Geçmişte bilim-kurgu yazarlarının
ve gelecek bilimcilerin önemli bir kırılma noktası oluşturacağını öngördükleri
iki binli yılların içinden geçiyoruz, ya da biz duruyoruz onlar bizim
hayatlarımızın içinden kayıp gidiyorlar. Yıllar kayıp giderken kentler gerçekten
de farkına tam olarak varamadığımız bir eşiği atladılar. İki binlerin ilk yıllarından
bir gün, dünyadaki kentli nüfus büyüklüğü kırda yaşayanları aştı. Artık hayat
kentlerde geçmektedir, ya da bir başka değişle kentler hayatın ta kendisi
olmuşlardır. Kentler hayatın her alanının tüm boyutlarını öylesine bürüyüp
sarmalamışlardır ki, kültürel ya da nostaljik köklerden gelen kent-kır ayrımı
anlamını kaybetmiş, “kır” ya da “köy”le ilgili kavramlar özellikle genç nüfus
için uzak bir hayal olmanın ötesinde anlamını kaybetmeye başlamıştır. Böylesine
bir ortamda kentlerimizdeki her karış alanda neler olup neler bittiği, içeriği
ve fiziksel biçimi çok büyük önem kazanmaktadır. Çünkü kent hayatın ta kendisiyse,
kaderimizin ne yöne ilerleyeceğinde kentlerdeki mekânın kavrayabileceğimizin
ötesinde bir anlamı olmalıdır.
Peki ya bu kadar önemli olan
kentlerde hangi alanda ne olacağına, kimlerin bu alanlarda, ne tür yapılarda ve
nasıl yaşayacağına kimler ve nasıl karar vermektedir? Sosyal bilimciler bu
sorunun cevabının altında karmaşık sosyal, siyasal ve ekonomik süreçlerin
yattığını söyleseler de teknik olarak çok da karmaşık olmayan bir planlama
süreci işlemektedir. Basitçe ifade edilecek olursa kent plancıları çeşitli
karar verme mekanizmalarınca oluşturulan kararları planlama diline çağdaş
standart ve kabuller doğrultusunda çevirip bu kararları haritalar üzerine
yansıtmaktadırlar. Bu sırada kentte oluşturulan çeşitli alanlara da alan kullanımı adı altında birer işlev
atfedilmektedir. Bazı arsalar konut, diğerleri ticaret, sanayi gibi iş
alanları, bazıları da okul, sağlık tesisi gibi sosyal amaçlı alanlar olarak
ayrılırlar. Dolayısıyla bir alanda ne olup ne olmayacağının o alanın alan
kullanımında yattığını söylemek yanlış olmaz.
Ancak, yaşadığımız kentlerdeki
farklı mekânlarda nelerin olacağının sadece alan kullanımı kavramı ile
belirlendiğini kabul etmek hayatın ve dolayısıyla kentlerimizin doğasının çok
da iyi kavranamadığına işaret eder. Çünkü alan
kullanımının yanı sıra talan
kullanımı, yalan kullanımı ve kalan kullanımından da bahsetmek
mümkündür. Örneğin, yaşadığımız kentin imar planında bir alan park alanı olarak
ayrılır. Bu alan sıradan insan için çoğunlukla köşe başındaki boş arsa ya da cadde
kenarındaki çöp atılan alandır. Fakat planları hazırlayanlar dışındaki diğer
bazı insanların bu alan için farklı planları vardır. Cebinde bir miktar parası
olan yeni yetme bu alanda bir benzin istasyonu açıp kısa yoldan zengin olmanın
düşlerini kurarken, mahallenin cami yaptırma derneğinin başındaki emekli hacı
altında dükkânlar olan bir cami yaptırıp dükkânlardan birinde hac ve cenaze
malzemeleri satarak oyalanmayı düşünmektedir. Çoğunlukla bu düşlerin sahipleri
gerekli ve yeterli nüfuzu elde ettiklerinde amaçlarına ulaşırlar. Alan kullanımı artık bir talan kullanımına dönüşmüştür. Bir
müddet mevcut planlama kararları yok sayılır. Şizofrenik bir durum oluşur.
Hukuki bir belge olan imar planında o köşe başında park olduğu varsayılırken
gerçekte orada bir benzin istasyonunun renkli tabelası yükselmektedir. Nüfuzunu
kullanan bu durumu da kendi lehine düzeltmek için harekete geçer. Araya adamlar
konur. Konu ile ilgili en büyük başa rica minnet edilir. Sonuçta da o imar
planında değişiklik yapılır ve talan kullanımı
da yalan kullanımına dönüştürülmüş
olur. Ve ne yazık ki kentlerimizdeki temel mekânsal süreçler kentlerimizi
depreme karşı hazırlamaya, kentlerimizin yönetimini daha katılımcı şeffaf ve
hesap verebilir hale getirmeye ve daha yaşanabilir mekânlar üretmeye değil bu alan-talan-yalan-kalan kullanımı
sürecini sürdürmeye yönelik olarak işletilmektedir.
Artık zahiri ya da hayali de olsa
ortada bir park ya da köşe başındaki boş arsa yoktur. Kalan kullanım çocuklarımızın koşma oynama ihtimali ve sevinci, yaşlı
bir çiftin kemik sızılarını güneşe ovdurma ihtiyacı ve birkaç serçenin kuru bir
dal üzerinde dinlenme hakkı üzerine kurulmuş bir aymazlık abidesidir. Parklar
ve meydanlar yerine aymazlık abidelerinin sergilendiği kentlerde zaman bile
dinlenmeye yer bulamaz. Ancak insanların zihinlerinden bir pilden boşalır gibi
geçerken ve kentlinin ayaklarını dolaştırırken kokuşur, tarih sahneden çekilir.
Tarihin sahneden çekildiği kentler, kendi tarihlerini yazsalar dahi kuma
açılmış çukurlar gibi kendi içlerine çökerler. Bunun önlenmesi için de tek yol
vardır: alan-talan-yalan-kalan
kullanımlarla dolu ve kâğıt üzerine çizilmekle gerçekleşeceğine inanılan bir
kent yerine, yaşandığı, sahip çıkıldığı ve çakılların düşlerine ortak olunduğu
için var olan bir kent mekânı hayal etmek…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder