Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

24 Temmuz 2016 Pazar

BİR KENT DARBESİNİN ANATOMİSİ























"Metropol mimarisi kaçaklar ve suçlular için ideal koşulları sunar. Her an savaş alanına dönebilecek şekilde tasarlanmış şehir tehlikenin anavatanı. Pusu ve tuzaklarla dolu. King Kong kadar açık bir hedefiz. Burada yalnızca virüsler ve senin gibi hayaletler eminiyette" Murat Menteş ve Kutlukhan Perker'in Dehşet Bey adlı çizgi romanından alıntı, Karakarga Dergisi Sayı 4.

15 Temmuz akşamı Türkiye Cumhuriyeti tarihinde yeni bir sayfa açtı desek hiç abartılı olmaz. Önümüzdeki yıllarda devlet yapılanması, siyasette cemaatlerin etkileri, devlet kadrolarının oluşumunda liyakatin yeri, toplumda kayırmacı ilişkilerin nerelere varabileceği ve sermaye birikim süreçlerinde dini çıkar ağlarının yeri dahil olmak üzere birçok konuyu geçmişe atıfla uzun uzun tartışacağımızı söyleyebiliriz. "Ben demiştim"cilerle, "ben değilim"ciler arasında muhtemelen çok büyük bir gri alanda tartışmalar sürecek. Bu tartışmaları verili olan bilgiler üzerinden yapmak, komplo teorilerinin perspektifinden bakmak ya da büyük teorilere atıfla pozisyon almak da karşımıza çıkan seçenekler arasında. Ancak, tüm bunları yapmaya başlamadan önce, yaşadığımız olayın tam adını koymak, olayların eylemsel özgünlüğünü tanımlamak zorundayız. Bunu yapmalıyız ki, her ne sebepten olursa olsun bir daha benzer olaylarla karşılaşmamamız için nereye odaklanmamız gerektiğini iyi görebilelim. 

O akşam, Üniversitemizin yıl sonu yemeğinde dostlar arasında bir akşam yaşıyorduk. Siyasetçi ve bürokrat davetliler, üniversitemizin yönetimi ve akademik kadrosu bir yaz akşamında önce güzel bir yemek, ardından da yılların sanatçısı Erol Evgin'in şarkılarını canlı dinlemek için bir aradaydık. Saat 21:30 civarından yemek sonlandı ve Erol Evgin konserine başladı. Çocukluğumdan beri dinlediğim şarkılarını yaşından beklenmeyecek şaşırtıcı bir sahne performansıyla paylaşmaya başladı. Bir an şarkıların arasında telefonumdaki artan hareketlilik dikkatimi çekti. İnsanlar Ankara'nın üzerinden alçaktan uçan jetlerden, askerin boğaz köprüsünü kapattığından bahsediyordu. Eşimin de "hiç olmazsa bu gece şu telefonları bir kenara bırakalım" uyarısı ile önce telefonu elimden bıraktım. Ama etrafıma bakınca herkesin bir hareketlilik içinde olduğunu görünce de tedirgin olmadım değil. Bu tedirginlik, yemekte bulunan milletvekillerinin apart topar ayrılmasıyla daha da arttı. Sonrasında, şehir merkezinden evimizde teyzeleri ile bıraktığımız çocukları arayınca durumun ciddi bir olağanüstülük içerdiğini anlayıp biz de konserin beşinci şarkısının ortasında eve doğru yola çıktık. Yol boyu trafiğin durumu, kapatılmış yollar ve alçak uçan jetleri kaygıyla izledik. Eve vardığımızda sabaha kadar uyumayacağımızın, sonrasında da farklı bir Türkiye'nin sabahını ezanlar ve selalar eşliğinde idrak edeceğimizin henüz farkında değildik. Geçen günler içinde yaşadığımız olayın büyüklüğünü ve korkunçluğunu daha iyi anladık, üzerinde düşünmeye başladım. Hala da düşünüyorum. 

Mekan perspektifinden bakan bir akademisyen olarak olayların gelişimini izlediğimizde 15 Temmuz darbe girişiminin odaklanılması gereken noktalarından birisine dikkate çekmek niyetiyle bu yazıyı kaleme almaya karar verdim. Hem darbe girişiminin stratejisi, hem de darbeye karşı ölmek bahasına sokağa çıkarak özneleşen insanların refleksi yaşadığımız olayın geçmişteki darbe girişimlerinden çok farklı bir yönü olduğunu gösteriyordu. Kuşkusuz darbe girişiminin FETÖ ve PDY ile ilişkisi üzerinden ayrıntılı siyasal analizler mutlaka yapılıyor ve yapılacaktır, ancak benim niyetim daha çok darbe girişiminin mekanla ilişkisi üzerinden bir okuma yapmak ve buradan mümkünse bazı dersler çıkarmaya çalışmak. Darbe girişiminin kentsel mekan ve kentler ile ilişkisini okumaya çalışmak bu anlamda bize çok daha farklı pencereler açabilir. Özellikle OHAL kapsamında çok hızlı düzenlemelerin yapılacağı günlerde bazı konularda sağlıklı karar verebilmek için bu pencereler farklı resimler görmemizi sağlayabilir. 

Önce şu tespiti yapalım. Türkiye'nin darbeler tarihine baktığımızda, geçmişteki darbelerin kentleşme sürecinin tamamlanmadığı bir toplumsal yapıyı hedef aldığını söyleyebiliriz. Nüfusun kentlerde yaşayan kısmının büyüklüğü ile darbeleri eşleştirirsek bunu açık bir şekilde görürüz:

Darbe:                                        Kentte Yaşayan Nüfus (%)
1960                                           %32
1970 (muhtıra)                           %29
1980                                           %44
1997 (28 Şubat)                         %63
2016 (15 Temmuz)                     %80

Darbeler tarihimizin ilk üç darbesinin ağırlıklı olarak kırsal nüfusa sahip bir ülkede gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Göreli olarak daha dağınık yerleşimlerde, kentsel mekanın dinamiklerini henüz deneyimlememiş nüfusun dönemin tek iletişim kanalını ve ordu örgütlenmesini kullanarak denetim altına alınması ana strateji olarak ortaya çıkmaktaydı. Kentlerde sıkıyönetim ilan edilerek sokağa çıkma yasağı ilan edilmesi de önemli araçlardan birisi olarak darbe sonrası dönemi denetim altına almak için kullanılmaktaydı. Tabi, dönemin siyasal süreçlerinin toplumsal etkileşiminin yarattığı etkiler ayrıca ele alınmalıdır ancak, mekansal açıdan bakıldığında ilk üç darbenin kırsal bir toplumda yapıldığını söylemek çok da yanlış olmayabilir. 

28 Şubat süreci ise, darbeler tarihinden belki de önemli bir kırılma noktası oluşturmaktadır. Ordu mensuplarının dahi bu darbe girişimini mesafeli bir şekilde "post-modern darbe" olarak adlandırmasının kanımca geri planda kalan birkaç sebebinden birisi Türkiye nüfusundaki değişimdi. Artık göreli olarak kentleşme sürecinde ciddi mesafe kat etmiş, kentlerin dinamiklerinin toplumsal dinamikleri belirlemeye başladığı, darbenin hedef kitlesinin ağırlıklı olarak kentlerde yaşadığı ve kentleri dönüştürdüğü, tüm bunların da gelişen iletişim teknolojileri yoluyla suya sürekli atılan taşların bıraktığı sonu gelmez dalgalar gibi yayılmaya başladığı bir Türkiye'de darbelerin eskisi gibi gerçekleştirilmesi olası değildi. Darbe, iletişimsel araçlar üzerinden, kentte gerçekleştirilecek simgesel güç gösterilerinden ve sonrasında darbenin hedef aldığı kentsel toplumsal kitleleri etkisizleştirmek için atılacak adımlardan güç alacaktır. Nitekim 28 Şubat süreci Sincan'da tankların yürütülmesi ile başlamış, sonrasında devlet idaresine eklemlenmeye başlamış İslami kesimlerin üzerine gidilerek sürdürülmüştür. Ancak, bu sürecin hiç üzerinde durulmayan unsuru Ordunun artık kentsel bir toplumda darbe sürecine ilişkin strateji değişikliğine gittiği ve aslında emir komuta zinciri içinde eski tip bir darbenin geçerli olmayacağını kabul etmesidir. Belkide bu sebeple, 28 Şubat sonrasında Türk ordusunun emir komuta süreci içerisinde bir daha eski tip bir darbeyi kendi stratejisi içerisinde anlamlı bulmadığı ve darbenin ilk hedefinin bu sebeple ordunun kendisinin olacağı tahmininde bulunulabilirdi. Ki 15 Temmuz darbe girişiminin ordunun eriştiği darbe deneyimini en uç noktaya taşıyarak kullanmaya çalıştığı, bu yolla da emir komuta zincirini ele geçirmeyi, iç savaşı hedeflediği iddia edilebilir. Tabi darbe girişiminin tüm ayrıntıları ortaya çıktığında hangi terör ve örgütlenme stratejilerinin de kullanıldığının ayrıntıları mutlaka ortaya çıkarılmalıdır.

Peki 15 Temmuz darbe girişimini öncekilerden mekansal açıdan farklı kılan neydi? Öncelikle, darbe girişimini yapanlar Türkiye'de artık temel toplumsal dinamiklerin kentler üzerinden geliştiğini, bunun iletişimsel mecralarla girift bir bütün olduğunun çok iyi farkındaydılar. Olaylar sonrasında sıklıkla darbe girişiminde bulunanların siyasileri neden hedef almadıkları sorusu dillendirildi. Gerçi darbecilerin Cumhurbaşkanını ve Başbakanı doğrudan hedef aldığı ortaya çıkarıldı ama kanımca daha önemli bir gerçek vardı ki bu daha önemliydi. Darbecilerin esas hedefleri en büyük kentimiz olan İstanbul ile başkent Ankara idi. Bu iki kentte yaşamın durdurulmasının hedeflenmesi, panik yaratılması, bu iki kentteki askeri yapıların hedeflenmesi, bu iki kentteki emniyet teşkilatına saldırı gerçekleştirilmesi, darbe girişiminin enerjisinin büyük bir kısmının terör taktikleri kullanılarak bu iki kente yöneltilmesi, Ankara ve İstanbul'un birer kaldıraç etkisi yaratmak için kullanılmak istendiğini göstermekte. Gerçekten de belki de hedeflenen, medya kuruluşlarından çok kentsel kamusal mekanlarda hakimiyet kurmak, bunu sosyal medya üzerinden prikolojik algı operasyonu ile derinleştirmek ve yaygınlaştırmak, iki kentte hakimiyet kurulduktan ve emir-komuta zinciri ele geçirildikten sonra da devşirilecek güçlerle birlikte Türkiye'nin dört bir yanında darbe ateşini yakmaktı. Darbe girişimi sonrasında ele geçirilen darbe planları da bu tespiti doğrulamaktadır. Darbe sonrasında ilişkide bulunulan Suriye ve Irak'lı unsurların desteğiyle Ankara ve İstanbul'un tamamen ele geçirilmesinin hedeflendiği iddiaları basına yansıyor. Yani darbe girişimini bir "kent darbesi" olarak adlandırmak yerinde olacaktır. Çok şükür ki bu girişim yine Türkiye'nin yakın tarihinin yarattığı dinamiklerin de katkısıyla sokağa çıkan vatandaşların çabalarıyla, silahlı kuvvetler ve emniyetin basiretli tavrıyla boşa çıkarıldı.

Kamusal mekanlar Gezi Parkından bu yana siyasi söylemlerde kutuplaşmanın önemli bir unsuru olarak kullanıldı. Gezi Parkında ortaya çıkan toplumsal hareketlenme iktidar tarafından sıklıkla bir komplo kurgusu içerisinde tanımlandı. Ancak, gözden kaçan önemli bir nokta belki de darbe girişiminin önlenmesinde Gezi ile başlayan dinamiklerin önemli bir ilham kaynağı olduğudur. Yukarıdan örgütlenmiş ve kurgulanmış kitlesel mitinglerin değil, vatandaşların kendi iradeleriyle özne haline geldikleri, kentsel kamusal alanları kendilerinin kıldıkları eylemlerin çok önemli bir güç olduğunu günümüz Türkiyesinin kentlileri Gezi Parkından sonra öğrendi. Darbe girişimi gecesi de hem Cumhurbaşkanı hem de Başbakan halkı meydanlara davet ederek kritik bir süreç başlattılar. Sonrasında, silahlı kuvvetlerin kendi silahlarını kentlere, kamusal alanlara, halka, eminiyete ve Türkiye Büyük Millet Meclisine çeviren darbe girişimcileri halkın kahramanca girişimleriyle boşa çıkarıldı. Yani, 15 Temmuz darbe girişimini bir "kent darbesi" olarak adlandırma gerekliliğinin ikinci sebebini de darbenin önlenmesinde halkın kentsel kamusal alanlara sahip çıkarak gerçekleştirdikleri mücadele oluşturmaktadır diyebiliriz. Tabi bu sahip çıkmanın birleştirici olduğu ölçüde mücadele niteliğini sürdüreceği, ötekileştirici ve yabancılaştırıcı olursa mücadele niteliğinin zedeleneceği unutulmamalı. 

Türkiye terör, artan şiddet ve devlet yönetiminin zorla ele geçirilmesi çabaları açısından çok zor günler geçirdi. Uluslararası terör olaylarından darbe girişimine kadar korkutucu günler geçirdik. Bizi daha nelerin beklediği hakkında da bir fikrimiz yok. OHAL ilanından sonra da bu konuda alınacak önlemlerin çok boyutlu olarak ele alınacağı açıktır. Bu önlemler arasında mekansal strateji değişiklikleri de kaçınılmaz olarak yer alacaktır. Kent içerisindeki askeri birliklerin ve karargahların kent dışına taşınması olasılığı tartışılmaya başlandı bile. Ancak, meselenin mekansal açıdan iki önemli boyutuna vurguda bulunmak gerektiğini düşünüyorum. Güvenli kentleri ve demokrasi altyapısı gelişmiş kentler oluşturmayı tartışmaya açmamız gerekiyor. Ulaşım altyapısı ve kentsel kamusal alanların hem terör olayları hem de darbe girişimi karşısında çok kırılgan olduğunu gördük. Transit hale getirilmiş kent merkezleri hem güvenlik açısından hem de darbe girişimlerinde ciddi zorluklar oluşturdular. Öte yandan kent güvenliği ve kentsel toplumsal hareketler açısından demokratik hakların kullanımının kent için bir tehdit değil çok önemli bir olanak olduğunu bir kez daha anladık. Kentlerin yaya mekanlarını, meydanlarını ve kentsel kamusal alanları yeniden planlama ve tasarlamayı gündem yapmak zorundayız. 

Terör ve darbe girişimleri karşısında kentleri daha dayanıklı hale getirmek bunun için de kentsel kamusal alanları geliştirmek önemli ortaklaşmalarda birisi olmak zorunda. Toplumun tüm kesimlerinin öznesi olduğu ve benimsediği kentler, kentlere yapılan her tür terör saldırısı karşısında en önemli kozumuz. Velhasıl kent darbelerine karşı kentleri savunmamız gerektiğini anlamalıyız. Bu anlayışla benim için darbe girişiminin başlangıcında dinlediğim bir Erol Evgin şarkkısının sözleri ile bitirmek istiyorum yazıyı. Sanırım bu şarkı hepimize inandıklarımız açısından bu kez çok daha farklı şeyler söyleyecektir:

Seni düşündüm dün akşam yine
Sonsuz bir umut doldu içime
Birde kendimi düşündüm sonra
Bir garip duygu çöktü omzuma


Hani ıssız bir yoldan geçerken
Hani bir korku duyarda insan
Hani bir şarkı söyler içinden
İşte öyle bir şey


Hani eski bir resme bakarken
Hani yılları sayarda insan
Hani gözleri dolarya birden
İşte öyle bir şey,işte öyle bir şey


Seni düşündüm dün akşam yine
Bir garip huzur doldu içime
Birde kendimi düşündüm sonra
Bir garip duygu çöktü omzuma


Hani yıldızlar yanıp sönerken
Hani bir yıldız düşerde insan
Hani bir telaş duyarda birden
İşte öyle bir şey


Hani yağmurlar yağarya bazen
Hani gök gürler ya arkasından
Hani şimşekler çakar peşinden
İşte öyle bir şey,işte öyle bir şey

Hiç yorum yok: