mevziler sağır ve dilsiz kesiliyor. Pozisyonumuza ilerliyoruz. Artık güvenli
sulardayız. Ama umulmadık bir şey oluyor. Cehennemden bir gün canlanıyor.
Tahrip olan top bataryalarından birinden tek ve temiz bir ateş açılıyor. Sancak
tarafından yaralanıyoruz. Gemideki ardı ardına yaşanan patlamalarda denize
düşüyorum. O çok inandığım makinelerin işlettiği pervaneleri görüyorum en son…
Ey toprağın çocukları: İman varsa
imkân vardır. Salt imkânın olduğu yerde iman kendine yer bulamayabilir.
Toprağın çocuklarının tüm imkânları bir arada barış içinde kullanacağı günlere
iman edin!
3. Gelibolulu keskin nişancı “uzunların
elif”
Bölüme girişte: Dev bir başörtülü
kadın figürünün içinden geçilerek girilir. Kadın figürünün üzerinde binlerce delik
vardır. Bu deliklerden rüzgâr gelmesi sağlanmaktadır. Deliklerden aynı zamanda Anadolu
halklarını temsil eden binlerce farklı renkte ışık huzmeleri gelmektedir.
Ortam: olabildiğine aydınlık ve
rüzgârlıdır. Keskin kenarlı kayaların ve dağların bulundu engebeli bir arazi
havası verilmiştir. Yer yer tabyalardan denizin ve gemilerin görünüşleri
yansıtılır ya da panoramik görüntüler verilir.
Fonda: Rüzgâr uğultusu ile üst
üste bindirilmiş binlerce Anadolu ezgisi yer alır.
Bu kısımda: Savaşın üçüncü kısmı
Elif’in ağzından Türkçe anlatılır. Anlatım yumuşak bir Ege ağzıyladır.
Uzunların Elif: Gelibolulu bir
genç kızdır. Keskin nişancılığıyla ün yapmıştır. Savaşta tüm yakınlarını
kaybetmiştir. Temel çelişkisi savaşta çok büyük yararlıklar göstermesine rağmen
savaşın kaybedileceğini düşünmesidir.
Uzunların Elif müzede rüzgârı
simgelemektedir. Bu sebeple fiziksel tasarımda rüzgâr unsuru yaygın biçimde
kullanılacaktır.
Uzunların Elif’in Sözleri:
Elif savaşın üçüncü aşamasını
anlatır. Anlatımını aşağıdaki sözlerle bitirir:
“Ramazan bayramında haberi geldi
babamın şehitliğinin. Daha beş kış bile görmemiş bir körpe çocuktum. Babamın
mavzerini verdiler elime yadigâr. Fişekler oyuncağım oldu genç kızlık çağıma
kadar. İlk âdetimi gördüğüm gün ağabeyimin şehitlik haberini aldım. Tabancası
çeyizim oldu. Yüz adımdan asma yaprağını tam ortasından vurmayı öğrendim.
Gelinlik çağıma geldiğimde çeyiz sandığımda el işlerimden çok fişek vardı…
Gâvurun yedi düvele nam salmış
ordularını toplayıp boğaza yüklendiğini duyunca duramadım yerimde. Mavzerimi
kaptığım gibi koştum kışlaya. Dikildim komutanın karşısına. Babamın ve ağamın
yerine beni alın dedim. Git işine kadın dediler. Kadının orduda işi ne dediler.
İstersen su taşı yaralılara bak dediler. Dinlemedim.
4. İstanbullu Kolağası Hayrettin:
Bölüme girişte: Dar bir girişten,
kısa bir ısı dalgasından ve çok yoğun bir atış gürültüsünden geçerek bölüme
girilir. Bu giriş savaşın en yoğun anına girildiğini temsil etmektedir.
Ortam: olabildiğince karanlıktır.
Sürekli olarak ses ve ışık patlamaları ziyaretçilerin duyularını paralize eder.
Genel olarak ortam bir siper görünümündedir. Ziyaretçilere siperlerin ya da
sığınakların içindeki klostrofobik duygu yansıtılmaya çalışılır.
Fonda: Ses ve ışık patlamaları
dışında mutlak sessizlik sağlanır.
Bu kısımda: Savaşın üçüncü kısmı Kolağası
Hayrettin’in ağzından Türkçe anlatılır. Anlatım düzgün bir İstanbul
Türkçesiyledir.
Kolağası Hayrettin: İstanbullu
bir doktordur. Sıhhiye olarak görev yapar. Temel çelişkisi savaş kazanılsa dahi
Anadolu’nun bir geleceğinin olduğuna inanmamasıdır.
Kolağası Hayrettin ateşi
simgelemektedir.
5. 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal
Mustafa Kemal müzede dört
karakterin tüm çelişkilerinin ve temsil ettikleri su, toprak, hava ve ateşin
uzlaşmasını temsil etmektedir. Mustafa Kemal’in kişiliğinde savaş ve zafer,
iman ve imkân, dünya ve millet, dost ve düşman bir araya gelir.
Bölüme girişte belirgin bir
fiziksel ayrımı olmayan, yansıma ile elde edilen bir gökkuşağının altından
geçilir.
Ortam savaşın tüm seyrinin
genelde ve özelde izlenebildiği bir karargâh gibidir. Haritalar, fotoğraflar ve
sesler üst üste yansıtılır. Mekânda ilerledikçe silah sesleri önce artar. Sonra
azalır.
Silah seslerinin zirve yaptığı
noktada bir platform bulunur ve burada Mustafa Kemal’in “Ben size taarruz
etmeyi değil ölmeyi emrediyorum…”ile başlayan sözleri duyulur. Ziyaretçiler karşılarında
Atatürk'ün silueti görürler. Bir anda savaş kargaşası içinde "Bastığın
yerleri toprak diyerek geçme tanı" sözü ile eş zamanlı olarak platformdaki
hidrolik sütunlar yukarı doğru kalkmaya başlar. Platform üzerindeki ziyaretçiler
üzerlerine bastıkları sütunları fark ederek kenara çekilseler de sütunların
arasında kalırlar. Sütunlar yükselirken Atatürk silueti ortaya çıkar ve burada
Mustafa Kemal’in “Ben size taarruz etmeyi değil ölmeyi emrediyorum…”ile
başlayan sözleri duyulur. Ziyaretçilerin kendilerini 57. Alay askerlerinden
birisi olarak hissetmeleri sağlanır. Sütunlar yavaşça aşağı doğru inmeye başlar
ve şehit olan askerleri simgeleştirir.
Ziyaretçiler ilerledikçe silah
sesleri iyice azalır. Silah seslerinin sustuğu noktada da Mustafa Kemal’in
Çanakkale’de yatan yabancı askerlere hitaben “onlar bizim evlatlarımızdır…”
sözleri duyulur.
Ortamda ayrıca bir yol
haritasında Çanakkale’den Türkiye Cumhuriyeti kuruluncaya kadar geçen süredeki
tüm savaşlar ve yenilgiler uluslaşma sürecinin bir bütünü olarak canlandırılır.
Bu bölümden çıkışta savaş sesleri
yerini doğa seslerine, doğanın sürekliliğine bırakır.
Bu Bölümde Mustafa Kemal’in ses
kayıtlarından yola çıkılarak dijital yollarla ses benzetimi yoluyla onun sesine
tam benzetilmiş bir ses kullanılarak savaşın son bölümü anlatılır. Anlatımda
mümkün olduğu kadar Mustafa Kemal’in sözleri ve resmi kaynaklar dikkate alınır.
Ayrıca Mustafa Kemal’in kişisel bir seslenişine yer verilmez.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder