Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

17 Ekim 2011 Pazartesi

"CENNET"


Birinci Âdem

Ormandaydı. Zıplayarak ufuk çizgisine doğru ilerleyen ceylanı izliyordu. Toynakları yere her dokunduğunda toprağın bir uzvu haline gelen, havadayken göğe ait, kuşlara kardeş gibi görünen bu canlının ürkek bakışlarını yakaladı bir an. İri, güzel gözlerden yansıyan, elektromanyetik tayfın sınırlı aralığının ötesine çevirdi bakışlarını. Bir anda tüm ağaçların, otların, havanın, böceklerin, gözle görünmeyenlerin, uzaktaki yıldızların, güneşin, kayaların, bulutların, yaprakların, dağların, nehrin, kurbağaların ve saymaya ömürler yetmeyecek başka her şeyin şarkısını bir anda duymaya, renklerini bir arada görmeye başladı. Görüp duydukları, içindeki tüm hislerin, duyguların dünyasında sonu olmayan bir şelaleye dökülmeye başladı. Orada kardeşlerini gördü. Kaybettiği annesi, eşi, çocukları ona el sallıyorlardı.

Onun için henüz kendinden çıkan ses, ya da düşüncelerin şekli yoktu. Şeyler hep birlikte var ya da yoktular. Evrendeki canlıların içindeki duygulardan, kardeşlerinin bakışlarının toprağın dokunuşundan, düşüncelerinin rüzgârdan bir farkı yoktu. İster âlem olur bakardı kendine, ister kendi olur bakardı âleme. Odaklanmış, sınırlanmış, eksilmiş, şekillenmiş şeylerle ilgilenmezdi. Ya hep ya hiçti.

Mağarasına doğru yürüdü. Halsizdi. Yolda çiçeklerle bakıştı. Köklerle yüzleşti. Yürüyenin kendi mi olduğu, âlemin mi yer değiştirdiği konusunda küçük bir kararsızlık geçirdi. Kararsızlığı mağarasının girişini saran sarmaşığın kıvrımlarında kayboldu. İçeri girdi. Uzun bir zamandır yalnız olduğu gerçeğini hatırladı. Onun gibilerin sonuncusuydu. Üç kış önce gelen salgında eşini ve çocuklarını kaybetmişti. Mağaranın derinliklerine doğru yürüdü. Diplerde bir yerde, geceleri gökyüzünü görebildiği doğal bir baca vardı. Isınmak için ateşini bu bacanın altında yakar, ateş sönünce küllerin üzerine yatıp delikten sızan yıldız ışığını seyrederdi.

Bu kez ateş yakmadan yattı bacanın altına. Gözlerini göğün derinliklerine dikti. Yıldızları ayıkladı görüşünden. Karanlığın dibini görmeye çalıştı. Karanlığın ve siyahın da tonları olduğunu, daha derinlere baktıkça daha koyu bir siyahın onu beklediğini, siyah koyulaştıkça tanıdık bir şeylere rastlayabileceğini hissetti. Uzaklarda bir yerlerde dipsiz bir kuyu gördü sanki bir an. Her şeyi yutan, bakışlarını bile kendine çeken bir karanlık. Bıraktı kendini, bakışlarının yutulmasına izin verdi. İçerilere sızdıkça varlığın giderek birleştiğini, tekleştiğini hissetti. Varlık büzüşmeye başladı. Küçüldü, tek bir noktaya dürülmeye başladı. Yok olmadan önce tek bir taneye dönüştü. O tek taneye verdi dikkatini. Nabız gibi atmaya başladı tane. Bir var olup bir yok oluyordu. Yok olduğu anlarda ortalığı kaplayan göz alıcı parlaklıkta kaybettiklerini gördü bir bir. Annesi, eşi, çocukları, kabilesinin tüm büyükleri. Yanıp sönen meşaleler gibiydiler.

Heyecan bakışlarından bedenine geri aktı. Karıncalanan zihninde yanıp sönen yıldızlar yankılanıyordu. Yankılar birbirine karıştı, dipsiz kuyularda uzaklaşan sesler gibi boğazına indi. Gırtlağında bir hareketlenme oldu. Görünmeyen bir ateşlenme gergin bir titreşime dönüştü. Var-yok ikilemi ses oldu: …adhrr…emhh…adhh…emh…adh…em…adh…em…adh… Yerinden fırladı. Yerden kaptığı bir volkan camını ay ışığının aydınlattığı mağara duvarının bazalt yüzeyine vurmaya başladı. Saatlerce devam ettikten sonra ellerinin parçalanıp kan içinde kaldığını ılık kayganlık hissinden anladı. Durduğunda, duvarda noktalardan oluşan sonsuz bir desen vardı. Volkan camı elinden yere doğru yolculuğuna başladığında son nefesini verdi, dizlerinin üzerinde zihin dünyasının sonsuzluğuna karıştı.

İkinci Âdem

Mağaranın duvarındaki sayısız noktayı inceliyordu. Yalnızdı… Ama, bütün insanlığın gözleri onunlaydı. Gözlüğündeki kamera bağlantısı ile gezegendeki tüm internet araştırma bulutları ve sosyal paylaşım ağları onun anlattıklarını yayınlıyordu. Yaklaşık dokuz milyar insan, Kafkaslardaki bir mağaradan yayın yapan bu genç antropologu merakla izliyordu.

İki binli yılların başlarında, İsviçre’de bulunan ilk CERN’de, evrenin ilk anlarını aydınlatacak ve birleşik alanlar kuramını doğrulayacak deneylere başlandığında, aranan hadron adlı atom altı parçacığının gizemini çözecek anahtarın yıllar sonra bir neanderthal adamının başucunda bulunacağı kimin aklına gelirdi ki?

İlk CERN’deki deneylerin büyük bir hayal kırıklığı ile sonuçlanması üzerine, 2025’te ikinci CERN Alplerin altında, 2050’de de ilkinin tam on katı büyüklüğündeki üçüncü CERN Orta Asya’da, Taklamakan çölünün ortasına kurulmuştu. Parçacık hızlandırıcılar büyüdükçe harcanan para artıyor, hadron parçacığının bulunmasına ilişkin umutlar ve sabır tükeniyordu. Bulunan yeni ve sayısız atom altı parçacık arasında hadron yoktu. Sanki, “tanrı parçacığı” da denilen hadron kendisini, tanrının kendisini evrene saklaması gibi atom altının karanlık dehlizlerine saklamıştı.

Sonunda sorunun parçacık hızlandırıcılarında değil de doğrulanmaya çalışılan kuramda olduğuna karar verildi. Dünyanın önde gelen kuantum fizikçileri bir araya getirildi. Çalışmalarının tüm dünyadaki diğer fizikçiler tarafından anlık olarak görülmesi ve doğrulanabilmesi için bir internet bulutu oluşturuldu. İnsanlık tarihinin bu en kapsamlı ve kalabalık kuramsal çalışmasının hadronu ortaya çıkaracağı umut ediliyordu.

Çalışmanın ilk yılında beklenen kuramsal gelişme sağlanamadı. Bunun üzerine ikinci yıl, çalışma gurubu internetteki sanal çalışma bulutlarının tümünü kapsayacak şekilde genişletildi. Çalışma gurubunun genişletilmesinden sonra geçen üçüncü ayın ilk günü ilginç bir gelişme oldu. Kafkaslarda neanderthal izlerini araştıran genç bir antropologun bir mağarada bulduğu resimdeki garip bir dizinin sıralanışı, hadron parçacığı kuramındaki kayıp parçayı işaret etmeye başladı. Önceleri bu garip gelişme bir tesadüf olarak görüldü. Ama gün geçtikçe artan sayıda fizikçi sonuçları doğrulamaya başlayınca durum ciddiyet kazandı. Tüm çalışma bulutunun kritik eşiği olan yüzde kırk üçü bu ilişkiyi doğrulayınca hemen bu genç antropologla, yani Âdem’le iletişime geçildi.

Bu olaydan beri omuzlarında inanılmaz bir yük hisseden Âdem, gecesini gündüzüne karıştırarak çalışmaya devam etmişti. Ama ortada bir sorun vardı. Ünlü matematikçi Fibonacci’nin serilerine uyan duvardaki izlerin sadece ilk dört satırı hadron formüllerini doğruluyordu. Kendisinden duvardaki izleri inceleyerek formülleri doğrulayacak yeni bulgular araması istenmişti. Duvardaki deliklerin derinliğini, açısını, birbirlerinden uzaklığını ölçtüğü ve kaydettiği ilk günlerde kendisini sadece araştırma bulutunun temsilcileri izliyordu. Ama, ilerleyen günlerde tüm sosyal paylaşım ağları gösteriye katılmıştı. Araştırma gurubunun yetkilileri ondan araştırmalarını sözlü olarak da anlatmasını isteyince araştırma bir magazin sürecine dönüşmüştü. Din adamları, felsefeciler, medyumlar, öğrenciler ve milyarlarca insan sonucunun ne olduğunu anlamayacağını bilseler de bu monoton gösteriyi izlemeye başlamışlardı.

Kendisini bu anlamsız gösterinin soytarısı gibi hissetmeye başlayan Âdem, artık sıkılmaya başlamıştı. Ailesini yeni ortaya çıkan X-17 virüsü salgınında kaybettikten sonra insanlardan kaçmak için sığındığı araştırması, insanlığın kaderini etkileyecek bir gösteriye dönüşmüştü. Oysaki onun tek istediği yalnız bırakılmak, amaçsızca da olsa biraz kendisine benzettiği mağaradaki neanderthal adamının sessizliğini anlamaktı.

Bir anda karar verdi. Tüm çevrimiçi ve uydu bağlantılarını kesti. Gözlüğünü çıkardı. Sekiz metrelik granit kütlesinin altında uydu algılayıcıların da onu bulamayacağını düşündü. Kendini, yalnızlığın verdiği huzurun kollarına bıraktı. Mağaranın içlerine doğru yürüdü. İlerlerde bir yerlerdeki bacanın altında durup öğle vakti tam tepeye ulaşan güneşe baktı ellerini siper ederek.

Bir müddet güneşin parlaklığının onu kör etmesine izin verdi. Bakışlarını tekrar mağaranın karanlığına çevirdiğinde zifiri bir karanlığın nasıl da gözbebeklerinde patladığına şaşırdı. Yerdeki çukura oturdu. Serindi… Orada ne kadar oturduğunu unuttu. Bir süre sonra güneşin ışınları olgunlaşan meyvelerin büktüğü dallar gibi eğilerek girmeye başladı içeri. Derken inanılmaz bir şey oldu. Güneş ışınları yavaş yavaş duvardaki izlere doğru yaklaştı. En kenardaki izlerden başlayarak aydınlatmaya başladı. Işınların açısı izlerin vuruş yönüyle birleşerek iki boyutlu desene üçüncü bir boyut katıyordu. Sanki duvarda merakla tetiklenmiş bir kabarcık oluşuyordu. Yere yayılmış sönük bir balonun usulca şişmesi gibi küresel bir form ortaya çıktı. Duvardaki izlerin meydana getirdiği diziler küresel olarak yerleştirilmiş dairesel düzlemlerde tamamlanmaya başladı. Bir anda yeni Fibonacci serisi oluştu. Hadrona çıkacak yol bulunmuştu. Heyecanla koşarak mağaranın dışına çıktı. Gözlüğünü takıp çevrimiçi oldu ve haykırdı: buldum!...

Üçüncü Âdem

Solucan deliğinden, on bir boyutlu gerçekliğin baş döndüren atmosferinden çıkıp gerçek uzay-zamana dönmek Âdem için bu kez de pek kolay olmadı. Önce zamanın aktığı duygusuna kendisini alıştırması gerekti. Sonra kolektif varlığını oluşturan tüm bireylerin varlıklarının birer birer ama bir anda geri dönmesinin yarattığı şokla sarsıldı. Tam olarak kendisine geldiğinde, fiziksel bedeni olarak adlandırdığı, kozalar içindeki insanlar ve makineden oluşan bedenini her ayrıntısına, her noktasına kadar hissetti. Vakit kaybetmeden kolektif varlığını oluşturan bireylerden yaşamını kaybedenleri saygı ile uzay-zamana bıraktı. Solucan deliği yolculuğunun makinede oluşturduğu hasarları, atom altı belirsizlik düzeyinden başlayarak kuark-bot ve nano-botlarıyla tamire başladı.

Solucan deliklerinde geçen dünya zamanıyla yetmiş sekiz nokta iki saniye, gerçekte on yedi milyar ışık yılı bir süredir yolculuk ediyordu. Uzay zaman’ın süpernovalar ve galaktik boyuttaki kara delikler tarafından bükülen yapısı sebebiyle yüzlerce kez solucan deliklerine girip çıkmıştı. Sinir ağı bilgisayarlarının hesaplarına göre uzay-zamanı kestirmeden geçen ve solucan deliği olarak adlandırılan yollara birkaç kez daha girip çıkması gerekiyordu. Sonra yolculuğu bitecekti. Evrenin doğuşunda…

Âdem, insanlığın en büyük, en karmaşık, en gelişmiş ve en son projesiydi. İsa’dan sonra onuncu bin yılda, insanoğlunun yüzlerce galaksiye yerleştiği bir zamanda alınan korkunç bir haberin ürünüydü. Evrenin görülmeyen dokusu olarak adlandırılan karanlık maddenin miktarı tam olarak tespit edilmişti. Elde edilen verilere göre, evren ölüyordu. Uzayın genişleme hızı yavaşlamaya başlamıştı. Galaksiler arası zaman ölçümüne göre üç insan kuşağı sonra evren kendi üzerine çökecekti. Yok olmak üzere olan bir evrenden insanlığın kaçış projesiydi Âdem.

Âdem, aslında tüm galaksilere yayılmış yaklaşık yüz milyar insanın bedeni ve zihni ile bugüne kadar yapılmış en gelişmiş uzay aracının bir karışımıydı. İnsan zihinlerinin psişik titreşimi ile makinenin elektromanyetik titreşiminin eşleştirilmesi ile birlikte ortaya çıkan bir kişilikti. Hem tek bir insan gibi düşünen, hem de herkes olan bir varlıktı. İnsanlıktı, insanlığın son umuduydu.

Çöken bir evrende tek kaçış yolu olan evrenin doğum noktasına doğru yolculuk ediyordu. İlginç olan, bu yolculuğun gidilecek olan en uzak noktada Âdemi evrenin doğum anına götürecek olmasıydı. Kendi üzerine çökerek insanlığa ihanet eden evren, varlığıyla insanlığa çıkış yolunu göstermişti. Sürekli olarak genişleyen ve tek sabiti ışık hızı olan evrende ışıktan hızlı gidilebilirse, hem zamanda hem de mekânda yolculuk mümkündü. Işık hızının bir kaplumbağa kadar ağır kaldığı bu yolculukta Âdem ışık hızının milyarlarca katı hızla hareket edebileceği solucan deliklerini kullanıyordu. Hedef evrenin doğum anıydı. Eğer büyük patlamadan önce hadron parçacığının yani atom altının oluşumundan önce evrenin doğum noktasına ulaşılabilirse, oradan paralel bir evrene kaçış mümkün olabilecek ve bütün insanlık için yeni bir yaşam başlayabilecekti.

Ancak, yolculuk sorunlarla doluydu. Devasa bir makineyle solucan deliklerine her giriş çıkışta yüz binlerce insan ölüyor, makine hasar görüyordu. Ölen insanların bedenleri uzaya bırakılıyor, bilinçleri kolektif bilince katılıyor, anıları kaydediliyordu. Her şey, her kayıp, insanlığın yani Âdem’in kurtuluşu içindi.

Solucan deliğine son giriş için bütün hazırlıklar tamamlandı. Karşıt-madde iticileri çalıştırıldı. Zaman, mekân, makine, insanlık tekrar anlamını kaybetti. Uyku, ölüm, yok oluş ve var oluş birbirine karıştı.

Solucan deliğinden çıkışta farklı bir şeyler vardı. Daha doğrusu yoktu. Evren henüz doğmamış olduğu için var olan tek şey Âdem’di. Yani evrenin kendisi Âdem’di. Zaman çizgisi henüz başlamamış olduğundan ne kadar süreceği belli olmayan bir bekleyiş başladı. Dışarıda zaman olmadığı açıktı. Ama Âdem kendi zaman çizgisini beraberinde getirdiğinden kendi zamanı akmaya devam ediyordu. Belki binlerce, belki milyonlarca yıl geçti. İnsan bedenleri tükenmeye, makineler eskimeye başladı. Bir sorun vardı. Evren bir türlü doğmuyordu.

İnsanlığın kolektif bilinci ve bilgi bankaları çalışmaya başladı. Tüm olasılıklar ve insanlığın tüm birikimi değerlendirildi. Araştırmada binlerce yıl önceden, insanlığın doğum yeri olan dünyadan bir umut ışığı belirdi. Kayıtlara göre insanlığa galaksilerin yolunu açan keşif bu çıkmazı sonlandırabilirdi. Hadron parçacığının bulunmasını sağlayan, dünyadaki bir mağaradaki şekillerin oluşturduğu sayı dizisiydi umudun kaynağı. Belli bir sayı dizisinin işaret ettiği frekansta titreşim yaratılabilirse evren doğabilirdi.

Ama evrenin doğabilmesi için Âdem’in ölmesi gerekiyordu. Gereken frekanstaki titreşimin yeterli enerjiyle oluşturulabilmesi için Âdem’in karşıt madde motorlarının kendi kendini imha etmesi ve bir çekim odağı oluşturması şarttı. Ancak, bu çekim odağının ne olduğu, Âdem’e ne yapacağı, evrenin doğup doğmayacağı ve binlerce soru yanıtsızdı. Sonuçta, insanlığın kolektif bilinci, insan olmanın gerektirdiği şeyi yaptı, merak etti ve risk aldı.

Motorlar yavaş yavaş aşırı yüklenmeye başladı. Kalan son karşıt madde kırıntıları tükenirken yokluğun ortasında bir girdap oluştu. Girdap Âdem’i içine çekiyordu. İçerlerde bir yerlerde zayıf bir enerji ile birlikte kıpırdanma başladı sonra. Ölçülebilir atom altı parçacıkların oluşumundan önceki enerji düzeyleri yani evrenin şafağı belirdi. Çekim büyüdükçe Âdem parçalanmaya ve bükülmeye başladı. Yokluğun ortasında varlık ortaya çıkarken Âdem yokluğu son bir kez tattı. Âdem’in yanında taşıdığı zaman ve mekân ortadan kalkarken evrenin doğuşuyla birlikte yeni bir zaman ve mekân ortaya çıkmaya başladı.


Ama bu bir son değildi. Âdem solucan deliğinden çıkıştaki hali bir kez daha yaşadı. Zaman akmaya, mekân durmaya başladı. Ama bir gariplik vardı. Her şey şekilsiz ve sınırsızdı. Kavramlar, şekiller yoktu. Her şey bir ve bütündü. Kendisi de o bütüne dâhil önemsiz bir bireydi ve dünyadaki bir ormanda, önemsiz bir ayrıntıydı artık.

Geçmiş, yüz milyar sinir hücresinden oluşan zihninden bir anda siliniverdi. Bir bedeni olduğunun ve ormanın ortasında çömelmiş beklediğinin farkına vardı. Birden biraz ilerideki ağaçların ortasında bir kıpırtı duydu. Dikkatle o yöne bakmaya başladı. Orada karşısında duruyordu. Zıplayarak ufka yönelmeye hazırlanan bir ceylan…








Hiç yorum yok: