Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

24 Ağustos 2012 Cuma

ALAN-TALAN-YALAN-KALAN KULLANIMLAR


 

Geçmişte bilim-kurgu yazarlarının ve gelecek bilimcilerin önemli bir kırılma noktası oluşturacağını öngördükleri iki binli yılların içinden geçiyoruz, ya da biz duruyoruz onlar bizim hayatlarımızın içinden kayıp gidiyorlar. Yıllar kayıp giderken kentler gerçekten de farkına tam olarak varamadığımız bir eşiği atladılar. İki binlerin ilk yıllarından bir gün, dünyadaki kentli nüfus büyüklüğü kırda yaşayanları aştı. Artık hayat kentlerde geçmektedir, ya da bir başka değişle kentler hayatın ta kendisi olmuşlardır. Kentler hayatın her alanının tüm boyutlarını öylesine bürüyüp sarmalamışlardır ki, kültürel ya da nostaljik köklerden gelen kent-kır ayrımı anlamını kaybetmiş, “kır” ya da “köy”le ilgili kavramlar özellikle genç nüfus için uzak bir hayal olmanın ötesinde anlamını kaybetmeye başlamıştır. Böylesine bir ortamda kentlerimizdeki her karış alanda neler olup neler bittiği, içeriği ve fiziksel biçimi çok büyük önem kazanmaktadır. Çünkü kent hayatın ta kendisiyse, kaderimizin ne yöne ilerleyeceğinde kentlerdeki mekânın kavrayabileceğimizin ötesinde bir anlamı olmalıdır.

 

Peki ya bu kadar önemli olan kentlerde hangi alanda ne olacağına, kimlerin bu alanlarda, ne tür yapılarda ve nasıl yaşayacağına kimler ve nasıl karar vermektedir? Sosyal bilimciler bu sorunun cevabının altında karmaşık sosyal, siyasal ve ekonomik süreçlerin yattığını söyleseler de teknik olarak çok da karmaşık olmayan bir planlama süreci işlemektedir. Basitçe ifade edilecek olursa kent plancıları çeşitli karar verme mekanizmalarınca oluşturulan kararları planlama diline çağdaş standart ve kabuller doğrultusunda çevirip bu kararları haritalar üzerine yansıtmaktadırlar. Bu sırada kentte oluşturulan çeşitli alanlara da alan kullanımı adı altında birer işlev atfedilmektedir. Bazı arsalar konut, diğerleri ticaret, sanayi gibi iş alanları, bazıları da okul, sağlık tesisi gibi sosyal amaçlı alanlar olarak ayrılırlar. Dolayısıyla bir alanda ne olup ne olmayacağının o alanın alan kullanımında yattığını söylemek yanlış olmaz.

 

Ancak, yaşadığımız kentlerdeki farklı mekânlarda nelerin olacağının sadece alan kullanımı kavramı ile belirlendiğini kabul etmek hayatın ve dolayısıyla kentlerimizin doğasının çok da iyi kavranamadığına işaret eder. Çünkü alan kullanımının yanı sıra talan kullanımı, yalan kullanımı ve kalan kullanımından da bahsetmek mümkündür. Örneğin, yaşadığımız kentin imar planında bir alan park alanı olarak ayrılır. Bu alan sıradan insan için çoğunlukla köşe başındaki boş arsa ya da cadde kenarındaki çöp atılan alandır. Fakat planları hazırlayanlar dışındaki diğer bazı insanların bu alan için farklı planları vardır. Cebinde bir miktar parası olan yeni yetme bu alanda bir benzin istasyonu açıp kısa yoldan zengin olmanın düşlerini kurarken, mahallenin cami yaptırma derneğinin başındaki emekli hacı altında dükkânlar olan bir cami yaptırıp dükkânlardan birinde hac ve cenaze malzemeleri satarak oyalanmayı düşünmektedir. Çoğunlukla bu düşlerin sahipleri gerekli ve yeterli nüfuzu elde ettiklerinde amaçlarına ulaşırlar. Alan kullanımı artık bir talan kullanımına dönüşmüştür. Bir müddet mevcut planlama kararları yok sayılır. Şizofrenik bir durum oluşur. Hukuki bir belge olan imar planında o köşe başında park olduğu varsayılırken gerçekte orada bir benzin istasyonunun renkli tabelası yükselmektedir. Nüfuzunu kullanan bu durumu da kendi lehine düzeltmek için harekete geçer. Araya adamlar konur. Konu ile ilgili en büyük başa rica minnet edilir. Sonuçta da o imar planında değişiklik yapılır ve talan kullanımı da yalan kullanımına dönüştürülmüş olur. Ve ne yazık ki kentlerimizdeki temel mekânsal süreçler kentlerimizi depreme karşı hazırlamaya, kentlerimizin yönetimini daha katılımcı şeffaf ve hesap verebilir hale getirmeye ve daha yaşanabilir mekânlar üretmeye değil bu alan-talan-yalan-kalan kullanımı sürecini sürdürmeye yönelik olarak işletilmektedir.

 

Artık zahiri ya da hayali de olsa ortada bir park ya da köşe başındaki boş arsa yoktur. Kalan kullanım çocuklarımızın koşma oynama ihtimali ve sevinci, yaşlı bir çiftin kemik sızılarını güneşe ovdurma ihtiyacı ve birkaç serçenin kuru bir dal üzerinde dinlenme hakkı üzerine kurulmuş bir aymazlık abidesidir. Parklar ve meydanlar yerine aymazlık abidelerinin sergilendiği kentlerde zaman bile dinlenmeye yer bulamaz. Ancak insanların zihinlerinden bir pilden boşalır gibi geçerken ve kentlinin ayaklarını dolaştırırken kokuşur, tarih sahneden çekilir. Tarihin sahneden çekildiği kentler, kendi tarihlerini yazsalar dahi kuma açılmış çukurlar gibi kendi içlerine çökerler. Bunun önlenmesi için de tek yol vardır: alan-talan-yalan-kalan kullanımlarla dolu ve kâğıt üzerine çizilmekle gerçekleşeceğine inanılan bir kent yerine, yaşandığı, sahip çıkıldığı ve çakılların düşlerine ortak olunduğu için var olan bir kent mekânı hayal etmek…

 

 

Hiç yorum yok: