Mezunlar
Derneğimizin seçimlerine sayılı günler kala; ODTÜ, kentlerimizde yaşananlar ve
bir ODTÜ mezunu olarak Dernek özelinde yaşadığım deneyimler ışığında bugüne
kadar yapılmamış bir değerlendirmeyi Dernek seçimlerine ilişkin tartışmalara
bir katkı olarak ortaya koyma gerekliliğini hissediyorum. Çünkü Türkiye’nin
belki de bu en uzun son bir yılını alışılageldik tartışma kalıplarının biraz
olsun dışına çıkarak anlamlandırmak gerektiğini, hatta bunun kaçınılmaz bir
zorunluluk olduğunu düşünüyorum. Gezi’den ve 17 Aralık süreçlerinden sonra eski
tartışmalarımızı yenilemek, göz ardı ettiğimiz boyutları önümüze koymak
zorundayız. Yoksa korkarım bir seçim daha alışılageldik tartışmalarımızla
harcanacak, kendi suni saflaşmalarımızı kısa bir süreliğine hatırlayıp
sonrasında gündelik tartışmalarımıza geri döneceğiz. Bir fırsat daha kaçmış
olacak.
İçinden
geçtiğimiz dönemin belki de ele alınması gereken en önemli yanı mekânın ve
kentlerin yaşamlarımızda oynadığı başat rolün daha fazla farkına varmamız olarak
ifade edilebilir. Bu durum küresel ölçekten yaşam mekânlarımıza kadar uzanan
bir silsilenin yeniden kurgulanması ile görünür hale gelmektedir. Bu yeniden
kurgulanma süreci sistematik olarak devletin mekânsal örgütlenmesini, kentlerin
yeniden düzenlenmesini, yaşam alanlarımızın dönüştürülmesini, tarih-zaman-mekân-kültür-deneyim
unsurlarının metalaştırılarak kentte yeniden üretilmesini bizlere dayatıyor.
Anılarımızı yaşadığımız yerler yiterken, kent ancak rant ve parasal değer
olarak ifadelendiriliyor. Çekildiğimiz korunaklı sitelerimizde, yaşadığımız
eski mahallelerde ya da toplu konutlarda bir geri çekilmeyi yaşıyoruz, yaşam
alanlarımız azalıyor, çünkü kamusal alanlarımız daralıyor. Yaşadığımız
kentlerdeki haklarımız, var oluş koşullarımız irademiz dışında değişiyor,
yaşadığımız mekânlara ilişkin karar alma süreçlerine dâhil olma olanaklarımız
giderek ortadan kalkıyor. Ekolojik hassas bölgelerimiz, orman alanlarımız,
milli parklarımız, kültürel mirasımız ve daha birçok değerimiz ya yok ediliyor
ya da içi boş birer kabuk haline getirilip yeniden ama çoklukla “parasıyla”
bize sunuluyor. Çünkü birileri bizim bilimsel bilgi ve birikim alanlarımızı
bizden daha iyi biliyor, gölleri kurutuyor, ormanları yok edip iklimleri
değiştiriyor, alışveriş merkezlerinin avlularında, gökdelenlerin iştahında ve
saksıda bir kent yetiştirmeye çalışıyor.
Tüm
bunlar olurken, biz ODTÜ’lülerde azıcık da olsa bir duyarlılık varsa bunun da
yine ODTÜ kampusundan kaynaklandığını hatırlatmak isterim. İnsanlar mekânsal
duyarlılıklarını çoğunlukla karşılaştırarak, gözlemleyerek oluştururlar. Bir
kentten diğerine giden insan gördüklerini birbiriyle karşılaştırarak daha iyi
olanı fark etme şansına sahip olur. Sokaktaki adam bu şansı eğer maddi durumu
iyiyse gittiği bir Avrupa şehrinden dönüş yolunda “adamlar yapmış, biz neden
yapamıyoruz” diyerek yakalarken, bizler insan eliyle oluşturulmuş muazzam bir
ormanın içindeki mimari özgün değeri olan kampusumuzla elde ettik bu şansı.
Belki bundandır ki, hala aradan yıllar geçse de ODTÜ’lü nefes almak, yürüyüş
yapmak ve yaşamak için her fırsatta kendisini kampusa atmaya çalışır. Şehir
dışında yaşayanların en çok özlediği şey kampusudur, ODTÜ ormanıdır. Ancak,
sanıyorum bu değerlerimizin çok ciddi bir saldırı altında olduğundan hepimiz
eminiz. Bu saldırı gündelik yaşamımızda maruz kaldığımız ötekileştirme ve
yalnızlaştırma sürecinin bir uzantısı hem de.
Daha
da üzücü olanı, yaşanan bu sürecin her iki tarafında ODTÜ’lülerin bulunması.
ODTÜ Yolu tartışmaları yaşanırken, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı projeyi “bir
ODTÜ’lüye çizdirdikleri” ile övünüyor ya da kendisini savunuyordu. Meslek
yaşamım boyunca benzer durumlarla çok karşılaştım. Kente karşı suç
niteliğindeki birçok projede, eylemde şu ya da bu şekilde aynı okulun mezunları
olduğumuz arkadaşlarımız, meslektaşlarımız işin içinde yer aldılar. Burada yanlış
anlaşılma tehlikesine karşı şunu da söylemem şart. Eleştirdiğim hiçbir şekilde
bu arkadaşlarımız değil. Yaşadığımız çağda, ODTÜ’lülük olarak tarif etmeye
çalıştığımız değerler sistemi içerisinde mekâna, kente ve yaşam alanlarımıza
ilişkin müdahaleler konusunda doğru ve anlamlı bir duyarlılığı yerleştirememiş
olmamızı eleştiriyorum. Sonuçta, bu durumun ilk ve en önemli mağdurları yine
biz ODTÜ’lüleriz. İş alanlarımız daralırken, salt inşaat sektörü odaklı bir
kariyer izlemek, istediğimiz kentte yaşamak ve çalışmak yerine illa ki İstanbul’a
göç etmek zorunda bırakılanlar yine bizler oluyoruz.
Buna
karşın ODTÜ’lüler, son yıllarda bu anlamda yürütülen mücadelelerde de hep ön
saflarda yer aldılar. Siyasi partilerde, meslek odalarında, sendikalarda,
mezunlar derneğinde ve üniversitelerde yer alan akademisyenler, öğrenciler, meslek
insanları, memurlar ciddi mücadelelerde bulundular. Gezide, Gezi öncesinde ve
sonrasında mücadelelerin tarihi yazılırken ODTÜ atlanırsa resmin çok eksik
kalacağı açıktır. Ancak, burada da mücadelede hep sonuçlara karşı ve tepkisel
kalındığını da bir özeleştiri olarak ortaya koymak zorunluluğu bulunmakta. Bu
durum, mücadelenin farklı saflarının parçalanmasına, güç kaybı yaşanmasına ve her
şeyden önemlisi, mücadelenin esas koşullarını oluşturan sistemik duruma karşı
daha uzun soluklu ve yapısal müdahalelerde bulunulmasının önünü tıkamaktadır.
Bu bilimsel bilgi ve birikimle en azından kendi kampusumuza ve Eymir’e karşı on
yıldan fazla bir süredir devam eden saldırıya karşı daha sistemli, stratejik ve
felsefi derinliği olan bir mücadele yürütmenin gerekliliği ortadadır. Bu ise,
daha kapsamlı bir farkındalık ve kurumsal güç birliği ile sağlanabilecek bir
durumdur.
Burada
on iki yıl öncesinde başlatılan ancak sürdürülemeyen bir deneyimi de
hatırlatmak istiyorum. Dernek çatısı altında daha önce de çevre ve kentle
ilgili etkinlikler yapılıyordu. Ancak, 2002 yılında kurulan “çevre ve kent”
komisyonu ile bu çalışmalar daha sistematik bir yapıya kavuşturulmaya
çalışıldı. Komisyon öncelikle mezunlarımızda çevreye ve kente dair bir
duyarlılığın uyandırılması için birçok etkinlikte bulundu. Bu etkinlikleri
yaparken de temelde ODTÜ, Eymir Gölü ve yakın çevre, genelde de Başkent Ankara
ve Türkiye’de kentlere ilişkin sorunları ele alan kademeli bir çerçeve çizmeye
çalıştı. Komisyon daha o günlerde ODTÜ yoluna ilişkin imar planı
değişikliklerini, Mezunlar Derneğinin kendi arazisini ve yakın çevresini
bekleyen geleceği, kampus etrafındaki yapılaşma süreçlerini ve bunlara karşı
nasıl bir duyarlılık oluşturulması gerektiğini ele aldı. Ancak, ne yazık ki
2008 yılı sonrasında Dernek Yönetiminin bu komisyona olan ilgisi çeşitli
sebeplerle azaldı. 2010 yılı sonrasında da bu komisyon ya da çalışma gurubu
artık dernek çalışmaları içindeki yerini kaybetti. Dernek içerisinde bu
komisyon çalışmalarına olan ilginin azalması ile ODTÜ üzerindeki baskıların
artması arasındaki paralelliği de hepinizin takdirlerine sunmak isterim.
Tüm
bu süreçler karşısında ODTÜ mezunları olarak yeni bir duyarlılığı ve
eylemselliği ifade etmek ihtiyacında olduğumuzu düşünüyorum. Bu duyarlılık bir “mekânsal”
duyarlılık olmalıdır. Halimiz vaktimiz yerinde olsa da, yakın çevremize,
semtimize, kentimize ve ODTÜ’ye ilişkin duyarlılıklarımızın artması, gündelik
yaşamımızda talep ettiklerimiz arasına yaşadığımız kentin sorunlarıyla
ilgilenme, yönetimine katılma için çaba harcamayı katmak gerektiği açıktır. Ben
buna ODTÜ’yü ve ODTÜ’lüyü mekânsallaştırmak demek istiyorum. Hep birlikte mekânı
yeniden keşfetmek zorundayız. Çünkü aslında mekânı başkaları, rant hırsıyla
yaşam alanlarımızı yaşanmaz kılarak keşfetti, keşfetmeye devam ediyor. Bu mekânsallaştırma
sürecinde Üniversite ve Dernek Yönetiminin çok önemli bir payı olması gerektiği
açıktır. ODTÜ gibi, Türkiye şehircilik, tasarım, mimarlık ve kent planlama tarihinin
en önemli köşe taşlarından olan bir üniversite ve mezunlarının bu birikime
fazlasıyla sahip olduğu açıktır, ancak bu birikimin harekete geçirilmesi
gerekmektedir.
Bu
birikimin harekete geçirilmesinde amaç da açıktır. Elimizdeki en güzel
örneklerden olan, bizi mutlu eden, içinde var olma heves ve heyecanıyla
dolduran ODTÜ Kampusundan yola çıkarak kentlerimizi ve mekânı yenileyecek bir
manifestoyu ve örnekleri ODTÜ’lüye hatırlatmak, topluma güçlü bir şekilde yeniden
sunmak. Ben buna “mekânı ODTÜ’leştirmek” demek istiyorum. Yaşanan süreç ODTÜ’yü
kentlerimizdeki yaşanmaz mekânlara dönüştürmek, talan etmek için elinden geleni
yapıyor. Belki bundan sonra karşı bir hareketi tarif etmemiz bir zorunluluk.
Unutmadan
son söz olarak şunu hatırlatayım. Bunu yapmayabiliriz. Yaşamımıza bildiğimiz
gibi devam edebiliriz. Ancak, gün geldiğinde ODTÜ Ormanı da “bir keser on
dikeriz” anlayışıyla Atatürk Orman Çiftliği gibi peynir gibi dilimlenmeye başlayınca,
Eymir Gölüne “sadece Eymir manzaralı milyonluk rezidanslardan” bakabilir hale
gelince, kamusal alanları yok edilmiş bir kentte yalnız bir şekilde yaşarken
çok geç kalmış olacak. Bu sebeple, ODTÜ Mezunları Derneğimizin bu genel
kurulunda bu konunun gündem yapılması ve gelecek dönemde bu konuda ciddi
çalışmaların yapılması hususunu hepinizin dikkatlerine sunmak isterim.
Saygılarımla,
Savaş
Zafer Şahin CP96, UPL99, ADM07
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder