Bir
şehir plancısı olarak en sık karşılaştığım sorulardan birisi “hocam bizim
şehirlerimiz neden böyle” şeklinde. Hemen arkasından da o ikinci yakıcı soru
gelir: “sizi dinlemiyorlar değil mi”? Sokaktaki insanın irfanı karşısında
hissettiğim şaşkınlık bir yana aynı insanların içinde yaşadıkları, oluşumuna
katkıda bulundukları, şuradan bir arsa, buradan bir kupon daire kapatarak
şekillendirdikleri kenti sanki kendi dışlarında, uzaktan gördükleri bir sur
duvarı gibi algılamalarını da bir o kadar ironik bulurum. Öyle ya, yapılar,
kentler, yerleşmeler kendilerini öperek düzeltmesi için kahraman birer meslek
grubunu bekleyen, beton cam ve çelik tabutunun içinde yatan yaşlı bir pamuk
prenses gibidir…
Bu
gibi soruların gündeme getirildiği - ya
da en azından getirilmesini temenni ettiğimiz – günlerin başında bizim için “Dünya
Şehircilik Günü” geliyor. Her yıl Kasım ayının başlarında, kutlama demeyelim
ama – çünkü şehircilik dendiğinde kutlanacak şey bulmak pe zor olabilir
memlekette – olanı biteni hep birlikte anlama ve tartışma çabası içine
giriyoruz plancılar olarak. Bu çaba her yıl düzenlenen bir etkinlikle de
odaklanıyor. Bu yıl 39.su düzenlenmekte olan bu etkinliğe biz “Dünya Şehircilik
Günü Kolokyumu” adını veriyoruz. Bu yıl, biraz geç de olsa son gününe
yetişebileceğim Kolokyum ve Dünya Şehircilik Günün anlamını, memlekette olanı
biteni düşünürken aklıma gelen bazı ilginç çağrışımları kaleme almak istedim.
Öncelikle
şu “önemli gün ve haftalar” konusuna bir bakalım. Eskiden evlerin vazgeçilmezi
olan saatli maarif takvimlerinde ve öğretmenlerin yıllık eğitim planlarında
mutlaka sıralanan ve belli olaylara atfedilen günler ve haftalar olurdu.
Kızılay haftası, Çanakkale Şehitlerini Anma Günü, Yerli Malı Haftası bunlardan
bazıları. Yılın her gününün ve her haftasının önemli olarak kutsandığı bir
durumda eğer hepsi önemliyse, hangisi diğerinden daha önemli ya da hepsi
önemliyse aynı zamanda hiçbiri önemli değil mi diye sormadan alamazdım kendimi.
Bir de bir konuyu “sadece bir gün değil her gün” hatırlamanın önemini hatırlatan
beylik sözlerle “kapitalizmin oyunu bunlar bak anneler dediler stokları
erittiler” serzenişleri var. Öte yandan bunların bazılarını biz, bazılarını
başkaları belirlemiş, bazıları kutsal, bazıları resmi, bazıları ise ihtiyari.
Önemli gün ve haftalar arasında sayılmayan ama halkın ve bazı toplumsal
kesimlerin önemli saydıkları zaman dilimleri de bulunuyor. Bir zamanlar
dedesine İslam’daki dini bayramların neden her yıl farklı zamanlarda olduğunu
soran bir çocukla ilgili bir öykü okuduğumu hatırlıyorum. Dedesi “nerede olduğu
aranan kolay kolay unutulmaz” yanıtını vermiş.
Peki,
biz ne arıyoruz bu önemli gün ve haftalarda? Ya da bir şeyler aradıklarımız var
mı? Aramadığımızda ne olur? Sanırım bir şeylerin aranmadığı zaman ne olduğuna
baksak belki de daha iyi olur. Bu noktada aklıma gelen en talihsiz önemli gün “Kabotaj
Bayramı”. Okulun ikinci döneminin sonlarına gelmişsiniz, yaz tatili hülyaları
almış başınızı götürmüş başka yerlere, temmuz ayının ilk günü için bir
bayramımız olduğunu anlatıyor öğretmen. İlginç de bir ismi var: kabotaj.
Denizleri kullanma konusunda bir devletin yurttaşlarına verdiği imtiyazları
ifade eden kabotaj Cumhuriyetle elde ettiğimiz kazanımlardan birisiydi. Ancak,
üç tarafı denizlerle çevrili bir ülkede bizler kabotajın anlamını hiçbir zaman
tam olarak anlayamadık. Kabotaj, aklımızda sanki egzotik dillerden gelen bir
ada ya da çiçek ismi gibi yapıştı kaldı. Hatta ilkokuldayken kulağıma “kablolara
yapılan sabotaj” gibi geldiğini de itiraf etmem gerekli.
Dünya
Şehircilik Günü de ne yazık ki birçok diğer arkadaşı gibi kabotaj bayramının
akıbetini yaşıyor sanki. Ülkenin üç tarafını kaplayan denizlerin talihsizliğini
memleket nüfusunun yüzde sekseninin yaşadığı şehirlerle ilgili faaliyetlerimiz
de yaşıyor. Şehircilik dendiğinde çoğunluk bilinçaltında “-cilik” ekini daha
çok ticari faaliyetlere bakan tarafından aldı, şehirci, şehir plancısı biraz daha
yersiz yurtsuz ve de sahipsiz kaldı. Sıradan insanın yaşam ideallerinin dünyayı
gezmekle, Oskar/Nobel almakla ya da aya gitmekle değil, hep bir kupon araziyle,
imarla ilgili tüyolarla bitiştiği bir dünyada ne yazık ki şehircilik de
çerçeveletip duvara asılası bir uzak ülke posteri kadar anlam taşıyor. Bunu
ülkelerin gelecek vizyonlarında da izlemek mümkün. Anglosakson dünyası “yeni
şehircilik”, “kentsel rönesanz”, Kıta Avrupası “kentsel şart” diyerek
sürdürülebilir kalkınmayı ve yeni teknolojileri yaşanabilir kentler için
kullanabilecek stratejiler peşinde koşarken, bizim ulusal kentsel
stratejilerimiz KENTGES kapsamında ancak kapı arkalarında çekingen ve tedirgin
konuşulabiliyor.
Şehir
plancıları olarak Dünya Şehircilik Günlerindeki geleneğimiz, bir tema etrafında
toplanan bir kolokyumla, mesleğin o yılki gündemini bir bildirge eşliğinde
tartışmak. Latince de “bir arada konuşmak” kökünden gelen kolokyumlarda ağırlıklı
olarak şehir plancıları bir araya gelerek, çokça eleştirdiğimiz bir formatla da
olsa ülkenin kentleşme sorunlarını, dünyada olup bitenleri ve geleceğe ilişkin
öngörülerimizi paylaşıyoruz. En başta genç plancı arkadaşlar olmak üzere,
kolokyumun yapıldığı kentin paydaşları da bu tartışmalara yer yer konuk oluyor.
Peki, dünya şehircilik günlerini de bulunmuş şeylerin paylaşıldığı değil, bir
şeylerin arandığı bir vakte dönüştürmek mümkün mü acaba? Binlerce kilometre
uzakta Arjantinli bir profesörün önerisinin bugünün Türkiye’sinde hem de 39. kez
kutlanması bunun mümkün olduğunu gösteriyor. Bunun için sanırım belki de ilk
yapmamız gereken şeylerden birisi, dünya şehircilik günlerini sadece şehir
plancılarının değil, toplumun tüm kesimlerinin günü yapmak için düşünmeye
başlamak. Şu sorunun yanıtını arayarak başlayabiliriz: “En yakınımdaki çocuk,
önemsediği bir dünya şehircilik gününde ne yapardı”?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder