Böyle
tasvir ediyor Cem Yılmaz, bir restorana gittiğimizde garsonla olan ilişkimizi. Yılmaz’a
göre garson, iktidarımızı kabullendiği hissini bize samimiyetle karışık biçimde
“ne veriyim abime?” diye bildirirken, biz onun bu itaatkar ve şehvetli hitabını
“ne vericen bana?” diyerek kendimizi onaylatma ihtiyacı duyan bir seda ile karşılıyoruz.
Birkaç defa tekrarlanan bu “ne veriyim-ne vericen” gel-giti “her şeyden az az
ortaya karışık” şeklinde formüle edilen bir uzlaşma ile sonlanıyor. Hatta Cem
Yılmaz bu anlamsız diyalogu İngilizceye çevirmeye çalışarak olayın tuhaflığını
bir kat daha gülünçleştirerek anlatıyor. İnternette dolaşan bu tasvirin birkaç
dakikalık kısmını geçenlerde izlerken farklı bir alandaki benzerlik dikkatimi
çekti. Gündelik yaşamımızda başka alanlarda da “ne veriyim abime” meselesi
oldukça yaygın. Mesela giyim kuşam alışverişlerinde. Mağazaya girdiğimde tezgahtar
arkadaş “ne bakmıştınız abi” diyor ben de “pantolon bakmıştım ama sen ne
önerirsin” diye yanıtlıyorum. Tegahtar bana her şeyden az az ortaya karışık bir
şey öneriyor. “Abi pantolon elli lira, ama gel sana 99,99 TL’ye takım verelim.
Yanında gömlek, kravat, çorap hediye”. Sonra kafam karışıyor bir şey almadan
çıkıyorum.
Bu
durumun en sık yaşanmaya başladığı alanlardan birisi ise mimarlık ve şehircilik
alanları olmaya başladı. Geçenlerde bürokraside yükselen bir öğrencimi ziyarete
gittim. İşyeri T.B.M.M.’nin karşısında. Odasının camından Meclise yapılan yeni
ek bina görünüyor. Laf arasında “Hocam bu nasıl bina, ne biçim mimarlık. İnsan
şöyle Selçuklu-Osmanlı bir şeyler yapar” dedi. Mimarlık ve tasarım alanı
dışında bir uzmanlığı bulunun öğrencime “sence ne bu Selçuklu-Osmanlı yani ne
yapılsın isterdin” diye soracak oldum ama sonra yuttum sözümü. Sonu belirsiz
bir tartışmaya gideceğini tahmin ederek. Ama sonra düşündüm sorsaydım
muhtemelen kemerli girişler, revak benzeri şeyler, kalem işi süslemeler, mümkünse
kubbemsi yapılar yanıtını alacağım açık. Bu durum sadece mimarlık ve şehircilik
alanına mensup kişilere de özgü değil. Yine başka bir ortamda gayet profesyonel
ve tanınmış bir mimarın tablet bilgisayarını çıkarıp Çevre ve Şehircilik
Bakanlığından bir yöneticiye, “Şuna bir bakar mısınız Selçuklu-Osmanlı olmuş
mu?” diye sorduğuna da şahit oldum. Yani bu günlerde ortaya karışık teriminin
karşılığı mimarlık ve şehircilik alanı düşünüldüğünde “Selçuklu-Osmanlı”
ifadesinde karşılığını buluyor.
Devletin
hala en büyük işveren olduğu bir ülkede artık sanki şöyle manzaralar yaşanıyor.
İktidar sahibi mimar, şehirci, plancı ya da tasarımcı (kimse artık) onu yanına
çağırtıyor. Tanım kolaylığı olsun diye bu kişiye mimar diyelim çünkü daha çok
onlarla ilişki kuruluyor. Tasarımları daha çabuk görünür hale geldiğinden olsa
gerek. Tabi koca iktidar sahibi restorana gider gibi adamın bürosuna gidecek
değil. Mimarı yanına çağırtıyor. Kaba hatlarıyla ne yapılması istendiği
söyleniyor. İhtişamlı makam odasında otururlarken mimar soruyor “ne
tasarlayalım zat-ı alilerine”. Tabi garsondan farkı da var mimar dostumuzun. O
kadar okumuş, bir sürü iş yapmış, laf arasında bir iki mimarlık kavramı, örnek
proje attırıyor sohbete. Ama genellikle iktidar sahibi bunlardan pek anlamıyor.
Mimara soruyor “ne öneriyorsun” (ki burada “ne vericen bana”nın meali oluyor bu).
Mimar iktidarın tenezzülü karşısında daha da ezilerek biraz daha az “mimarca”
ifade kullanarak yeniden kendini ifade etmeye çalışıyor ama bu ifade tarzı daha
bir “ne veriyim abime”ye benziyor. Böyle birkaç defa karşılıklı gidiş gelişten
sonra iktidar sahibi “şöyle ecdadımızın yaptıklarını hatırlatan bir şeyler olsun,
hani yok mu canım Selçuklu-Osmanlı bir şeyler” diyor. Bu da “her şeyden az az
ortaya karışık” karşılığı oluyor.
Bu
muhabbetin iki ilginç sonucu var. Birincisi şu, “ne veriyim abime” diyen
garsonun isimsizleşmesi, neredeyse görünmez bir adama dönüşmesi gibi, devasa projelere
imza atan tasarımcı kamuoyunun önünden kayboluyor. Arada bir şanslı birkaç
kişiye gizli kapaklı ortamlarda röportaj verirse anlıyoruz bu işte parmağı
olduğunu. Yoksa mimarın “kamusal aktör” olma vasfı ortadan kalkmış durumda.
Muhtemelen aynı zamanda başka birilerine de “ne tasarlayayım zat-ı alilerine”
demekle de çok meşgul olduğundan oluyor bu. Bu kayboluş aynı zamanda genç kuşak
tasarımcı ve mimarlar için ise başka bir yolu açıyor. Devletten ya da başka bir
işverenden iş almanın yolu herhalde budur diyor birçok kişi. Yani piyasanın
kollamacı iktidar ilişkileriyle oluştuğu bir dünyada kamusal aktör niteliği
kalmamış, bir sis perdesinin ardında kalmayı tercih eden görünmeyen
yüklenicilerin dünyası. Buna karşın yarışmalar gibi diğer proje elde etme
yolları marjinalleşiyor.
Muhabbetin
ikinci sonucu ise yazının başında belirttiğim husus. Sokaktaki adam için
muteber “az az ortaya karışık” tasarım biçiminin karşılığı “Selçuklu-Osmanlı
tarzı bir şeyler” oluyor. Burada “Selçuklu-Osmanlı” denilen şey aslında kelime
karşılıklarının ötesinde başka bir tavra ve içeriğe işaret ediyor. Sorgulandığında
yapı tekniğinin “tabiî ki beton ve tünel kalıp”, ölçeğinin mutlaka ama mutlaka “geniş,
ferah ve yüksek tavan”, büyüklüğünün “ihtişamlı (ihtişamsız Selçuklu-Osmanlı
olur mu?) ki bu kaç kat olursa olsun fark etmeze tekabül ediyor, içindeki
dekorasyonun “aynalı, jan-janlı hatta böyle kımıl kımıl” olması gerektiği
kabilinden yanıtlar almaya başlıyorsunuz. Bildiğiniz hiç Selçuklu ya da Osmanlı
eseri var mı diye sormaya kalkmayın yanıtı çoğunlukla malum. Sonuçta uzaktan çekip
sündürülmüş Safranbolu evlerini andıran, yakından bakınca ne olduğu
anlaşılmayan, girişinde Versaille yaldızına bulanmış, Dolmabahçe
merdivenleriyle devasa hollerde kaybolmuş, her bir köşesi ayrı telden konuşan
bir yapılar dizisi ortaya çıkıyor. Bunun en güzel örneklerinden birisi sanırım
Ak-saray namındaki yeni “cumhur-baş-ba-kan-lığı binası” olsa gerek. Her yönüyle
tartışılsa da bu bina “ne veriyim abime” mimarlığı adına içeriğinin bir şekilde
“popülüst bir kolektivite tarafından doldurulduğu hissini veriyor. Mimar
dostlarımız buna “eklektik tasarım” diyorlar. Bu tür bir tasarım sürecinin sonuçları
ve tasarım kuramları açısından tartışılacak çok yönü olduğu açık.
Ancak,
tüm bu sürecin gözden kaç-ırıl-an çok önemli başka bir boyutu olduğunu
düşünüyorum. Bu boyut yapıdan çok yapıda şu ya da bu şekilde yer alan şehirci,
plancı, mimar, mühendis ve tasarımcıların etik tercihleri ya da en azından
böyle etik tercihlerinin olması gerektiğine ilişkin farkındalıklarıyla ilgili. “Ne
vericen bana” diyen bir iktidar sahibi karşısında en azından istenen şeyin
nerede, nasıl ve ne şekilde yapılacağını, konuya ilişkin tartışmaların bulunup
bulunmadığını anlamaya çalışma çabası ve bu çabanın sonucunda işe başlamadan
önce şöyle ya da böyle duruşunu ifade etme ihtiyacını duymak önemli bir şey diye
düşünüyorum. Bu tür bir ihtiyacın duyulmadığı yerde tasarımcı tüm tarihsel
birikimlerden soyunarak bir tür “tasarım unsurları müşaviri/tesisatçısı” haline
geliyor. İçinde bulunduğu toplumun sorunlarından yalıtılmış bir vakumda
görünmeden yaşamaya alışmış bir teknisyene indirgeniyor. Zaten tüm sorunlarımız
da burada başlamıyor mu? Bu süreçler el yordamıyla kapalı kapılar ardında
yürütülürken, olan oluyor. Yaşam çevrelerimiz hızla değişiyor. Gezi, ya da
Validebağ gibi birkaç örnek dışında hayatın kendisi tercihsiz, yönsüz,
medeniyet tasavvuru kısırlamış bir “ne veriyim abime” hayatına dönüşüyor. İşte
bunun için hangi tarafta olunursa olunsun etik tercihlerin ortaya konması her
zamankinden daha önemli hale geliyor.
4 yorum:
"Biz de bu var işine gelirse" dediğinizde de işsiz kalıyorsunuz. Onu ne yapacağız?
Eğer mesele ekmek parasıysa saygı duyarım sevgili dostum. Ama eğer mesele "bir proje daha" ise, biraz olsun farklı bir bakış açısının ifadesi için çaba harcanmasıdır muradım. Bilmem anlatabildim mi.
eğer doğru anlayabildiysem sorun şu ki "bir proje daha" tüccarları sayesinde şehircilik ya da mimarlık farketmeksizin ortaya çıkan sonuç tam da yazınızda belirttiğiniz gibi. e onlarda hallerinden gayet memnun benim görebildiğim kadarıyla. fazladan paraya da hayır demiyorlar. zaten biri hayır dese öbürü havada kapıyor. akbaba gibi daireler çiziyorlar rantın etrafında. fakat önemli bir kesimde bu nedenle işsiz kalıyor. başka sektörlerde çalışıyorlar. yani onu ne yapacağız derken kastım buydu. aslında bir soru sormak değildi niyetim. farklı bir bakış açısının ifadesi ise bizim gibi biat kültürüne sahip toplumlarda maalesef mümkün değil sizin de çok iyi bildiğiniz gibi.
belirli ilkeler üzerine bir ideal inşaa etmek, bu doğrultuda mevcut yanlışları tespit ve tenkit etmek tabi ki önemli. fakat bu hiçbir şeyi değiştirmiyor maalesef. biraz da buna sitemimdi yazdıklarım.
sonuç olarak umarım yazdıklarınızı doğru anlayıp, kendimi de doğru ifade edebilmişimdir.
Şimdi sizi çok daha iyi anladım. İlk yazdığınızı okuyunca "ekmek parası be abi" gibi bir yorum algılamıştım. Ama dediğiniz gibi mesele mevcut mimarlık piyasasında gelir dağılımına ilişkin bir mesele. Mimarlık projelerindeki tasarımların popüler piyasa ve iktidar değerleri ile buluştuğu noktada gelir dağılımı giderek daha eşitsiz bir hal alıyor ve genç mimarların bu piyasada kendilerine yer bulmaları giderek zorlaşıyor. Deneyimli mimarlar durunca düşülecek bir bisiklete binmiş gibi. Hem piyasa fiyatları ve dayatmaları ile ilgili hiçbir duruşları yok hem de sürece ilişkin müdahale şansları. Bu gidişi bir yerde kırmak için mimarlık ve tasarım için yeni mecralar açabilmenin yolunu aramak lazım. Bu yazının sebebi hikmeti de bu aslında. Çok selamlar sevgili dostum.
Yorum Gönder