Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

3 Kasım 2014 Pazartesi

AKSARAY YA DA “NE VERİYİM ABİME” ŞEHİRCİLİĞİ


Böyle tasvir ediyor Cem Yılmaz, bir restorana gittiğimizde garsonla olan ilişkimizi. Yılmaz’a göre garson, iktidarımızı kabullendiği hissini bize samimiyetle karışık biçimde “ne veriyim abime?” diye bildirirken, biz onun bu itaatkar ve şehvetli hitabını “ne vericen bana?” diyerek kendimizi onaylatma ihtiyacı duyan bir seda ile karşılıyoruz. Birkaç defa tekrarlanan bu “ne veriyim-ne vericen” gel-giti “her şeyden az az ortaya karışık” şeklinde formüle edilen bir uzlaşma ile sonlanıyor. Hatta Cem Yılmaz bu anlamsız diyalogu İngilizceye çevirmeye çalışarak olayın tuhaflığını bir kat daha gülünçleştirerek anlatıyor. İnternette dolaşan bu tasvirin birkaç dakikalık kısmını geçenlerde izlerken farklı bir alandaki benzerlik dikkatimi çekti. Gündelik yaşamımızda başka alanlarda da “ne veriyim abime” meselesi oldukça yaygın. Mesela giyim kuşam alışverişlerinde. Mağazaya girdiğimde tezgahtar arkadaş “ne bakmıştınız abi” diyor ben de “pantolon bakmıştım ama sen ne önerirsin” diye yanıtlıyorum. Tegahtar bana her şeyden az az ortaya karışık bir şey öneriyor. “Abi pantolon elli lira, ama gel sana 99,99 TL’ye takım verelim. Yanında gömlek, kravat, çorap hediye”. Sonra kafam karışıyor bir şey almadan çıkıyorum.

Bu durumun en sık yaşanmaya başladığı alanlardan birisi ise mimarlık ve şehircilik alanları olmaya başladı. Geçenlerde bürokraside yükselen bir öğrencimi ziyarete gittim. İşyeri T.B.M.M.’nin karşısında. Odasının camından Meclise yapılan yeni ek bina görünüyor. Laf arasında “Hocam bu nasıl bina, ne biçim mimarlık. İnsan şöyle Selçuklu-Osmanlı bir şeyler yapar” dedi. Mimarlık ve tasarım alanı dışında bir uzmanlığı bulunun öğrencime “sence ne bu Selçuklu-Osmanlı yani ne yapılsın isterdin” diye soracak oldum ama sonra yuttum sözümü. Sonu belirsiz bir tartışmaya gideceğini tahmin ederek. Ama sonra düşündüm sorsaydım muhtemelen kemerli girişler, revak benzeri şeyler, kalem işi süslemeler, mümkünse kubbemsi yapılar yanıtını alacağım açık. Bu durum sadece mimarlık ve şehircilik alanına mensup kişilere de özgü değil. Yine başka bir ortamda gayet profesyonel ve tanınmış bir mimarın tablet bilgisayarını çıkarıp Çevre ve Şehircilik Bakanlığından bir yöneticiye, “Şuna bir bakar mısınız Selçuklu-Osmanlı olmuş mu?” diye sorduğuna da şahit oldum. Yani bu günlerde ortaya karışık teriminin karşılığı mimarlık ve şehircilik alanı düşünüldüğünde “Selçuklu-Osmanlı” ifadesinde karşılığını buluyor.

Devletin hala en büyük işveren olduğu bir ülkede artık sanki şöyle manzaralar yaşanıyor. İktidar sahibi mimar, şehirci, plancı ya da tasarımcı (kimse artık) onu yanına çağırtıyor. Tanım kolaylığı olsun diye bu kişiye mimar diyelim çünkü daha çok onlarla ilişki kuruluyor. Tasarımları daha çabuk görünür hale geldiğinden olsa gerek. Tabi koca iktidar sahibi restorana gider gibi adamın bürosuna gidecek değil. Mimarı yanına çağırtıyor. Kaba hatlarıyla ne yapılması istendiği söyleniyor. İhtişamlı makam odasında otururlarken mimar soruyor “ne tasarlayalım zat-ı alilerine”. Tabi garsondan farkı da var mimar dostumuzun. O kadar okumuş, bir sürü iş yapmış, laf arasında bir iki mimarlık kavramı, örnek proje attırıyor sohbete. Ama genellikle iktidar sahibi bunlardan pek anlamıyor. Mimara soruyor “ne öneriyorsun” (ki burada “ne vericen bana”nın meali oluyor bu). Mimar iktidarın tenezzülü karşısında daha da ezilerek biraz daha az “mimarca” ifade kullanarak yeniden kendini ifade etmeye çalışıyor ama bu ifade tarzı daha bir “ne veriyim abime”ye benziyor. Böyle birkaç defa karşılıklı gidiş gelişten sonra iktidar sahibi “şöyle ecdadımızın yaptıklarını hatırlatan bir şeyler olsun, hani yok mu canım Selçuklu-Osmanlı bir şeyler” diyor. Bu da “her şeyden az az ortaya karışık” karşılığı oluyor.

Bu muhabbetin iki ilginç sonucu var. Birincisi şu, “ne veriyim abime” diyen garsonun isimsizleşmesi, neredeyse görünmez bir adama dönüşmesi gibi, devasa projelere imza atan tasarımcı kamuoyunun önünden kayboluyor. Arada bir şanslı birkaç kişiye gizli kapaklı ortamlarda röportaj verirse anlıyoruz bu işte parmağı olduğunu. Yoksa mimarın “kamusal aktör” olma vasfı ortadan kalkmış durumda. Muhtemelen aynı zamanda başka birilerine de “ne tasarlayayım zat-ı alilerine” demekle de çok meşgul olduğundan oluyor bu. Bu kayboluş aynı zamanda genç kuşak tasarımcı ve mimarlar için ise başka bir yolu açıyor. Devletten ya da başka bir işverenden iş almanın yolu herhalde budur diyor birçok kişi. Yani piyasanın kollamacı iktidar ilişkileriyle oluştuğu bir dünyada kamusal aktör niteliği kalmamış, bir sis perdesinin ardında kalmayı tercih eden görünmeyen yüklenicilerin dünyası. Buna karşın yarışmalar gibi diğer proje elde etme yolları marjinalleşiyor.

Muhabbetin ikinci sonucu ise yazının başında belirttiğim husus. Sokaktaki adam için muteber “az az ortaya karışık” tasarım biçiminin karşılığı “Selçuklu-Osmanlı tarzı bir şeyler” oluyor. Burada “Selçuklu-Osmanlı” denilen şey aslında kelime karşılıklarının ötesinde başka bir tavra ve içeriğe işaret ediyor. Sorgulandığında yapı tekniğinin “tabiî ki beton ve tünel kalıp”, ölçeğinin mutlaka ama mutlaka “geniş, ferah ve yüksek tavan”, büyüklüğünün “ihtişamlı (ihtişamsız Selçuklu-Osmanlı olur mu?) ki bu kaç kat olursa olsun fark etmeze tekabül ediyor, içindeki dekorasyonun “aynalı, jan-janlı hatta böyle kımıl kımıl” olması gerektiği kabilinden yanıtlar almaya başlıyorsunuz. Bildiğiniz hiç Selçuklu ya da Osmanlı eseri var mı diye sormaya kalkmayın yanıtı çoğunlukla malum. Sonuçta uzaktan çekip sündürülmüş Safranbolu evlerini andıran, yakından bakınca ne olduğu anlaşılmayan, girişinde Versaille yaldızına bulanmış, Dolmabahçe merdivenleriyle devasa hollerde kaybolmuş, her bir köşesi ayrı telden konuşan bir yapılar dizisi ortaya çıkıyor. Bunun en güzel örneklerinden birisi sanırım Ak-saray namındaki yeni “cumhur-baş-ba-kan-lığı binası” olsa gerek. Her yönüyle tartışılsa da bu bina “ne veriyim abime” mimarlığı adına içeriğinin bir şekilde “popülüst bir kolektivite tarafından doldurulduğu hissini veriyor. Mimar dostlarımız buna “eklektik tasarım” diyorlar. Bu tür bir tasarım sürecinin sonuçları ve tasarım kuramları açısından tartışılacak çok yönü olduğu açık.


Ancak, tüm bu sürecin gözden kaç-ırıl-an çok önemli başka bir boyutu olduğunu düşünüyorum. Bu boyut yapıdan çok yapıda şu ya da bu şekilde yer alan şehirci, plancı, mimar, mühendis ve tasarımcıların etik tercihleri ya da en azından böyle etik tercihlerinin olması gerektiğine ilişkin farkındalıklarıyla ilgili. “Ne vericen bana” diyen bir iktidar sahibi karşısında en azından istenen şeyin nerede, nasıl ve ne şekilde yapılacağını, konuya ilişkin tartışmaların bulunup bulunmadığını anlamaya çalışma çabası ve bu çabanın sonucunda işe başlamadan önce şöyle ya da böyle duruşunu ifade etme ihtiyacını duymak önemli bir şey diye düşünüyorum. Bu tür bir ihtiyacın duyulmadığı yerde tasarımcı tüm tarihsel birikimlerden soyunarak bir tür “tasarım unsurları müşaviri/tesisatçısı” haline geliyor. İçinde bulunduğu toplumun sorunlarından yalıtılmış bir vakumda görünmeden yaşamaya alışmış bir teknisyene indirgeniyor. Zaten tüm sorunlarımız da burada başlamıyor mu? Bu süreçler el yordamıyla kapalı kapılar ardında yürütülürken, olan oluyor. Yaşam çevrelerimiz hızla değişiyor. Gezi, ya da Validebağ gibi birkaç örnek dışında hayatın kendisi tercihsiz, yönsüz, medeniyet tasavvuru kısırlamış bir “ne veriyim abime” hayatına dönüşüyor. İşte bunun için hangi tarafta olunursa olunsun etik tercihlerin ortaya konması her zamankinden daha önemli hale geliyor. 

4 yorum:

Adsız dedi ki...

"Biz de bu var işine gelirse" dediğinizde de işsiz kalıyorsunuz. Onu ne yapacağız?

Savaş Zafer Şahin dedi ki...

Eğer mesele ekmek parasıysa saygı duyarım sevgili dostum. Ama eğer mesele "bir proje daha" ise, biraz olsun farklı bir bakış açısının ifadesi için çaba harcanmasıdır muradım. Bilmem anlatabildim mi.

Adsız dedi ki...

eğer doğru anlayabildiysem sorun şu ki "bir proje daha" tüccarları sayesinde şehircilik ya da mimarlık farketmeksizin ortaya çıkan sonuç tam da yazınızda belirttiğiniz gibi. e onlarda hallerinden gayet memnun benim görebildiğim kadarıyla. fazladan paraya da hayır demiyorlar. zaten biri hayır dese öbürü havada kapıyor. akbaba gibi daireler çiziyorlar rantın etrafında. fakat önemli bir kesimde bu nedenle işsiz kalıyor. başka sektörlerde çalışıyorlar. yani onu ne yapacağız derken kastım buydu. aslında bir soru sormak değildi niyetim. farklı bir bakış açısının ifadesi ise bizim gibi biat kültürüne sahip toplumlarda maalesef mümkün değil sizin de çok iyi bildiğiniz gibi.

belirli ilkeler üzerine bir ideal inşaa etmek, bu doğrultuda mevcut yanlışları tespit ve tenkit etmek tabi ki önemli. fakat bu hiçbir şeyi değiştirmiyor maalesef. biraz da buna sitemimdi yazdıklarım.

sonuç olarak umarım yazdıklarınızı doğru anlayıp, kendimi de doğru ifade edebilmişimdir.

Savaş Zafer Şahin dedi ki...

Şimdi sizi çok daha iyi anladım. İlk yazdığınızı okuyunca "ekmek parası be abi" gibi bir yorum algılamıştım. Ama dediğiniz gibi mesele mevcut mimarlık piyasasında gelir dağılımına ilişkin bir mesele. Mimarlık projelerindeki tasarımların popüler piyasa ve iktidar değerleri ile buluştuğu noktada gelir dağılımı giderek daha eşitsiz bir hal alıyor ve genç mimarların bu piyasada kendilerine yer bulmaları giderek zorlaşıyor. Deneyimli mimarlar durunca düşülecek bir bisiklete binmiş gibi. Hem piyasa fiyatları ve dayatmaları ile ilgili hiçbir duruşları yok hem de sürece ilişkin müdahale şansları. Bu gidişi bir yerde kırmak için mimarlık ve tasarım için yeni mecralar açabilmenin yolunu aramak lazım. Bu yazının sebebi hikmeti de bu aslında. Çok selamlar sevgili dostum.