Birlikte
oynayabileceğimiz yeni bir oyun biliyorum. Adı “Ruhunu sakla”. Güven bana
seveceksin…
Çocuk
Oyunu 3 Filminden alıntı.
Seksenlerin
masumiyetinin çocukluk yıllarımızda yerli malı haftasında kafamıza taktığımız
kağıttan taçlara kondurulan acemi meyve resimleriyle hayat bulduğu günlerde, kalkınma
konusuna ilişkin her mesele günümüzün karmaşıklığından uzak birer özdeyişin
konusuydu. Yerli malı meyve-sebze, fındık-fıstıktı, Ankara’nın balı ve armudu,
Amasyanın elması, Diyarbakırın karpuzuydu. Daha ortada tarım ürünlerindeki ilaç
kalıntısı, GDO’lu tohum tartışmaları yoktu. Sanayi ve enerji gibi konular nihai
olarak bilim adamlarının özverileri ile aya adım atan astronota kadar giden bir
maceranın köşe taşlarıydılar. Mutlu mesut yaşayıp gidiyorduk o günlerde. Ya biz
saftık, ya dünyanın böyle olabileceğine aklımız ermiyordu.
Oysa
aynı yıllarda Yeşilçam sineması Cüneyt Arkın’ın Battal Gazi dizisini yazlık
açık hava sinemalarında Bruce Lee’nin Ejder filmlerine alternatifi olarak
gösterime sokarken, Holywood bu tür bir masumiyetin kendi içinde farklı bir
kötülüğü barındırabileceğini gösteren örnekleri ekranlara taşımaya başlamıştı
bile. En bilinen örneği “Çocuk Oyunu” adlı film serisindeki içine kötü ruh
giren oyuncak karakter Chucky’ydi. Kocaman mavi gözleri, kızıl saçları ve çilli
suratıyla muzip bir kötücüllüğü yüzünde barındıran bu karakter filmin başından
itibaren yakın plan çekimlerle içimize saldığı beklenmedik kasveti bir noktada
harekete geçirir, gözlüklü , yaşlı ve şişmanlardan başlayarak filmin yan
karakterlerini doğramaya başlardı. Bizler tabi nihayeti bilen izleyiciler
olarak bunu bir noktadan sonra yadırgamazdık ama filmde esas ilginç olan Chucky’nin
milleti doğraması değil, doğrananların buna şaşırıp kalması olurdu. Çünkü
Çhucky gibi bir sevimlilik klişesinin insanlara böyle bir şey yapması mümkün
olamazdı.
Bugünlerde
yaşanan yeşil yol tartışmaları bana nedense Chucky karakterini ve seksenlerde
yaşadığımız ruh halini hatırlattı. O günlerin çok bilinen sloganlarından
birisiydi “turizm bacasız fabrikadır”. Çünkü baca kötüydü, fabrikalarda baca
vardı ve bacalar da kötü kokulu dumanlar çıkarırdı. Turistler çok nezih
insanlardı ve –nadiren olabilir ama- kötü koku çıkarmak gibi huyları pek yoktu.
Turistler bizleri tanımak, ülkemizi görmek için yanıp tutuşan çipil gözlü
sarışın iyi niyetli insanlardı ve bize hayran olmaktan başka hiçbir
beklentileri yoktu. Çünkü biz çok konuksever ve sıcaktık. Başka ne gerekirdi
ki? Bu tür kalkınmacı ideolojik yansımaların nereden ve nasıl çıktığını
bilmiyorum ama bu tür sloganları hiç sorgulamadığımız açık. Sorgulasaydık
bacasız fabrikadan antik kentlerin göbeğine yapılan “herşey dahil kapalı tesis”
sistemine, kıyıları kaplayan yazlık konut dalgalarından çiflik balığı servis
edilen fahiş balık lokantalarına ve daha bilumum turistik attraksiyonlara nasıl
veya neden geldiğimizi de bir nebze anlardık.
Turizm
tesislerinin bacası yoktu belki ama, o tesislere ulaşılması için yapılan
yollara asfalt üreten, tesislerde kullanılan betonu yapan, tüketilen her tür
yiyecek ve içeceği, dekorasyonda kullanılan herşeyi ve daha binlercesini üreten
fabrikaların baca emisyonlarına ilişkin tartışmaları hala çözebilmiş değiliz.
Dahası, bu bacasız fabrikalara ilişkin plan projeleri tartışırken henüz
harekete geçmemiş Chucky misali, tartışmaların hep bir masumiyet yanılsaması
üzerinden yürüdüğünü anlayamadık tam olarak. Memlekette “turizm master planı”, “turizm
koridoru planı”, “turizm gelişme bölgesi” gibi muğlak isimler altında sayısız
çalışma ve tartışma yürütüldü. Ama bunların neredeyse hiç birinde, ortaya
çıkacak sonucun tam olarak ne olacağı kestirilemedi. Çünkü sonuç ne de olsa bir
şeyi ya da bir yeri “turizme kazandırma” gibi ne olduğunu tam olarak anlayamadığımız
bir şeye hizmet edecekti. Ne de olsa sanayi gibi kirli ve pis değil, turizm
gibi “nezih” bir şey konuşuluyordu.
Chucky
elinde ekmek bıçağıyla onları doğrarken şaşkın bir yüz ifadesiyle bakakalan
kurbanlar gibi şimdi Karadenizin yaylalarını peynir gibi yaran, istinat
duvarları ve yarmalarla kuşatan bir inşaat hamlesini izliyoruz. HES’lerle
çölleştirilmiş Karadeniz yaylalarının kalan kısımları yollara takılıp gelecek
yeni bir bacasız fabrika dalgası ile sarılmayı bekliyor halbuki. Baharın ilk
yağmurlarıyla aşınıp akacak asfalt yollar yeni kamu ihalelerini, bu ihaleleri
alanların kendileri yahut yakınlarının o yollardan geçerek ulaştıkları ikinci
konut, yayla turizmi tesisi ve “ekolojiyle” yıkanmış köy kahvaltılarını, daha
çok betonu ve kırdan kopuşu getirecek. Nüfusun kırda kalan yaş ortalaması
kırkın üstündeki son tabakası, hafızalarında ve ellerinde kalan kır kültürünün
son taneleri ile çekip gidecekler oralardan. Biz geriye kalanları internet
sitelerinden yıldızlamak ve yorumları okumakla yetineceğiz. Sonra birbirimize
dönüp soracağız “deniz-güneş-kum sıktı artık, bu sene Karadenize mi kaçsak”?
Çocuk
Oyunu filmi tek bir film değildi. Yedi tane devam filmi çekildi. Düşük bütçeli
ve acınası efektlere sahipti ama uzun süre insanları korkuttu. Sonra bilgisayar
oyunları çocuklar için bebeklerden daha önemli olmaya başlayınca seri bitti.
Belki gün gelecek biz de turizm ya da kültür denince her zaman çok masum bir
şeylerden bahsedilmediğini anlayıp, “peki sonra ne olacak” diye sormayı akıl
edeceğiz. Beş yıldızlı otellerin birinde filanca turizm ve kalkınma planı
yapılırken, bir yerlerin “turizme kazandırılmasının” o yerlerin öyküsünü
yazmadan, okumadan yapılmaması gerektiğini anlayacağız. İnşallah o zamana hala
gözümüzü açan Havva Analar kalır bir yerlerde…