Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

13 Şubat 2017 Pazartesi

MAHALLEM MÜLKİYE



Geçtiğimiz hafta, yurdumun bilim ve akademiyle imtihanında çok acı ve kederli bir manzara olarak geçti tarihin sayfalarına. Belleklerde kalan en çarpıcı görüntü, Türkiye’nin kadim akademisinin girişinde kolluk kuvvetlerinin ayakları altında çamura karışarak çiğnenmiş ve ezilmiş cübbelerdi. Akademinin Türkiye’deki durumunu belki fotoğrafçıların kurgulanmış mizansenleri bile bu kadar iyi ifade edemezdi. Bu görüntü son Kanun Hükmünde Kararnamelerden birisi ile Türkiye’nin en köklü üniversitesi denebilecek olan Ankara Üniversitesinden akademisyenlerin ihracı ile ortaya çıktı. Onlarca akademisyenin Siyasal Bilgiler, İletişim ve Dil ve Tarih Coğrafya Fakülteleriyle ilişiği kesildi. İbrahim Kaboğlu ve Yüksel Taşkın gibi akademinin bilge isimleri bile bu fütursuz ihraç dalgasından payını alanlar arasındaydı. Her ne kadar YÖK ve hükümet üyeleri bu kararın gözden geçirileceğini ima etmiş olsalar da, son KHK ile yapılanlar 15 Temmuzdan bu yana yürüyen süreçlerin giderek bulanıklaştığı, hedefini şaşırdığı ve gerekçesi her ne olursa olsun FETÖ dışındaki kesimleri ciddi bir şekilde mağdur etmeye başladığı kuşkusunu güçlendirdi.  

Benim gibi bu durumu kaygıyla izleyenler için akademinin bu derece hoyrat, bilgi ve entelektüellik karşıtı bir tavırla ezilmesi korkunç bir şeydi. Sokakta ve yakın çevremde yaptığım konuşmalar ise kitlelerin durumun çok da farkında olmadığını gösteriyor daha birçok başka konuda olduğu gibi. Akademisyenlerin çok büyük bir kitle için, tırnak içinde “hoca lakabı taşıdığı için saygı duyulan” ama üniversite sınavı ile girilen yerde “çok da ne yaptığı bilinmeyen” insanlar olarak görüldüğü, bu insanlar devlete karşı çıkıyorlarsa gerekenin yapılması gerektiği kanaatinin yaygın olduğunu çok uzun zamandır biliyoruz. Akademik camia da bu durumu kendi içerisinde bir süredir neredeyse her kongre, sempozyum, çalıştay ve etkinlikte de bir şekilde tartışıyor, hiç yoksa “sahaya inmek/inememek” ikileminde ortaya koyuyordu. Benim gibi pratikten gelen, yarı teknik yarı akademik, meslek örgütleri üzerinden kentsel mücadele süreçlerinde katkıda bulunmaya çalışanlar için meselenin bir de yapılıp edilen yanlış uygulamalara karşı meseleleri yargıya taşımak dışında yolları olup olmadığı tartışması da uzun süredir yapılıyor. Kendi dışımızda da “hep eleştiren, dava eden, çözüm üretmeyen” olarak eleştirilere muhatap olduğumuz da çok oluyor doğrusu. Her ne kadar yine bir süredir alternatifleri tartışsak da, ucundan kıyısında yer aldığımız her süreçte inadına farklı uygulama biçimlerine ve çözümlere işaret etsek de durum böyle. Çünkü toplumun ve kentlerin sorunları karşısında akılcı, demokratik, katılımcı, adil ve eşitlikçi bir fikir yürütme sürecinin en büyük zorluğu “ben akıl ettim, ben yaptım, ben doğrudur diye herkesi inandırdım, oldu” şeklindeki uygulamalar karşısında etkisinin ne yazık ki çok küçük olması ve ortaya çıkabilmesi için zaman gerekmesi. Ama bu bir sorun değil, çünkü birçok akademisyen zaten bu meşakkatli yolu göze alarak çıkıyor yola, hangi tarafta yer alırsa alsın.

Bunları düşünürken, doğduğumdan beri yakınında yaşadığım, “mahallemin bir parçası” olan Mülkiyenin geçirdiği dönüşümü farklı bir gözle izlemeye çalıştım. Bu benim kendi kişisel tarihimden süzülen bir izleme çabası. Hafızamda şu anda elimde olmayan bir fotoğraf var. Mülkiyenin şu anda demir parmaklıklarla dışarıya kapatılmış bahçesinde, bir bankta otururken ortaokul arkadaşlarımla çekilmiş bir fotoğraf bu. Yaklaşık otuz yıl öncesinden. İnek bayramına katılmışız bir şekilde. İkinci fotoğraf da cübbelerin ayaklar altında ezildiği malum fotoğraf. Ne ki, iki ayrı fotoğraf arasındaki çarpıcı karşıtlık meselenin gidişatı hakkında farklı bir değerlendirme yapma olanağı tanıyor zannımca. Benim kişisel tarihim boyunca bir akademisyen olarak yol aldıkça şahsen Mülkiyeyi ve insanlarını daha iyi tanıdım, tanıdığım için kıvanç duydum. Oysa, garip bir şekilde, ben insanlarını tanıdıkça mahallemdeki Mülkiye giderek küçüldü, saklandı, kayboldu gözlerden. O kadar küçüldü ki sonunda kendi akademisyenlerini bile dışarda bıraktı içeri sokmadı.

İlkokul yıllarında Mülkiye ve Ankara Hukuk Fakültesi benim için mahallemin ayrılmaz parçalarıydı. Cebecideki evimden Kurtuluş İlkokuluna gidip gelirken yürüdüğüm yolun üzerindeydiler. Sabahları okula giderken caddeden yürümemek için Mülkiye’nin bahçesinden girer, Hukuk’un bahçesindeki bankların ve ağaçların arasından devam eder, Hukuk binasının yanındaki çınar ağaçlarının altından geçerek Mektep sokağa devam ederdim. O yıllardan, sabahları diğer tüm sesleri bastıran kuş cıvıltılarını, daha sonraları kesildiği için çok üzüldüğüm Hukuk Fakültesi binasının neredeyse tüm yüzünü saran sarmaşığı hatırlıyorum. İlkbaharla birlikte akşamları tüm mahalleli Mülkiye ve Hukuk’un bahçesindeki banklarda yerlerini alırdı. Yarı piknik havasında çitlenen çekirdek kabuklarının oluşturduğu karınca tepesi misali yığınlar, kuytu köşelerde koklaşan sevgililer o yılların olağan manzaralarıydı çocuk aklım için. O kadar ki ben o yıllarda Mülkiye ve Hukuk’u birer okul olmaktan çok birer park olarak görürdüm desem yeridir. Ancak lise yıllarında Mülkiye’nin ve Ankara Hukuk’un Üniversitede birer fakülte olduğunu kavrayabilmiştim.

Mülkiyeye ilişkin diğer bir ilginç detayı da fakülte binalarının Kurtuluş değil Cebeci Mahallesine bakan kısmında cadde ile Mülkiye duvarı arasında kalan yaklaşık yüz metrekare kadar boş alanda gözlemlemiştim. O zamanlar ankesörlü telefonlar vardı bu alanda. Telefonların yanında da bir hacı amca telefon jetonu, selpak mendil, ayakkabı bağı, çorap gibi şeyler satardı hanımıyla birlikte. Sağlıklı yaşam için spor hareketinin yeni yeni başladığı yıllardı. Sabahları Kurtuluş Parkına koşuya giderken gördüğü kilolu hanımlara “bunlar önce yiyor sonra da eritmek için koşuyor” diye takılırdı. Kimi zaman yanına bir seyyar simitçi de ilişirdi. Kitap satanlar, sevgilisini bekleyenler ve daha niceleri bu küçük, ince uzun yeri mekan bellemişlerdi. Ankesörlü telefonla konuşurken Mülkiye’nin duvarından bazen içeride anlatılan dersler bir mırıltı şeklinde duyulurdu sanki. Ankara Hukuk Fakültesinin önünde de yıllarca seyyar simit satarak çocuklarını okutan Murat Abi vardı. Birçokları için MİT ajanıydı ama işin aslı bildiğin garibandı. Yakın zamanda Ankara Üniversitesi öğrencileri onun hikayesini bir belgesele bile dönüştürdüler (https://www.youtube.com/watch?v=bC0kD7iBobk).

Mülkiye, İletişim Fakültesi ve Ankara Hukuk mahallemin ayrılmaz bir parçası olarak yaşamaya devam ederken yavaş yavaş bir şeyler değişmeye başladı. Önce hacı amcanın bulunduğu mekandaki ankesörlü telefonlar kaldırıldı. Mekan bir duvarla çevrildi. Bununla da yetinilmedi. İçine toprak doldurulup üstü ağaçlandırıldı. Sonrasında önce Hukuk sonra Mülkiye ve en sonunda da Cebecideki tüm Ankara Üniversitesi binalarının etrafı yüksek duvarlarla ve demir parmaklıklarla çevrildi. İlk başlarda bunun sebebini tam olarak anlayamadığımızı hatırlıyorum. Komşular arasında dolaşan “ama akşamları da karanlıkta türlü rezillikler oluyormuş” şeklindeki dedikodular dışında neden artık Hukuk ve Siyasalın bahçesinde oturamayacağımızı da pek sorguladığımızı söyleyemem. Ama neticede Mülkiye artık mahallemde değildi. Daha sonraları kamuda çalıştığım vakitlerde bu kez mesleki sebeplerle ve kimi zaman Ruşen Keleş gibi efsane hocalarımızın dersleri için duvarlarla çevrili bu mekanın içine girip çıkmaya başladım. Oy kullandığım tüm seçimlerde Mülkiyenin zemin katında mühür bastım oy pusulalarına. Ama her giriş çıkışımda daha bir yalnız, daha bir mahzun buldum içerisini nedense.

İkibinli yıllarla birlikte sadece Mülkiyenin duvarları değil, duvarın dışında bekleyen kolluk kuvvetleri, panzerler hatta sonunda tomalar da Mülkiyeyi mahallemden koparan yeni bir hale oluşturdu. Öğrenci eylemleri ve mevcudu giderek azalan gösterilerle anılmaya başlandı Mülkiye. Gezi esnasında yeniden bir canlanmış ve sokağa açılmış gibi görünse de sonrasında yine kimlik kontrollerine, özel güvenliklere ve tedirgin bir ruh haline teslim oldu koca kampüs. Sebeplerini sorgulayacak durumda değilim. Sadece mahallemdeki Mülkiye üzerine gözlemler bunlar. 2010’lardan itibaren benim de dahil olduğum akademik camia içerisinde Mülkiye’nin dahaca başka bir yüzünü görme bahtiyarlığına eriştim. Akademik bilgi, birikim, nezaket ve geleneğin latif bir tezahürünü yansıtan bilge hocalar, sevgili Ayşegül Mengi, Nesrin Algan, Bülent Duru, Tayfun Çınar, Can Umut Çiner, Ozan Zengin ve daha nice değerli hocamızın bu ekolü çok zor şartlar altında özveriyle devam ettirme çabasına tanık oldum. Akademide en onur duyduğum anlarda mutlaka yanımda bir Mülkiyeli hoca da bulundu. Giderek zorlaşan siyasi ortama rağmen akademik bilgiye dayalı muazzam bir talebin baskısını zarafet ve teamülleri koruyarak sırtlayan bu nadide insanların Türkiye’nin kentleşme, kamu yönetimi, çevre ve daha nice konudaki kocaman izlerini görmemek mümkün değil.

Mülkiyeye, Ankara İletişime ve diğer bölümlere reva görülenlerin örneklerini başka ülkelerde en azından bu yüzyılda görmek mümkün değil. Bir ülkenin akademik hafızasına vurulan bu darbenin etkilerini yalnızca keskin gözler algılayacaklar ama zincirleme etkilerinin en az yirmi yıla uzanacağını biliyorum. Bir akademik yapının ancak yirmi otuz yılda oturduğunu, elli yılda bir yerlere vardığını düşünürsek, yaşananların sadece tek bir üniversiteyi değil tüm bir akademik camiayı ilgilendirdiğini görmek mümkün olur. Ancak meselenin bunun dışında Ankara Kentinin kentsel gelişim süreci ve Mülkiyenin yakın çevresi ile ilişkilenmesine de dokunan yanları var. Mülkiyenin bugün yaşadıklarının başlangıcı o duvarların çekilmesiyle, Cebeci Kampüsünün mahallemden koparılmasıyla başladı biraz da. Kuşkusuz, burada bir akademi ile yakın çevresi arasında fetişist bir ilişki kurmak bizi herhangi bir yere götürmez. Yine de esas ve tek gücü söz söylemek olan bir meslek dalının kente ve topluma ilişkin ara-yüz işlevini yitirdiği anda geriye savunacak çok az mevzi kaldığını söylüyor bana izlediklerim.

Bu satırları yazarken doktoraya Mülkiyede devam eden bir yüksek lisans öğrencimden Bilsay Kuruç, Ruşen Keleş, Cevat Geray, Sina Akşin gibi efsane hocalara “bütçe” gerekçesi ile ders verdirilmeyeceği bilgisini aldım. İnanmak istemediğim bu haberin aslını araştıracağım. Yaşanan bu gelişme de yaşanan pervasızlığın bir geleneğin ta kendisini hedef aldığını gösteriyor. Olsun varsın. Ne hocalarımızın ne de Mülkiyenin bu durumu gerektiğinden fazla ciddiye almayacağını biliyorum. Ama yine de birlikte Mülkiye’yi tekrar “mahallemin mülkiyesi” yapmak için çaba harcayarak yola çıkmanın gerektiğine inanıyorum şu anda. Mahallem Cebeciyi var eden Mülkiyeyi var etmek için mahallem Cebeciye de düşen devasa bir sorumluluk da var bunu da buraya not düşmek gerekli.