
Açılım kavramı yakın zamanda en belirgin biçimiyle
ilk önce 2009 Yerel Seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisinin İstanbul İl
Teşkilatı tarafından çarşaflı vatandaşların Partiye kaydedilmesi şeklindeki
simgesel törenle kitlesel tanınırlığa ulaştı. Yerel Seçimlerin üzerinden fazla
bir zaman geçmeden de kavram başta Sn. Cumhurbaşkanı, ardından da Hükümetin
yetkilileri tarafından daha farklı bir çerçevede teleffuz edilmeye başlandı.
“Çözüm”, “niyet”, “güven”, “istek” gibi kavramlarla birlikte kullanılmaya
başlanan açılım sözcüğü ilerleyen
zaman içinde kamuoyunun kullanımıyla “Kürt Açılımı”, Hükümetin kullanımıyla da
“Demokratik Açılım” ifadelerinin içerisinde yerini aldı. Bu ifadelerin de
gündeme gelmesi ile birlikte terör, etnik kimlik, demokratik hak ve
özgürlükler, anayasal haklar gibi kavramların etrafında dolaşan, ancak diyalog,
karşılıklı birbirini anlama, çatışamaları çözümleme ve fikir üretme
çabalarından büyük ölçüde uzak bir tartışma süreci yaşanmaya başladı.
Genel olarak Güneydoğu ve Kürt Sorunu kavramları
etrafında başlayan tartışmalar günümüze yaklaştığımızda vatandaşlık ve
demokratik haklar çerçevesinde yürütülmeye başlandı. Tartışmalar sürerken
toplumun bir kesimi ve ana muhalefet partileri “açılımın” somut olarak neyi
ifade ettiğini, belirgin bir değişim paketi içerip içermediği konularındaki
çekincelerini ortaya koyarak katkıda bulunmaya mesafeli olduklarını gösterdiler.
Öte yandan Hükümet, ortada belirgin bir politikalar-stratejiler-eylemler
paketinin bulunmadığını, bu tür bir sonucun yürütülecek süreç sonucunda ortaya
konacağını ifade etti.
Süreç olarak adlandırılan yöntem pratikte Sn.
Başbakanın çeşitli konuşmaları ve görüşmeleri ile başlayan, Sn. İçişleri
Bakanının çeşitli siyasi parti ve sivil toplum örgütlerine yaptığı ziyaretlerle
devam eden açık uçlu bir görüşmeler bütünü olarak ortaya çıkmaktadır. Bu görüşmeler
halen devam etmekte olup, yapılan ziyaretlerin toplumsal alan ile medyada
yarattığı yankılar, tepkiler, yorumlar ve atmosfer açılımın içeriğinin
değişmesine, evrilmesine ve sürekli yeniden tanımlanmasına sebep olmaktadır. Ancak
bu değişim büyük oranda amaçtan uzaklaşma ile sonuçlanmaktadır.
Siyasal alandaki bu tür süreçlerin başlangıçtaki
amaçlardan uzaklaşılmasına sebep olması bir ölçüde kaçınılmazdır. Ancak, süreç
içerisinde yönteme ilişkin olarak benimsenen tutum bu karmaşık siyasal sürecin
tüm toplumsal tarafların kabulleneceği bir çözümün ortaya çıkmasına ilişkin
yönlenmeyi hedefinden saptırmaktadır. Burada iki temel sorun göze çarpmaktadır.
Birincisi, önceden kesin çizgileriyle tanımlanmamış bir sürecin yöntem olarak
tanımlanması bir süre sonra aslında bir araç olan sürecin kendisinin amaç
haline gelmesi sonucunu doğuracaktır. İkinci olarak da, yöntemin çıktılarının
belirgin olmaması, yönteme ilişkin en belirgin aracın kamuoyu önünde yapılan
üst düzey ziyaretler olmasının sürecin somutlaşmasını engellemesi olasılığını
doğurmaktadır. Açıkça, açılımın aracı olarak Hükümet tarafından yürütülen
sürecin yeni ve daha doğru tanımlanmış bir yönteme ihtiyacı vardır. Ancak
böylesi bir yöntemle tatmin edici sonuçlar elde edilebilir.
Gerçekte bu tür bir yöntemsel
ihtiyaç tüm toplumsal süreçlerde karışımıza çıkmakta, bireyin toplum
içerisindeki davranış biçimi ve kollektif yapıların dinamiklerindeki değişime
de yansımaktadır. Uzunca bir süredir devlet ya da diğer kollektif yapıların
sadece “etken” yapılar olmaktan çıktığı, aynı zamanda “–kılıcı”,
“kolaylaştırıcı”, “paylaşımcı”, “müzakereci”, “motive edici”, “öğrenen”,
“rekabet eden”, “saydam”, “hesap verebilir”, “etkin”, “verimli” vb. gibi bir
çok sıfatı da takınmak zorunda olduğu yaygın kabul görmektedir. Benzer biçimde
bireyin ve toplulukların konumunun da “edilgen” olmakla sınırlı kalamayacağı, her
bir bireyin aynı zamanda “çözüme yönelik (proaktif)”, “gönüllü”, “ortak”,
“katılımcı”, “vizyoner” olması gerektiği üzerinde ittifak edilmektedir.
Aslında topluma ve bireye
yönelik beklentilerdeki değişimin kökeninde devrimsel nitelikte felsefi,
siyasal ve iktisadi yeniden yapılanma süreçlerinin bulunduğu söylenebilir.
Felsefi alanda toplumların ve dünyanın insan eliyle biçimlendirilmesinde
akılcılığa dayalı araçsal bir yöntem yerini belli bir ölçüde iletişime dayalı
akılcılığa bırakmıştır. Artık “doğru” yalnızca farklı biçimlerde akılcı
çözümler arasından seçilen şey değil, farklı kesimlerce müzakere edilen ve
üzerinde uzlaşılan bilgi halini almıştır. Siyasal alanda; sınıf, grup, etnik
kimlik gibi alışılageldik kategoriler aşınırken liderlik, karizma ve imaj öne
çıkmakta, bu sebeple de temsili demokrasilerde temsiliyetin anlamı derinden
sorgulanır hale gelmektedir. Bu tür sorgulamalar halkın farklı araçlarla seçim
sonrasında yönetime ve karar alma süreçlerine katılması için çaba
gösterilmesinin temsili demokrasilerdeki temsiliyet krizinin aşılmasında
sıklıkla önerilen bir çözüm haline gelmesi sonucunu doğurmaktadir. Son olarak
iktisadi alanda; kitle üretiminden esnek üretim biçimlerine geçilmiş, dünyanın
sanayi üretim merkezinin batıdan doğuya kaymaya başlamıştır. Dünya ekonomisinin
dalgalanmalar karşısında aşırı kırılganlaşması ve bunun sonucunda devletin
ekonomiye müdahalesinin yeniden bir ihtiyaç haline geliyor olması gibi sayısız
unsur bireylerin iktisadi karar alma mekanizmalarında yeni görev ve
sorumluluklar üstlenmesini gerekli kılmaktadır.
Bu dönüşümler üç farklı
anlamıyla “katılım” süreçlerini öne çıkarmaya başlamıştır. İlk olarak kamu
yönetimi süreçleri iletişim ağırlıklı süreçler haline gelmektedir. İletişimin
en yüzeysel biçimi olan bilgilenme ve bilgi edinme uygulamalarının
yaygınlaşması bunun bir yansıması olarak görülebilirse de asıl hedeflenen kamu
yönetiminin bütününün yurttaşlarla iletişim içerisinde iyileştirilmesi ve
dönüştürülmesidir. İkinci olarak yurttaşların katılımının sağlanmasında
iletişimin salt kendi başına yeterli olmayacağı, devletin katılımı
yapılandırmak için gerekli koşulları sağlamak ve yapılandırmak yükümlülüğünde
olduğu kabul edilmektedir. Kent konseyleri, zorunlu hale getirilen katılımcı
toplantılar gibi bazı uygulamalar bu yaklaşımın bir ürünü olarak kabul
edilebilirler. Ancak burada da devletin kolaylaştırıcılık işlevini aşan,
yukarıdan aşağı ve yaptırımcı bir tavrı belirlemesi de katılımcılığın doğasına
aykırı bulunmaktadır. Katılımcı süreçlerin temel olarak devlet tarafından
yapılandırılsalar da yurttaşların gönüllü katılımı ile gerçekleştirilmeleri
ilkesel olarak kabul edilmektedir. Üçüncü olarak, katılımın karar alma
süreçlerinde yer almanın dışında kamu yönetimi süreçlerinde aktif bir şekilde,
gönüllülüğe dayalı olarak görev almak anlamının bulunduğu da kabul
edilmektedir. Sonuçta, uygulamada bu üç farklı katılım biçiminin her birinin
belli ölçülerde bir arada bulunduğu söylenebilir.
Bu değişime koşut olarak son yıllarda kollektif
karar alma, fikir üretme, çatışmaları çözme ve ortak bir akıl yaratma
konularında katılım ve müzakere yöntemlerinde çok önemli gelişmeler
yaşanmaktadır. Paydaşların belirlenmesinden her bir paydaşa nasıl
yaklaşılacağına ilişkin stratejilerin belirlenmesine, paydaşların motive
edilmesinden paydaşlarla üretilen fikirlerin anlamlı sonuçlara dönüştürülmesine
kadar çeşitli ve zengin yöntemler ortaya çıkmıştır. Bu yöntemler toplumsal
sorunların içselleştirilmesinde, aidiyet oluşturmada, sahip çıkma bilincini
oluşturmada ve çıktı elde etmede çok verimli sonuçların elde edilmesini
sağlamaktadır. Bu tür yöntemler çok yaygınlaşmış, çeşitlenmiş ve
zenginleşmiştir. Herşeyden önce örnekler üzerinde yapılan incelemeler bu
yöntemlerin kullanımının toplumsal sorunların çözümünde açık uçlu konuşma ve
ziyaret yöntemlerinin dışında yenilikçi, yaratıcı ve sonuç veren yönler bulma
konusunda çok ciddi katkılarda bulunmakta olduğunu göstermektedir.
Böylesi bir çerçevenin geçerli olabilmesi için
demokratik açılım sürecinde yapılması gerekenler aşağıdaki gibi sıralanabilir:
- Herşeyden
önce demokratik açılım sürecinin “paydaş” kitlesi, bu kitlenin kamu, özel
sektör, sivil toplum ve örgütlenemeyen unsurlarının belirlenmesi için bir
çalışma yapılmalıdır.
- Paydaşlar
belirlendikten sonra yöntem açılımını gerçekleştirecek ve uygulayacak bir
bilim adamı-uzmanlar grubu oluşturulmalıdır.
- Uzmanlar
grubu ve paydaşlarla birlikte katılımcı süreçte ortak aklı yaratacak
yöntem modellenmeli, hangi araçların kullanılacağı önerilmelidir.
- Katılımcı
süreç sonucunda somut, ölçülebilir sonuçları bulunan bir eylem planı
oluşturulmalı, bu eylem planının izleme ve değerlendirme mekanizmaları
tanımlanmalıdır.
Gündemdeki açılımın gerçek anlamda bir açılıma
dönüşmesi için yöntemsel bir açılımın gerekliliği aşikardır. Bu yöntemsel
açılım öncelikle bilim adamlarının ve uzmanların desteğiyle katılımcı bütünsel
bir karar alma ve model oluşturma stratejisinin inşa edilmesini, bu inşa
sürecine koşut olarak ortak akıl üretme yöntemlerinin en yaygın katılımla
uygulanmasını gerektirmektedir. Önyargılarla bakıldığında bu tür bir destek
almanın süreci yavaşlatacağı düşünülse de katılımcı yöntemlerin hakkıyla
uygulamaya geçirilmesi en başta kamuoyunun süreci ötekileştirmesini
engelleyecek, değerlendirilebilecek çıktıların ortaya çıkmasını sağlayacak ve
sürecin gerçek anlamda bir açılıma dönüşmesinin önünü açacaktır. Herşeyden önce
bu tür bir sürecin ve deneyimin yaşanması diyalog, uzlaşma, aidiyet, sahiplenme
süreçlerinin gelişmesini sağlaması açılarından bile denemeye değer
görünmektedir. Bu tür bir deneyin yöntemsel açıdan kurgulanması ise açılımın
mimarlarının ortak aklı oluşturmak için destek almasını gerekli kılmaktadır.
Aksi takdirde açılım saçılım ve kaçılım ile sonuçlanma riski ile karşı karşıya
kalacaktır.