Prof. Dr. Savaş Zafer Şahin'in sosyal bilimler, kent planlama ve yerel yönetimlerle ilgili denemelerini, öykülerini paylaştığı blogdur.
Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı
108047
24 Ocak 2017 Salı
7 Ocak 2017 Cumartesi
KÜRESEL EKONOMİ-POLİTİĞİN FAY HATTI KIRILIRKEN: KENTLERDE SOSYAL ADALETE DAYALI BİR SATHI MÜDAFA MÜMKÜN MÜ?
Dünya
ve Türkiye zor günlerden geçiyor. Bir gece içinde Türkiye ve Avrupa’nın farklı
ülkelerinde kaynağı, sebebi ve sonucu kestirilemeyen eş zamanlı terör olayları
gerçekleşebiliyor. Sıradan insanın gündelik hayatı geri dönüşü olmayan bir biçimde
şizofrenik bir gerçeklik algısı uçurumundan yuvarlanıyor. Gündelik hayatın
dinamikleri zedelendikçe vekâlet savaşlarının tetikçisi terör örgütlerinin
saflarına katılma ihtimali yükselen ve giderek radikalleşme eğilimleri gösteren
genç kuşaklar dünyanın dört bir yanından kirli ırmaklar misali sonlarına doğru
ilerliyorlar. Dağılma eğilimine girmiş Suriye ve Irak gibi ülkelerde tarihte
eşine az rastlanır insanlık felaketleri olağanlaşırken, Avrupa ve dünyanın her
yerinde kentler ve genç kuşaklar bu felaketlerin dinamikleri tarafından uç
noktalardaki ideolojik yaklaşımlarla yeniden biçimlendiriliyor. Tüm dünyada
toplumsal yaşam kırılganlaşıyor, hepimiz neredeyse her gün kendimize bizim için
nasıl bir gelecek mümkün sorusunu soruyoruz. Türkiye tüm bu süreçte bir sırat
köprüsünden geçiyor. Sanki tüm dünyanın yer altındaki tektonik plakaları altımızda
birleşmiş, sürekli yeni deprem dalgaları üretmeye hazır bir biçimde bekliyor.
Mevcut sistemin tüm çelişki ve çatışmaları bu küresel dalgaların etkisiyle
bugüne kadar tanık olmadığımız sınavlardan geçmemize sebep oluyor. Toplumsal
ilişkiler, siyasal gelenekler, iktidar yapısı, iktisadi eğilimler, gündelik
ilişkilerimiz, kentlerimiz, komşularımız ve akıl sağlığımız her gün yine ve
yeniden sınanıyor. Peki, ne oldu da çok değil beş yıl önce küreselleşmenin ve
yerelleşmenin el ele müreffeh ve yaşanabilir bir dünyanın kapılarını açacağına
ilişkin var olan iyimserlik dalgası yerini kısa bir sürede Arap Baharına,
dağılan devletlere ve denetlenemez küresel bir terör dalgasına bıraktı? Burada
niyetim akademik bir bakış açısıyla küreselleşme kuramlarından yola çıkarak
dört başı mamur bir çatkı oluşturmak değil açıkçası. Daha çok, bir iki noktada
tespit yapıp çözüm olabilecek bazı unsurlara işaret etmek niyetindeyim. Çünkü
hepimiz bugünlerde olan biteni anlamlandırmaya her zamankinden çok ihtiyaç
duyuyoruz.
Öncelikle
mevcut küresel sistemin ekonomi-politiğine ilişkin bazı değinmelerde bulunmak
gerekiyor. Aslında 2009 yılındaki Amerika Birleşik Devletleri kaynaklı küresel
iktisadi krizin yaşanan her şeyin kaynağı olduğunu söylemek mümkün. Oysa o
günlerde bir anda nasıl da bir iyimserlik dalgası yayılmıştı. İktisadi krizin
çözümünün küresel refah devleti yaklaşımları ile çözülebileceği, kapitalist
üretim tarzının ve finans kapitalin sonunun geldiği söylemleri yaygın bir
şekilde tartışılıyordu. Nobelli Paul Krugman gibi liberal yazarların Bush
yönetimine getirdiği eleştirilerde bile eşitsizliklerin daha azaldığı bir
dünyanın tartışıldığı görülüyordu. Ancak, çok kısa bir sürede, birbiri ardına
yaşanan siyasi gelişmeler ve bölgesel savaşlar bizi bugüne getirdi. Küresel
ekonomi-politik açısından küresel eşitsizliklerin azaltılması söylemi yerini
kısa bir sürede yapay zekâ ve makineleşmenin insanları nasıl işsiz bırakacağı,
finans sermayesine bir şekilde bağımlı kılınmış gelişmekte olan ekonomilerin
sürdürülebilir büyümeyi istikrarlı kılmak için daha hangi ulusal kaynakları
elden çıkarmaları gerektiği tartışmalarına bıraktı. Bunu ekonomik gelişme ve
kalkınma söylemlerinde bile izlemek mümkün. Küresel şirketler cep telefonu gibi
küresel mal ve hizmetlerini satabilecekleri istikrarlı ulusal düzenler ve
toplumsal refaha ihtiyaç duyuyorlar şeklindeki ifadeler yerini, kaynağı
bilinmeyen bir dağılma sürecine uğrayan Orta Doğu gibi coğrafyaların kaderine
ilişkin tartışmalara bıraktı. Tüm dünyanın ortak sorunları olan küresel
ekolojik felaket gibi konularda bile siyasi bir istikrarsızlığa sürükleniyoruz.
Her ne kadar Ekvator’da toplanan Habitat gibi toplantılarda iklim değişikliği
ve sürdürülebilir kalkınma gibi konular yeniden gündem olduysa da, tüm bilimsel
verilere ve bire bir yaşamaya başladığımız sonuçlarına rağmen ekolojik intihar
girişimi olarak adlandırılabilecek gidişatımız bile hafife alınmaya, bazı
kesimler tarafından, Trump’ın seçim kampanyasında olduğu gibi bir komplo
teorisi olarak adlandırılmaya başlandı. Neredeyse küresel kapitalist sistem ve
liberal söylemler dünyayı karanlık bir girdaba çekmeden değişmeyeceklerini ilan
eder gibiler.
Makro
ölçekte, küreselleşme sürecinin içine girdiği bataklığın iki temel sebebi
olduğunu söylemek mümkün. Son yirmi yıldır neredeyse her yıl ağzının içine
bakılan Amerikan Federal Merkez Bankasının kerameti kendinden menkul “parasal
genişleme” politikasının birincil unsur olduğu söylenebilir. Bir nevi küresel
para basma makinesi haline gelen FED, gerçek kâğıda bile basılmadan elektronik
olarak “yapılan” trilyonlarca dolar parayı Amerikan tarzı yaşam biçimini
tamamen borca dayalı olarak finanse etmek için kullanırken, aynı zamanda uzunca
bir süredir ortaya çıkan enflasyonist eğilimleri dünyanın daha kırılgan diğer
ülkelerine ihraç etmektedir. Finans sermayesi üzerine yapılan araştırmalar bu
mekanizmanın temelinde gerçekte bulunmayan bir paranın, gerçek ekonomiye dayalı
faiz gelirlerini toplamak için kullanılmasının ve neredeyse tüm dünyanın bir dolar
sömürgesi haline getirilmesi gerçeğinin bulunduğunu ortaya koyuyor. Dış sermaye
girişine bağımlı hale getirilmiş Türkiye gibi ülkelerden doğal kaynakları,
kültürel mirası, kentleri kar temelli dönüştürerek elde edilen faiz gelirleri,
para ekonomisini dünya tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar önemli hale
getirdi. Burada Yunanlı bir akademisyen dostun anlattığı bir öyküyü
alıntılamadan edemeyeceğim. “100 Avronun öyküsü” demişti buna. Bir gün
Amerikalı bir turist Atina’daki bir otelin lobisine gelir. Resepsiyon deskine
100 Avro koyar. “Otelinizde kalmayı düşünüyorum. Ama emin olmak için önce
odalarınızı gezmek istiyorum. Bu para da iyi niyetimin ve ciddiyetimin
göstergesi” der ve yukarı çıkar. Otel sahibinin aklına komşu esnaflara olan
borcu gelir. Müşteri geri gelene kadar deskteki parayı alır yandaki manava
koşar. Ona olan 100 Avro borcunu öder. Manavın da iki hafta kadar önce gelen
bir akrabası otelde kalmıştır ve otel sahibine 100 Avro borcu vardır. Otel
sahibinden aldığı 100 Avroyu geri verir. Otelci geri döner ve hiçbir şey
olmamış gibi parayı tekrar deske geri koyar. Bu arada Amerikalı turist geri
gelir. “Otelinizi beğenmedim” der ve deskte duran parayla purosunu yakıp
tüttürmeye başlar. Otel sahibi şaşkınlık içinde bakarken “üzülme zaten
sahteydi” der. Bu ve bunun gibi öyküler hiç de sanıldığı kadar abartılı ve de
insaflı olmayabilir. Gerçek dünyada Amerikan sermayesi en başta otelin yapımını
finanse eden, her yıl karını faiziyle birlikte alarak giden şirket de
olabilirdi.
Peki,
nasıl oluyor da bu kadar kırılgan bir ekonomi, dünya gelir dağılımının bu
derece adaletsiz hale gelmesine sebep olan parasal sistem, devam edebiliyor?
Elektronik olarak bir tuşa basılarak yapılan ve tüm sistemi borç ile döndüren
mekanizma gerçek emeği, üretimi, alın terini yönetebiliyor, getirilerini alıp
gidebiliyor? Bu sorunun yanıtı yakın zaman kadar küreselleşme süreci etrafında çizilen
iyimserlik halesi ile anlaşılır hale gelmekteydi. İkinci Dünya Savaşının hemen
sonrasında doları küresel para birimi statüsüne taşıyan Bretton-Woods
anlaşmasında ortaya konan altın denkliğinin dahi bulunmadığı bir ortamda,
zenginliğin küresel olarak serbest piyasa koşullarında paylaşılacağına olan
inanç bu düzenin sorgulanmasını da engelliyordu. Ancak, alttan alta yürüyen bir
başka süreç yakın zamanda küresel para ekonomisini derinden sarsan etkiler
üretmeye başladı. Bu süreç coğrafi olarak dünyanın merkezinin kayması ile çok
yakından ilişkili görünmektedir. Bir süredir, dünyanın iktisadi ağırlık merkezi
tarihsel süreçte tersine dönmüş ve tekrar batıdan doğuya doğru kaymaya
başlamıştır. McKinsey & Company’nin küresel sistemde ekonomik ağırlık
merkezini hesaplama girişimi çok ilginç bir durumu ortaya sermekte. Aşağıdaki
şemada da izlenebileceği gibi, miladi takvimin başlangıcında, dünyanın iktisadi
ağırlık merkezi Hazar Denizinin doğusunda, medeniyetin tarihte ilk ortaya
çıktığı yerlerden birisi olan Hindistan’daki İndüs Vadisi yakınlarında
görünmektedir. Bu ağırlık merkezi neredeyse 1800 yıl boyunca sadece dikey
olarak yukarı doğru yer değiştirir. Ancak, 1820’den 1913 tarihine birdenbire
Norveç civarına doğru kayar. Bunda Sanayi Devriminin, Osmanlı İmparatorluğunun
yıkılmasının ve Birinci Dünya Savaşının etkisi olduğu düşünülebilir. İkinci
Dünya Savaşı Başlarına kadar Dünyanın iktisadi ağırlık merkezi Birleşik
Krallığın batı kıyısına kaymıştır. İkinci Dünya Savaşının da aslında dünyanın
iktisadi ağırlık merkezinin Atlantik Okyanusunun ötesine kayması ile ilgisi
olup olmadığı araştırılması gereken bir spekülasyon olarak düşünülebilir. Soğuk
Savaşın başlangıcında, 1950’lerde dünyanın ağırlık merkezi Amerika Birleşik
Devletlerinin doğu kıyısına kaymıştır. Soğuk Savaş yılları boyunca 1980’lere
kadar ağırlık merkezi tersine hareket eder. Sovyetlerle Amerika Birleşik
Devletleri arasındaki rekabetin etkisiyle Atlantik Okyanusu sınırları içinde
kalır. 1980 sonrasında küreselleşme adı verilen sürecin başlamasıyla birlikte,
finans sermayesinin önündeki sınırlar kalkıp elektronik
para-borç-faiz-borç-elektronik para dönemi başlayınca dünyanın iktisadi ağırlık
merkezi yaklaşık yüz yıllık bir aradan sonra tekrar Avrupa’nın kuzeyine geri
döner. 2010 yılında Urallar civarında olduğu, 2025 yılı civarında ise yeniden
miladi takvimin başlangıcındaki yerine geri döneceği öngörülmektedir. Yani,
dünyanın iktisadi ağırlık merkezi iki bin yıllık bir süreç sonucunda başladığı
yere dönmek üzeredir. Bunun jeopolitik anlamı, dünyadaki iktidar odağının
batıdan doğuya kaymasıdır. Açıkça, karşılığı olmayan paraya ve borca dayalı
finansal sistem, iktidar odağının batıdan doğuya kaymasına engel olamamaktadır.
Bunda yükselen Çin ve Hindistan gibi büyük güçlerin reel sektörleri ile Asya’daki
doğal kaynak zengini ülkelerin artan güçleri etkili olmuştur. Peki, tüm bunlar
yaşadıklarımızla nasıl ilişkileniyor?
Dünyanın
iktisadi ağırlık merkezinin batıdan doğuya kayması aynı zamanda ilginç bir
başka olgu ile yakından ilişkili görünmektedir. Tüm dünyanın kentleştiği bir
süreçten geçiyoruz. 2000’lerin ortalarından beri dünyanın kentli nüfusunun
toplam nüfusun yarısını aştığı bilinen bir gerçek. Bu kentleşme sürecinin motor
gücünü oluşturan ülkelere baktığımızda ise daha ilginç bir durumla karşı
karşıya kalıyoruz. Dünyanın iktisadi ağırlık merkezinin şu anda bulunduğu
noktadan geçen bir eksende bulunan, Türkiye dâhil ülkelerin büyük bir kısmı
kentleşme sürecinin son çeyreğinde bulunuyor. Yani toplam nüfusun %60 ila %80
arasında büyük oranda gençlerden oluşan bir kısmı kentlerde yaşıyor, kentlerin
toplumsal dinamikleri karmaşık değişkenlere bağlı. Bu coğrafya aynı zamanda son
on yıldır dünyada yaşanan neredeyse tüm çatışmaların savaşların bulunduğu
bölgede yer alıyor. Kabaca kuzey Buz denizinden başlayarak en güneyde Güney Afrika’nın
ucuna, Ümit Burnuna kadar uzanan bir hat hem dünyanın iktisadi ağırlık
merkezinin geçtiği bir eksende, hem de dünyanın kentleşme dinamiklerinin
şekillendirdiği bir düzlemde yer alıyor. Bu hatta Ukrayna, Suriye, Arap
Baharını yaşayan ülkeler, Karadeniz, Sahra altı Afrika ve daha birçok sorunlu
bölge yer alıyor. Kuşkusuz, bu coğrafyanın sorunlarının tarihsel ve coğrafi
birçok başka kökeni de bulunmaktadır. Ancak, mevcut iktisadi düzen içerisinde
son dönemin kangren olmuş tüm sorunlu bölgelerinin bu hatta sıralanmış olması
da sorgulanması gereken bir durum olarak önümüzde duruyor.
Burada
belli düzeyde spekülasyonda bulunabiliriz. Finans sermayenin doğudaki reel
ekonomi karşısında dünyanın iktisadi ağırlık merkezinin daha da doğuya
kaymasını engellemek için küresel bir fay hattı oluşturduğu söylenebilir. Bu
hattaki sarsıntılar ve artçıları, doğudaki yükselen iktisadi güçlerin uzun
dönemli istikrara kavuşmasını engellemek için ortaya çıkarılmış olabilir.
Politik ekonomi alanındaki son dönem tartışmalar ve mevcut bazı gelişmeler bu
durumu açıklamak için kullanılabilir. Paranın reel ekonomi ile ilişkisinin
koptuğu, parasal kaynakların güvenilirliğinin askeri güç ve sosyal ilişkiler
ile sağlandığı bir dünyada ekonominin istikrarı için iki temel unsur gerektiği
ifade edilmektedir. Bunlardan birincisi güven ve umut kavramlarıdır. Nitekim
son dönemlerde Nobel alan iktisatçıların önemli bir kısmının tüketici güveni
üzerine çalışıyor olması tesadüf değil. İkincisi ise korku ve tedirginliğin
yarattığı teslimiyet duygusudur. Naomi Klein “Şok Doktrini” adlı tezinde, siyasi
ve iktisadi olarak kaynaklarının başka toplumlara aktarılması karşısında
toplumların teslimiyetçi kılınmaları için çatışmaların ve terör gibi
faaliyetlerin nasıl araçsallaştırıldığını ortaya koymaktadır. Küreselleşmenin
umut ve güvene dayalı bir süreçle batıdan doğuya iktidar kaymasını
engelleyemeyeceği ortaya çıkınca, korkuya dayalı şok doktrinlerinin hâkim
kılındığı bir fay hattının yaratılması öngörülmüş olabilir. Belli ölçüde bir
komplo teorisi gibi dursa da bu tür bir değerlendirme küresel dünyanın barış
ekseninde yeniden yapılandırılması için bir başlangıç noktası oluşturabilir.
Yani Türkiye’nin de içinde bulunduğu bu küresel fay hattı mümkün olduğu kadar
istikrarsızlaştırılarak finans sermayenin iktisadi ağırlığı korunmaya
çalışılmaktadır.
Ancak,
bu tür bir durumun bile finans sermayenin güç erimesini engelleyemediği
görülmektedir. Arama motorlarının tarayamadığı derin internet üzerinde bitcoin
adı verilen bir para birimi ile inanılmaz büyüklüklerde kayıtdışı ve hatta
gayrı meşru ticaretin dönmesi bunun işaretlerinden birisi olarak görülebilir. Hiçbir
devletin garanti altına almadığı 1 bitcoin’in 1000 Amerikan Doları üzerinde
değere sahip olması, meşru finansal çevrelerin içine girdiği gayri ahlaki yoz
düzenin Snowden ve Assange’nin sızdırdığı belgelerde tüm çıplaklığı ile
ortalığa saçılması bu çerçevede değerlendirilebilir. Öte yandan esas sorun bu
küresel fay hattında oluşan artçı sarsıntıların denetlenemez biçimde tüm
dünyayı bir terör dalgasına teslim etmesidir. Müslümanların ağırlıklı olduğu
ülkelerde geleneksel mezhep ve cemaatlerin iktidara gelince yozlaşması ve Batı
kaynaklı etkilerle ağırlık kazanan Selefi akımların aşırı radikalleşmiş ve yer
altında güçlenmiş terör odakları yaratması fay hattındaki sarsıntıların önce Avrupa’yı
daha sonra da tüm dünyayı etkisi altına almasına sebep olmaktadır. İstikrarsızlaşan
ve parçalanan devlet yapıları da bu durumun daha da güçlenmesine sebep
olmaktadır. Bu küresel fay hattının çözüm değil sonun başlangıcı olduğunu görmezsek
korkarım daha kötü günler bizi bekliyor.
Peki,
küresel jeopolitik açısından çözüm nerede? Çözümün yapısal olarak kapitalist
sistemin dönüşümünde olduğu aşikâr. Ama kan ve gözyaşı ırmaklarını durdurmak
için yapacak başka şeyler de olmalı. Öncelikle, bu küresel fay hattının küresel
ekonominin ürettiği bir durum olduğu açıkça ifade edilmeli. Her depremde olduğu
gibi, toplumsal yapıların güçlendirilmesine ihtiyaç var. Bu güçlendirmenin de
iki boyutu olmalıdır. Birincisi güçlendirmeye hala istikrar adası niteliğindeki
yerlerden başlanmalı. Türkiye gibi ülkeler hala bu sınıfta diye düşünüyorum.
Ama açık bir strateji ile güçlendirmenin derinleşmesi ve tüm fay hattına
yayılması için çaba harcanması gerekiyor. Burada kentleri teröre karşı
dayanıklı hale getirmek için gerekli önlemleri almak, yaşanabilir kılmak önemli
bir adım olarak öne çıkmaktadır. Sosyal adalete dayalı bir toplumsal dinamiğin
üretilmesi bu anlamda teröre karşı direnç oluşturmada çok önemli görünmektedir.
Demokratik standartların ve insan hak ve özgürlüklerinin geliştirilmesi için
çaba harcanması bir diğer önlemdir. İstikrarın iktidar istikrarı olarak değil,
hak ve özgürlüklerin kullanımı açısından istikrar olarak ele alınması
yaşamsaldır. Son olarak tarihin birçok aşamasında görüldüğü gibi, yaşanan
sürece karşı söylem üretecek bir düşün merkezinin kurulması çok önemlidir. Son
dönemde piyasa için çalışan ve üreten merkezlere dönüştürülen üniversiteler
yerine, özellikle dini inanışların selefileşmesini önleyecek teori ve
pratikleri toplumsal düzlemde tartışacak ve sonuca dönüştürecek çok uluslu yeni
bir yapılanmaya ihtiyaç duyulmaktadır. Özellikle temel bilimler alanlarındaki
son dönem gelişmelerin ışığında ahlaki ve dinsel yaklaşımları geleneği de dikkate
alarak yorumlayacak güçlü bir entelektüel merkezin oluşturulması ve bunun tüm
fay hattı boyunca etkin olması için önlemlerin alınması gerekmektedir. Modern
çağın Nizamiye Medresesine her zamankinden çok ihtiyaç duyulmaktadır.
Yaşanan
korkunç olaylar karşısında ön alabilmek ve umutsuzluk zincirini kırabilmek için
bu tür bir yeni çerçeve ile düşünmeye ihtiyacımız var. Alışmamak için
direniyoruz. Ama kar ve haz bağımlısı küresel dünya çoktan alıştı ve alışmak
istiyor. Siyasi yelpazenin neresinde duruyorsak duralım bildiklerimizin
sınırları ötesine geçmemiz ve yeni bir şeyler söylememiz gerekli. Başka çaremiz
yok…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)