15
Temmuz darbe girişimi sonrasında, darbe girişiminin odağında bulunan FETÖ/PDY
üzerinde çok geniş çaplı bir soruşturma ve tartışma süreci başladı. Bu tartışma
süreci toplumun belli kesimleri için yeni görünse de aslında FETÖ’nün toplumsal
alandaki yayılımı, siyasi, iktisadi ve kültürel etkileri konusunda uyarılar çok
uzun zamandır yapılıyordu. Bu uyarıların neden dikkate alınmadığı ya da göz
ardı edildiği daha çok uzun yıllar tartışılacak. Ancak, bulunduğumuz noktada en
önemli konuların başında, FETÖ’nün özellikle son yıllarda bu denli büyük bir
güce nasıl ulaştığı geliyor. Bir terör örgütü olarak hangi sermaye birikim
süreçlerini yönettiği, finans akışının nasıl sağlandığı gibi soruların
yanıtlarının verilmesi gerekiyor. Ancak bu şekilde ülkeyi iç savaşın eşiğine
kadar getiren bu darbe girişimini başlatan terör örgütünün tam olarak etkisiz
hale getirilmesi sağlanabilir.
FETÖ’nün
faaliyette bulunduğu her alanda, iki temel sosyal davranış biçimini bir araç
olarak kullandığı görülmektedir. Bunlardan birincisi, özellikle muhafazakâr ve
İslami ideallere dayalı olarak oluşturulan muğlâk bir söyleme dayalı “hizmet”
olarak adlandırılan yatırım ve girişimlere taşra’dan, gecekondu mahallelerinden
ve yeni muhafazakâr orta sınıftan yardım adı altında destek toplanmasıydı.
Toplanan bu desteğin nasıl kayıt dışı tutulduğu, nasıl belli sermaye
gruplarının oluşum sürecinde kullanıldığı konusu rahmetli Uğur Mumcu’nun
uyarılarından başlayarak birçok defalar deşifre edildi, ayrıntısıyla açıklandı.
Mütedeyyin ve geleneksel değerlere kendini yakın hisseden kesimlerin yardım
duyguları başka birçok olayda olduğu gibi zekât ve sadaka adı altında istismar
edildi. Hem de bu istismar kitlelere, kolaylıkla reddedilemeyecek biçimde, yurt
dışında açılan ve Türkiye adına bir nevi manevi cihat icra ettiği iddia edilen
okullar, bilim, teknik gelişim, eğitim ve hatta uzun yıllardır Türk-İslam
sentezinin sloganlarından “batının tekniğini almak ama ahlaken İslama ve
geleneksel değerlere bağlı kalmak” formülünün canlı örneği olarak kabul ettirildi.
Sonuçtaysa ortada kayıt dışı, denetlemeyen, nereden gelip nereye gittiği belli
olmayan bir sermaye birikim süreci bulunmaktaydı.
İkinci
olarak, bu sermaye birikim sürecinin kullanımı yoluyla toplumdaki diğer sermaye
birikim süreçleriyle ilişkilenmek, bunun için de çok yaygın bir çıkar kollama
ve hami-adamı ilişkileri ağı kurulması söz konusuydu. Zaten, Türk toplumu gibi
geç sanayileşme sürecinde kollamacı ve kayırmacı ilişkilerin yoğun biçimde
devam ettiği bir toplumda bu çok da zor olmadı. İlk başlarda devlet
kademesindeki yükselmeler gibi konularda kollamacı ağların oluşması ile
başlayan bu süreç, giderek farklı sektörlerde birbirini kalkındıracak
ayrıcalıklı çıkar ağlarının oluşmasına doğru evrim geçirdi. Devlet içerisindeki
FETÖ kollamacı ağı ile iktisadi sektörlerdeki kollamacı ağlar arasında da çok
ciddi bir eklemlenme görülmekteydi. Bu eklemlenmenin ara kesitinde FETÖ’nün bu
derece etkili olmasını sağlayan düşünce odakları inşa edilmekte, siyasi olarak
belli kesimlerden bir koalisyon inşa edilerek ayrıca siyasi ve kültürel bir güç
mekanizması devşirilmekteydi. Burada medya, sivil toplum kuruluşları ve
üniversitelerden oluşan bir yapı, FETÖ’nün kollamacı ağlarının meşruiyetini
sağlayacak zemini oluşturmaktaydı. Bir dönemin Abant toplantılarından Türkçe
Olimpiyatlarına kadar birçok ritüel, törensellik ve girişim bu tür bir çabanın
ürünü olarak görülebilir. Üretilen “hizmet” miti toplumdaki birçok kesim için
etkili oldu, başta siyasiler olmak üzere akademisyenler, medya mensupları ve
her kesimden insan farkına bile varmadan oluşan halenin etkisine kapıldılar.
Burada, kurulan ilişkilerin ve etkilenmenin düzeyi ve şiddeti sempatiden
başlayarak işbirliğine kadar giden bir yelpazeye yayıldı. Tabiri caizse tam
olarak at izi it izine karıştı.
Bu
süreçte, bir şehir plancısı, mekânla ilişkili olarak siyaset ve kamu yönetimini
inceleyen bir akademisyen olarak en çok ilgimi çeken meselelerden birisi
kaçınılmaz olarak FETÖ türü bir yapılanmanın Türkiye’de kentler ve kent
planlama ile ilişkisi oldu. Bu anlamda bazı noktalara temas etmenin yaşamsal
olduğunu düşünüyorum. Son on-on beş yılda kalkınmanın temel dinamiklerinin
inşaat sektörü üzerine inşa edildiği, imar planı değişikliklerine, kentsel
dönüşüm projelerine ve büyük projelere dayalı bir kalkınma modelinin uygulamaya
konduğu çokça ifade edildi. Hatta bu yaklaşımın kaçınılmaz bir sonucu olarak
ülke içerisindeki ulusal sermaye birikim süreçlerinin İstanbul, Ankara ve İzmir
gibi büyükşehirlerin kentsel rantından pay almaya doğru yöneldiğine de
değinildi. Neredeyse tüm sermaye gruplarının bir şekilde İstanbul’daki kentsel
projelerde yer alması bunun temel göstergelerinden birisi olarak kabul edildi. Ancak,
bu süreçte, kentsel rantın dağıtımındaki mekanizmaların nasıl kurgulandığı hep
bir tartışma konusu olarak kaldı. Yine de, büyükşehirlerde yapılan imar planı
değişiklikleriyle oluşturulan rantın belli gruplara aktarıldığı, bu grupların
bir kısmının çoğunlukla belli cemaatlere mensup olduğu kuşkusu ifade edildi.
Elde edilen rantın bir kısmının bu cemaatlere ait okul, yurt ve diğer
tesislerin yapımında kullanılacağı söylemi bu rant dağıtım mekanizmasının
meşruiyetini oluşturdu. Özellikle büyükşehirlerin çeperlerindeki yeni gelişme
alanlarında, kimi zaman da kentin meskun mahallerinden yalıtılmış yeni yaşam
alanlarının oluşturulmasında bu mekanizmalara başvuruldu.
Kuşkusuz
bu süreçlerden yararlananlar sadece FETÖ ile sınırlı değildi. Neredeyse tüm
cemaat yapıları, imar planı değişiklikleri ile yaratılan bu ranttan bir şekilde
yararlandı. Çünkü kimlik siyasetinin kazananları imar rantının şampiyonları
olarak görüldüler. Ancak, FETÖ’yü ilginç kılan iki ayrı unsura değinmek
gerekiyor. FETÖ’nün hareket alanının genişliği dolayısıyla yerel yönetimler ve
çeşitli kamu kurumlarının, kamunun tasarrufundaki çeşitli arazilerin FETÖ ile
bağlantılı vakıf, dernek, okul, üniversite ve benzeri kurumlara tahsisi ve
kiralanmasında önemli rol oynadıkları görülmekte. Bunun sonucunda farkında
olunmadan kentsel kamusal mekânların önemli bir kısmının kaybedildiği de
söylenebilir. Çünkü bu tahsis yapılan ya da kiralanan arazilerin bir kısmının
kaynak yaratmak için FETÖ tarafından kullanıldığı iddialar arasında bulunuyor.
Hatta devlet tarafından çeşitli kamu kurum ve kuruluşları için ülkenin dört bir
yanında yapılan kiralama işlemlerinde de bu tahsis edilen araziler üzerinde
yapılan yapıların kullanıldığı darbe girişimi sonrasında hükümet üyeleri
tarafından da dile getirildi. Tabi, bu arazi tahsislerinin yanı sıra, yerel
yönetimlerin temizlik ve güvenlik hizmetleri gibi konulardaki devasa ihaleleri
yoluyla FETÖ’ye kaynak aktarılmasına aracı olup olmadığı konusu da önemli bir
soru işareti oluşturuyor.
Ancak,
dikkate alınması gereken diğer bir önemli nokta, FETÖ’nün oluşturduğu iktisadi
yapılanmanın küçük ve orta büyüklükteki işletmeler, özellikle de inşaat sektörü
firmaları ile ilişkisi üzerinden ortaya çıkmakta. Son on yılın kalkınma
politikaları hükümet ile ilişkili özellikle bazı büyük inşaat gruplarının
ortaya çıkmasını sağlarken orta ve küçük ölçekli inşaat firmalarının
bocalamasına sebep oldu. İhtiyacın üzerinde yapı stoğu oluşturulması ve ihtiyaç
fazlası stoğun önemli bir kısmının lüks konutlar tarafından oluşturulması,
kırılgan sermaye yapısına sahip bu aktörleri yeni arayışlara yöneltti. Daha
önce farklı sektörlerde örgütlenmiş olan FETÖ, inşaat sektörü içerisinde de bu
küçük ve orta ölçekli aktörler üzerinden ciddi bir örgütlenme sağlama olanağına
kavuştu. Yine bu firmaların yeni gelişmekte olan Anadolu kentlerinde imar
rantları üzerinden ciddi birikimler yaptıkları görülmekte. Bu birikimlerin
önemli bir kısmı, inşaat malzemesi üreten, satan ve müteahhit firmalar arasında
FETÖ tarafından organize edilen önemli bir kollamacı ağ oluşmasına sebep oldu.
Bu kollamacı ağın, yerel yönetimler aracılığıyla yapılan imar planı
değişiklikleri yoluyla imar rantlarından ciddi oranda yararlandırıldıkları
söylenebilir. Peki bu imar rantlarından elde edilen kaynaklar nerelerde
kullanıldı?
Bu
kaynakların öncelikle FETÖ’nün etki alanını genişletmek için kullanıldığı
görülüyor. Oluşturulan kollamacı ve kayırmacı ağın piyasa aktörlerine sağladığı
ayrıcalıkların farkına varan küçük sermayedarların önemlice bir kısmı bu
ayrıcalıklara ortak olabilmek için ağa dahil oldular. Tabi bu süreçte devlet,
yargı ve kamu kurumları içerisinde örgütlenen FETÖ’nün imar rantlarından
yararlanmayı kolaylaştıracak düzenleyici güç kullanımını da sağladığı
söylenebilir. Devlet içerisindeki yapılanmanın ve sermaye birikim sürecindeki
aktörlerin bu anlamda iç içe geçen ilişkiler geliştirdiği görülüyor. Kurulan
stk’ların etkinliklerinde ve kadrolarında bu ilişkilenme somut bir şekilde
izlenebilmektedir. Önemli sorulardan birisi bu iç içe geçişin nasıl deşifre
edileceğidir. Çünkü, kentlerin son yıllardaki gelişim sürecinde, alınan gelişim
kararlarının çok önemli bir kısmının, farklı cemaatler için yapılan imar planı
değişiklikleri ile örtüştüğü görülmektedir. Bu süreçte, farklı teknik meslek
dallarına mensup mühendis, mimar, şehir plancılarının kurdukları serbest
büroların birer paravan niteliği taşıyıp taşımadığının sorgulanması
gerekmektedir. Özellikle son yıllarda büyükşehirlerde çok hızlı bir şekilde
palazlanarak kentlerin girişlerindeki simgesel projeleri gerçekleştirecek
düzeye gelen bu tür mühendislik bürolarının bu ayrıcalıkları nasıl elde
ettikleri çok önemli bir sorudur. Burada en büyük tehdit, yerel yönetimlerin
imar planı değişiklikleri ile getirdikleri yüksek yapı ve nüfus yoğunluklarının
standart birer uygulama ve kazanılmış hak olarak sürdürülmesidir.
Şu
an için darbe girişimini ordu, emniyet ve yargı içerisinde hangi odakların
yaptığı, darbe girişimine hangi kamu görevlilerinin destek verdiği ve FETÖ
üyesi oldukları yönünde bir süreç işlemektedir. Bu kapsamda OHAL ilan edilerek
sürecin derinleştirildiği görülmektedir. Böylesi büyük bir olay sonrasında bu
tür süreçlerin yaşanması kaçınılmazdır. Ancak, kamu yönetimindeki süreçlere
odaklanılırken, özel sektörde FETÖ’nün kaynaklarının çok önemli bir kısmını
oluşturan imar rantları unutulmamalıdır. Yakın zamanda Ankara’da “parsel
parsel” konusunda tartışmalara konu edilen bu kaynağın toz duman arasında yangından
mal kaçırır misali el değiştirmemesi için de gerekli önlemler alınmalı,
gerekirse imar planı değişikliklerine sınırlandırma getirilmelidir. Zaten, çok
büyük bir kısmı mahkemelere konu olan bu imar planı değişikliklerinin imar
kanununa, şehircilik ilke ve esaslarına uygun olmadığı defalarca ortaya
konmuştur.
Yakın
tarihte sarsıcı ve dehşetengiz birçok olayı peş peşe yaşadık. Bu olayların
önemli bir kısmı, yakın geçmişte ülkede yürütülen siyaset ve kamu
politikalarının, devlet idaresinin yanlışlıklarını çok büyük bedeller ödeyerek
öğrenmemize sebep oldu. Bu olayların en son halkasıdır darbe girişimi. Bu
yazıyla imar rantıyla palazlanan tek yapının FETÖ olduğunu iddia etmek
çabasında değilim. İşin doğrusu, çağdaş kentleşme ilkelerine uygun olmayan imar
planı değişiklikleri yoluyla, imar ve inşaat rantı üzerinden belli kesimleri
zenginleştirerek bir kalkınma süreci kurgulamanın bize ödeteceği bedellerin
sadece bozulan şehir siluetleri, yetersiz kentsel altyapı ve sosyal kutuplaşma
ile sonuçlanmayacağını görmek gerekli. İmar rantı ile palazlanan ve bunun
getirdiği güce bağımlı hale gelmiş sermaye sahipleri ve güç odakları toplumdaki
iktidar yapısını ve devlet düzenini sarsacak girişimlerde bulunabilir. Kerameti
kendinden menkul, kayırmacı ve kollamacı ağların, denetim dışı ve kayıtsız
sermaye birikim sürecinin serseri mayın etkisinin sadece kentleri ve ekonomiyi
değil, günün birinde hepimizin yaşamını tehdit edebileceğini anlamalıyız…
1 yorum:
Zafer Hocam kaleminize sağlık.
Bu arada işin buralara varacağını sürekli yazan çizen, yaşayan yaşamayan herkesin hakkını da vermek lazım (sizin Uğur Mumcu'nun hakkını verdiğiniz gibi).
Hizmet, topluma maliyeti ne olursa olsun hizmet anlayışı toplumumuzda çok yaygınlaşmış vaziyette ne yazık ki.
Bir örnek: Yenimahalle'ye teleferik yapıldı. Yapılırken küçük de olsa bir meydan yok edildi, ağaçlar kesildi, sokaklar dikilen dev direklerle çıkmaz sokaklara dönüştürüldü, üst katlarda yaşayan insanların teraslarının, balkonlarının üzerinden 30 saniyede bir 'yolcu taşıma aracı' geçirilmeye başlandı. Üstelik trafik yoğunluğunun azalmasına da beklenen katkı sağlanamadı. Şehir plancılar, mühendisler, mahalleyi düşünenler olarak yapım aşamasında karşı çıktığımızda, bir çok mahalleli 'hizmet gelmesini istemiyor musunuz' diyerek suçladılar bizi.
Yani 'hizmet' olsun da, maliyeti ne olursa olsun düşüncesi hakim olmuş durumda ne yazık ki. Ama siz, biz yılmadan doğruları anlatmaya devam edeceğiz.
Saygılarımla.
Yorum Gönder