Geçtiğimiz
hafta, yurdumun bilim ve akademiyle imtihanında çok acı ve kederli bir manzara olarak
geçti tarihin sayfalarına. Belleklerde kalan en çarpıcı görüntü, Türkiye’nin kadim
akademisinin girişinde kolluk kuvvetlerinin ayakları altında çamura karışarak
çiğnenmiş ve ezilmiş cübbelerdi. Akademinin Türkiye’deki durumunu belki
fotoğrafçıların kurgulanmış mizansenleri bile bu kadar iyi ifade edemezdi. Bu
görüntü son Kanun Hükmünde Kararnamelerden birisi ile Türkiye’nin en köklü
üniversitesi denebilecek olan Ankara Üniversitesinden akademisyenlerin ihracı
ile ortaya çıktı. Onlarca akademisyenin Siyasal Bilgiler, İletişim ve Dil ve
Tarih Coğrafya Fakülteleriyle ilişiği kesildi. İbrahim Kaboğlu ve Yüksel Taşkın
gibi akademinin bilge isimleri bile bu fütursuz ihraç dalgasından payını alanlar
arasındaydı. Her ne kadar YÖK ve hükümet üyeleri bu kararın gözden
geçirileceğini ima etmiş olsalar da, son KHK ile yapılanlar 15 Temmuzdan bu yana
yürüyen süreçlerin giderek bulanıklaştığı, hedefini şaşırdığı ve gerekçesi her
ne olursa olsun FETÖ dışındaki kesimleri ciddi bir şekilde mağdur etmeye
başladığı kuşkusunu güçlendirdi.
Benim
gibi bu durumu kaygıyla izleyenler için akademinin bu derece hoyrat, bilgi ve entelektüellik
karşıtı bir tavırla ezilmesi korkunç bir şeydi. Sokakta ve yakın çevremde
yaptığım konuşmalar ise kitlelerin durumun çok da farkında olmadığını
gösteriyor daha birçok başka konuda olduğu gibi. Akademisyenlerin çok büyük bir
kitle için, tırnak içinde “hoca lakabı taşıdığı için saygı duyulan” ama
üniversite sınavı ile girilen yerde “çok da ne yaptığı bilinmeyen” insanlar
olarak görüldüğü, bu insanlar devlete karşı çıkıyorlarsa gerekenin yapılması
gerektiği kanaatinin yaygın olduğunu çok uzun zamandır biliyoruz. Akademik
camia da bu durumu kendi içerisinde bir süredir neredeyse her kongre,
sempozyum, çalıştay ve etkinlikte de bir şekilde tartışıyor, hiç yoksa “sahaya
inmek/inememek” ikileminde ortaya koyuyordu. Benim gibi pratikten gelen, yarı
teknik yarı akademik, meslek örgütleri üzerinden kentsel mücadele süreçlerinde
katkıda bulunmaya çalışanlar için meselenin bir de yapılıp edilen yanlış
uygulamalara karşı meseleleri yargıya taşımak dışında yolları olup olmadığı
tartışması da uzun süredir yapılıyor. Kendi dışımızda da “hep eleştiren, dava
eden, çözüm üretmeyen” olarak eleştirilere muhatap olduğumuz da çok oluyor
doğrusu. Her ne kadar yine bir süredir alternatifleri tartışsak da, ucundan
kıyısında yer aldığımız her süreçte inadına farklı uygulama biçimlerine ve
çözümlere işaret etsek de durum böyle. Çünkü toplumun ve kentlerin sorunları
karşısında akılcı, demokratik, katılımcı, adil ve eşitlikçi bir fikir yürütme
sürecinin en büyük zorluğu “ben akıl ettim, ben yaptım, ben doğrudur diye
herkesi inandırdım, oldu” şeklindeki uygulamalar karşısında etkisinin ne yazık
ki çok küçük olması ve ortaya çıkabilmesi için zaman gerekmesi. Ama bu bir
sorun değil, çünkü birçok akademisyen zaten bu meşakkatli yolu göze alarak
çıkıyor yola, hangi tarafta yer alırsa alsın.
Bunları
düşünürken, doğduğumdan beri yakınında yaşadığım, “mahallemin bir parçası” olan
Mülkiyenin geçirdiği dönüşümü farklı bir gözle izlemeye çalıştım. Bu benim
kendi kişisel tarihimden süzülen bir izleme çabası. Hafızamda şu anda elimde
olmayan bir fotoğraf var. Mülkiyenin şu anda demir parmaklıklarla dışarıya
kapatılmış bahçesinde, bir bankta otururken ortaokul arkadaşlarımla çekilmiş
bir fotoğraf bu. Yaklaşık otuz yıl öncesinden. İnek bayramına katılmışız bir
şekilde. İkinci fotoğraf da cübbelerin ayaklar altında ezildiği malum fotoğraf.
Ne ki, iki ayrı fotoğraf arasındaki çarpıcı karşıtlık meselenin gidişatı
hakkında farklı bir değerlendirme yapma olanağı tanıyor zannımca. Benim kişisel
tarihim boyunca bir akademisyen olarak yol aldıkça şahsen Mülkiyeyi ve
insanlarını daha iyi tanıdım, tanıdığım için kıvanç duydum. Oysa, garip bir
şekilde, ben insanlarını tanıdıkça mahallemdeki Mülkiye giderek küçüldü,
saklandı, kayboldu gözlerden. O kadar küçüldü ki sonunda kendi
akademisyenlerini bile dışarda bıraktı içeri sokmadı.
İlkokul
yıllarında Mülkiye ve Ankara Hukuk Fakültesi benim için mahallemin ayrılmaz
parçalarıydı. Cebecideki evimden Kurtuluş İlkokuluna gidip gelirken yürüdüğüm
yolun üzerindeydiler. Sabahları okula giderken caddeden yürümemek için Mülkiye’nin
bahçesinden girer, Hukuk’un bahçesindeki bankların ve ağaçların arasından devam
eder, Hukuk binasının yanındaki çınar ağaçlarının altından geçerek Mektep
sokağa devam ederdim. O yıllardan, sabahları diğer tüm sesleri bastıran kuş
cıvıltılarını, daha sonraları kesildiği için çok üzüldüğüm Hukuk Fakültesi binasının
neredeyse tüm yüzünü saran sarmaşığı hatırlıyorum. İlkbaharla birlikte akşamları
tüm mahalleli Mülkiye ve Hukuk’un bahçesindeki banklarda yerlerini alırdı. Yarı
piknik havasında çitlenen çekirdek kabuklarının oluşturduğu karınca tepesi
misali yığınlar, kuytu köşelerde koklaşan sevgililer o yılların olağan
manzaralarıydı çocuk aklım için. O kadar ki ben o yıllarda Mülkiye ve Hukuk’u
birer okul olmaktan çok birer park olarak görürdüm desem yeridir. Ancak lise
yıllarında Mülkiye’nin ve Ankara Hukuk’un Üniversitede birer fakülte olduğunu
kavrayabilmiştim.
Mülkiyeye
ilişkin diğer bir ilginç detayı da fakülte binalarının Kurtuluş değil Cebeci
Mahallesine bakan kısmında cadde ile Mülkiye duvarı arasında kalan yaklaşık yüz
metrekare kadar boş alanda gözlemlemiştim. O zamanlar ankesörlü telefonlar
vardı bu alanda. Telefonların yanında da bir hacı amca telefon jetonu, selpak
mendil, ayakkabı bağı, çorap gibi şeyler satardı hanımıyla birlikte. Sağlıklı
yaşam için spor hareketinin yeni yeni başladığı yıllardı. Sabahları Kurtuluş
Parkına koşuya giderken gördüğü kilolu hanımlara “bunlar önce yiyor sonra da
eritmek için koşuyor” diye takılırdı. Kimi zaman yanına bir seyyar simitçi de
ilişirdi. Kitap satanlar, sevgilisini bekleyenler ve daha niceleri bu küçük,
ince uzun yeri mekan bellemişlerdi. Ankesörlü telefonla konuşurken Mülkiye’nin
duvarından bazen içeride anlatılan dersler bir mırıltı şeklinde duyulurdu
sanki. Ankara Hukuk Fakültesinin önünde de yıllarca seyyar simit satarak
çocuklarını okutan Murat Abi vardı. Birçokları için MİT ajanıydı ama işin aslı
bildiğin garibandı. Yakın zamanda Ankara Üniversitesi öğrencileri onun
hikayesini bir belgesele bile dönüştürdüler (https://www.youtube.com/watch?v=bC0kD7iBobk).
Mülkiye,
İletişim Fakültesi ve Ankara Hukuk mahallemin ayrılmaz bir parçası olarak
yaşamaya devam ederken yavaş yavaş bir şeyler değişmeye başladı. Önce hacı
amcanın bulunduğu mekandaki ankesörlü telefonlar kaldırıldı. Mekan bir duvarla
çevrildi. Bununla da yetinilmedi. İçine toprak doldurulup üstü ağaçlandırıldı.
Sonrasında önce Hukuk sonra Mülkiye ve en sonunda da Cebecideki tüm Ankara
Üniversitesi binalarının etrafı yüksek duvarlarla ve demir parmaklıklarla
çevrildi. İlk başlarda bunun sebebini tam olarak anlayamadığımızı hatırlıyorum.
Komşular arasında dolaşan “ama akşamları da karanlıkta türlü rezillikler
oluyormuş” şeklindeki dedikodular dışında neden artık Hukuk ve Siyasalın
bahçesinde oturamayacağımızı da pek sorguladığımızı söyleyemem. Ama neticede
Mülkiye artık mahallemde değildi. Daha sonraları kamuda çalıştığım vakitlerde
bu kez mesleki sebeplerle ve kimi zaman Ruşen Keleş gibi efsane hocalarımızın
dersleri için duvarlarla çevrili bu mekanın içine girip çıkmaya başladım. Oy
kullandığım tüm seçimlerde Mülkiyenin zemin katında mühür bastım oy
pusulalarına. Ama her giriş çıkışımda daha bir yalnız, daha bir mahzun buldum
içerisini nedense.
İkibinli
yıllarla birlikte sadece Mülkiyenin duvarları değil, duvarın dışında bekleyen
kolluk kuvvetleri, panzerler hatta sonunda tomalar da Mülkiyeyi mahallemden
koparan yeni bir hale oluşturdu. Öğrenci eylemleri ve mevcudu giderek azalan
gösterilerle anılmaya başlandı Mülkiye. Gezi esnasında yeniden bir canlanmış ve
sokağa açılmış gibi görünse de sonrasında yine kimlik kontrollerine, özel
güvenliklere ve tedirgin bir ruh haline teslim oldu koca kampüs. Sebeplerini
sorgulayacak durumda değilim. Sadece mahallemdeki Mülkiye üzerine gözlemler
bunlar. 2010’lardan itibaren benim de dahil olduğum akademik camia içerisinde
Mülkiye’nin dahaca başka bir yüzünü görme bahtiyarlığına eriştim. Akademik
bilgi, birikim, nezaket ve geleneğin latif bir tezahürünü yansıtan bilge
hocalar, sevgili Ayşegül Mengi, Nesrin Algan, Bülent Duru, Tayfun Çınar, Can
Umut Çiner, Ozan Zengin ve daha nice değerli hocamızın bu ekolü çok zor şartlar
altında özveriyle devam ettirme çabasına tanık oldum. Akademide en onur
duyduğum anlarda mutlaka yanımda bir Mülkiyeli hoca da bulundu. Giderek
zorlaşan siyasi ortama rağmen akademik bilgiye dayalı muazzam bir talebin
baskısını zarafet ve teamülleri koruyarak sırtlayan bu nadide insanların
Türkiye’nin kentleşme, kamu yönetimi, çevre ve daha nice konudaki kocaman izlerini
görmemek mümkün değil.
Mülkiyeye,
Ankara İletişime ve diğer bölümlere reva görülenlerin örneklerini başka
ülkelerde en azından bu yüzyılda görmek mümkün değil. Bir ülkenin akademik
hafızasına vurulan bu darbenin etkilerini yalnızca keskin gözler algılayacaklar
ama zincirleme etkilerinin en az yirmi yıla uzanacağını biliyorum. Bir akademik
yapının ancak yirmi otuz yılda oturduğunu, elli yılda bir yerlere vardığını
düşünürsek, yaşananların sadece tek bir üniversiteyi değil tüm bir akademik
camiayı ilgilendirdiğini görmek mümkün olur. Ancak meselenin bunun dışında Ankara
Kentinin kentsel gelişim süreci ve Mülkiyenin yakın çevresi ile ilişkilenmesine
de dokunan yanları var. Mülkiyenin bugün yaşadıklarının başlangıcı o duvarların
çekilmesiyle, Cebeci Kampüsünün mahallemden koparılmasıyla başladı biraz da.
Kuşkusuz, burada bir akademi ile yakın çevresi arasında fetişist bir ilişki
kurmak bizi herhangi bir yere götürmez. Yine de esas ve tek gücü söz söylemek
olan bir meslek dalının kente ve topluma ilişkin ara-yüz işlevini yitirdiği
anda geriye savunacak çok az mevzi kaldığını söylüyor bana izlediklerim.
Bu
satırları yazarken doktoraya Mülkiyede devam eden bir yüksek lisans öğrencimden
Bilsay Kuruç, Ruşen Keleş, Cevat Geray, Sina Akşin gibi efsane hocalara “bütçe”
gerekçesi ile ders verdirilmeyeceği bilgisini aldım. İnanmak istemediğim bu
haberin aslını araştıracağım. Yaşanan bu gelişme de yaşanan pervasızlığın bir
geleneğin ta kendisini hedef aldığını gösteriyor. Olsun varsın. Ne
hocalarımızın ne de Mülkiyenin bu durumu gerektiğinden fazla ciddiye
almayacağını biliyorum. Ama yine de birlikte Mülkiye’yi tekrar “mahallemin
mülkiyesi” yapmak için çaba harcayarak yola çıkmanın gerektiğine inanıyorum şu
anda. Mahallem Cebeciyi var eden Mülkiyeyi var etmek için mahallem Cebeciye de
düşen devasa bir sorumluluk da var bunu da buraya not düşmek gerekli.