Benim
kuşağım için çok değil bundan otuz yıl öncesinde fotoğraf çektirmek eylemi
başkalarının yazdığı bir senaryonun edilgen figüranları olmakla eşdeğerdi.
Fotoğrafın insan ruhunu bir kâğıda hapsedeceğine inanan ilkel kabile mensupları
gibi, mahalle fotoğrafçısının vitrinine, oradan da okula hapsedileceğimize
inanırdık. Fotoğraf çektirme eylemi bizim için okula başlamakla eşdeğerdi.
Bizden önceki ağabeylerimiz beyaz yakalı siyah önlüklerini giyip o kapıdan
içeri bir bilinmezliğe girmişler, bir hafta sonrasında da –onlar okula
başladıklarında– resimleri fotoğrafçının vitrininde belirmişti. Muzip bir
arkadaşımıza göre çocuklar okuldan kaçmasınlar diye ruhları o vitrinde
saklanıyordu. Vakit geldiğinde bizler de girdik o kapıdan ve neler olduğunu gördük.
Keçisakallı bir amca bizi yüksekçe bir tabureye oturttu. Dev gibi bir makinenin
arkasında bazı ayarlamalar yaptı. Vücudumuzun pozisyonunu ayarladı, boynumuzu
çevirdi, çenemizi kaldırdı ve “aman bozma” deyip tekrar makinenin arkasında
geçti. Bir flaş patladığında tuttuğumuz nefesleri bırakmış ve rahatlamıştık. Çekilen
fotoğraflarımız çok geçmeden fotoğrafçı vitrinindeki yerini almıştı.
Bu
deneyimin iki önemli yanı vardı. Birincisi, ne fotoğrafçı ne de fotoğrafı
çekilen ortaya çıkacak sonuç hakkında tam olarak bir kestirimde bulunamazdı.
Fotoğrafçı ne kadar işinin ehli olursa olsun, müşteri sonuçtan memnun
kalmayabilirdi. Kimileri ise fotoğrafçının elde ettiği sonucun kesinlikle
yorumlanmaması gerektiğini düşünür, “fotoğraflarda iyi çıkmıyorum” der geçerdi.
İkincisi ise fotoğrafa yansıyan halet-i ruhiyemiz ile ilgiliydi. Fotoğraf bizi
tatmin etmese bile ilk okul fotoğraflarının ilginç bir yanı vardı. Fotoğraf
bizim kişiliğimizi, içimizin derinliğini yansıtırdı. Fotoğrafların siyah-beyaz
olmasının da bunda etkisi vardı sanırım. Grinin tüm tonlarının gökkuşağının
tonlarından daha fazla duyguyu yansıtabilmesi ise ilginç bir durumdu. İlk
doğduğumuzda hayata, ilk tekmelediğimizde topa nasıl bakıyorsak, ilk
fotoğrafımızda da dünyaya öyle bakıyorduk. Yıllar geçiyordu, üstümüz başımız
binlerce kez kirleniyor, temizleniyordu, kirler çıkıyor ama o bakış
duruşumuzdan, yüzümüzden hiç çıkmıyordu. Öyle ki ilkokul fotoğrafımızdaki yüz
ifadesine bakıp yıllar sonra o fotoğrafa artık hiç benzemese de bir arkadaşı
hatırlamak mümkün oluyordu. Şimdilerde siyah beyaz bir okul fotoğrafı çektirme
geleneği tarihe karıştığı için hala böyle olup olmadığını bilmiyorum.
Yıllar
geçtikçe fotoğrafçı ve fotoğraf ile ilişkimiz fotoğraf teknolojisi ile birlikte
değişmeye başladı. Önce makaralı fotoğraf makineleri çıktı. 24 ya da 36 pozluk
bu makineler hayatın özel anlarını dondurmak için kullanılmaya başlandı. En sık
sorulan sorulardan bazıları “kaç pozun kaldı” ya da “fotoğrafları nerede
bastıracaksın” idi. Fotoğrafçı
yavaş yavaş özel bazı fotoğraflar dışında fotoğraf banyosu ve baskısı ile
uğraşan bir adam haline geldi. Baskıya tercihlerini yansıtmadı değil. Kimi
zaman fotoğrafa çerçeve ekledi, köşelerini yuvarlak kesti. Renkli filmlerin yaygınlaşması ile birlikte
siyah beyaz baskı da yavaş yavaş tarihe karıştı. Bir ara gurbetçilerin eliyle
kendi baskısını yapan “polaroid” makineler bir görünüp bir kayboldu ve bize donuk
renkli, arkası parlak kare şeklindeki fotoğrafları yadigâr bıraktılar. Bu
yılların vazgeçilmez unsuru ise albümlerdi. Sürekli olarak bastırılan ve ancak
yarısına yakını çekeni tatmin eden fotoğrafların saklanması için değişik renk
ve biçimlerdeki sayısız albüm oluşturuldu, büyük fotoğraflar için çerçeveler
alındı.
Dijital
çağın başlaması ve ardından sosyal medyanın yaygınlaşması ile birlikte fotoğraf
birler ve sıfırlardan oluşan bir bilgi paketinin sanal dünyada paylaşılmasının
aracı haline geldi. Artık fotoğraf çekmek “taranmak” gibi dönüşlü bir eylemdi.
Kişiler sürekli olarak kendi yaşam döngüleri üzerine eklenerek katlanan ve
çoğalan bir imaj dünyasını oluşturmak için ellerindeki telefon ve dijital
fotoğraf makineleriyle dolaşan gezginler halini aldılar. Fotoğrafların
çözünürlüğü arttı, boyutları büyüdü, sayıları akıl ve hafzalayı zorlayacak
boyutlara ulaştı. Fotoğrafların beğenmediğimiz yanlarını da yeni yazılımlar
yardımıyla kolayca değiştirebiliyoruz artık. Ama bir şeyler eksiliyor sanki.
Fotoğrafların sayısı arttıkça onları artık daha az ya da hiç önemsemez hale
geldik. Bir anlığına çek(in)iyor, tüketiyor ve unutuyoruz onları. Bizden önceki
kuşakların dijital fotoğrafları basılmadan, ellerine almadan sevmeye
yanaşmamaları da bundan sanki. Bizler fotoğrafın içimizdeki derini yansıtacak
ve elden ele dolaşacak bir hatıra olmasından çoktan vazgeçmiş gibiyiz. Fotoğraf
çekinirken, hakkımızda delil olarak kullanılabilecek görüntülerden çekiniyoruz.
Sanırım çekinmediğimiz fotoğrafları çekinmenin yeni yollarını ve onları
paylaşmanın “insanca” hallerini yeniden keşfetmeye ihtiyacımız var…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder