Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

24 Ocak 2017 Salı

Savaş Zafer Şahin | Ankara Hatırası 25.Bölüm

7 Ocak 2017 Cumartesi

KÜRESEL EKONOMİ-POLİTİĞİN FAY HATTI KIRILIRKEN: KENTLERDE SOSYAL ADALETE DAYALI BİR SATHI MÜDAFA MÜMKÜN MÜ?


Dünya ve Türkiye zor günlerden geçiyor. Bir gece içinde Türkiye ve Avrupa’nın farklı ülkelerinde kaynağı, sebebi ve sonucu kestirilemeyen eş zamanlı terör olayları gerçekleşebiliyor. Sıradan insanın gündelik hayatı geri dönüşü olmayan bir biçimde şizofrenik bir gerçeklik algısı uçurumundan yuvarlanıyor. Gündelik hayatın dinamikleri zedelendikçe vekâlet savaşlarının tetikçisi terör örgütlerinin saflarına katılma ihtimali yükselen ve giderek radikalleşme eğilimleri gösteren genç kuşaklar dünyanın dört bir yanından kirli ırmaklar misali sonlarına doğru ilerliyorlar. Dağılma eğilimine girmiş Suriye ve Irak gibi ülkelerde tarihte eşine az rastlanır insanlık felaketleri olağanlaşırken, Avrupa ve dünyanın her yerinde kentler ve genç kuşaklar bu felaketlerin dinamikleri tarafından uç noktalardaki ideolojik yaklaşımlarla yeniden biçimlendiriliyor. Tüm dünyada toplumsal yaşam kırılganlaşıyor, hepimiz neredeyse her gün kendimize bizim için nasıl bir gelecek mümkün sorusunu soruyoruz. Türkiye tüm bu süreçte bir sırat köprüsünden geçiyor. Sanki tüm dünyanın yer altındaki tektonik plakaları altımızda birleşmiş, sürekli yeni deprem dalgaları üretmeye hazır bir biçimde bekliyor. Mevcut sistemin tüm çelişki ve çatışmaları bu küresel dalgaların etkisiyle bugüne kadar tanık olmadığımız sınavlardan geçmemize sebep oluyor. Toplumsal ilişkiler, siyasal gelenekler, iktidar yapısı, iktisadi eğilimler, gündelik ilişkilerimiz, kentlerimiz, komşularımız ve akıl sağlığımız her gün yine ve yeniden sınanıyor. Peki, ne oldu da çok değil beş yıl önce küreselleşmenin ve yerelleşmenin el ele müreffeh ve yaşanabilir bir dünyanın kapılarını açacağına ilişkin var olan iyimserlik dalgası yerini kısa bir sürede Arap Baharına, dağılan devletlere ve denetlenemez küresel bir terör dalgasına bıraktı? Burada niyetim akademik bir bakış açısıyla küreselleşme kuramlarından yola çıkarak dört başı mamur bir çatkı oluşturmak değil açıkçası. Daha çok, bir iki noktada tespit yapıp çözüm olabilecek bazı unsurlara işaret etmek niyetindeyim. Çünkü hepimiz bugünlerde olan biteni anlamlandırmaya her zamankinden çok ihtiyaç duyuyoruz.

Öncelikle mevcut küresel sistemin ekonomi-politiğine ilişkin bazı değinmelerde bulunmak gerekiyor. Aslında 2009 yılındaki Amerika Birleşik Devletleri kaynaklı küresel iktisadi krizin yaşanan her şeyin kaynağı olduğunu söylemek mümkün. Oysa o günlerde bir anda nasıl da bir iyimserlik dalgası yayılmıştı. İktisadi krizin çözümünün küresel refah devleti yaklaşımları ile çözülebileceği, kapitalist üretim tarzının ve finans kapitalin sonunun geldiği söylemleri yaygın bir şekilde tartışılıyordu. Nobelli Paul Krugman gibi liberal yazarların Bush yönetimine getirdiği eleştirilerde bile eşitsizliklerin daha azaldığı bir dünyanın tartışıldığı görülüyordu. Ancak, çok kısa bir sürede, birbiri ardına yaşanan siyasi gelişmeler ve bölgesel savaşlar bizi bugüne getirdi. Küresel ekonomi-politik açısından küresel eşitsizliklerin azaltılması söylemi yerini kısa bir sürede yapay zekâ ve makineleşmenin insanları nasıl işsiz bırakacağı, finans sermayesine bir şekilde bağımlı kılınmış gelişmekte olan ekonomilerin sürdürülebilir büyümeyi istikrarlı kılmak için daha hangi ulusal kaynakları elden çıkarmaları gerektiği tartışmalarına bıraktı. Bunu ekonomik gelişme ve kalkınma söylemlerinde bile izlemek mümkün. Küresel şirketler cep telefonu gibi küresel mal ve hizmetlerini satabilecekleri istikrarlı ulusal düzenler ve toplumsal refaha ihtiyaç duyuyorlar şeklindeki ifadeler yerini, kaynağı bilinmeyen bir dağılma sürecine uğrayan Orta Doğu gibi coğrafyaların kaderine ilişkin tartışmalara bıraktı. Tüm dünyanın ortak sorunları olan küresel ekolojik felaket gibi konularda bile siyasi bir istikrarsızlığa sürükleniyoruz. Her ne kadar Ekvator’da toplanan Habitat gibi toplantılarda iklim değişikliği ve sürdürülebilir kalkınma gibi konular yeniden gündem olduysa da, tüm bilimsel verilere ve bire bir yaşamaya başladığımız sonuçlarına rağmen ekolojik intihar girişimi olarak adlandırılabilecek gidişatımız bile hafife alınmaya, bazı kesimler tarafından, Trump’ın seçim kampanyasında olduğu gibi bir komplo teorisi olarak adlandırılmaya başlandı. Neredeyse küresel kapitalist sistem ve liberal söylemler dünyayı karanlık bir girdaba çekmeden değişmeyeceklerini ilan eder gibiler.

Makro ölçekte, küreselleşme sürecinin içine girdiği bataklığın iki temel sebebi olduğunu söylemek mümkün. Son yirmi yıldır neredeyse her yıl ağzının içine bakılan Amerikan Federal Merkez Bankasının kerameti kendinden menkul “parasal genişleme” politikasının birincil unsur olduğu söylenebilir. Bir nevi küresel para basma makinesi haline gelen FED, gerçek kâğıda bile basılmadan elektronik olarak “yapılan” trilyonlarca dolar parayı Amerikan tarzı yaşam biçimini tamamen borca dayalı olarak finanse etmek için kullanırken, aynı zamanda uzunca bir süredir ortaya çıkan enflasyonist eğilimleri dünyanın daha kırılgan diğer ülkelerine ihraç etmektedir. Finans sermayesi üzerine yapılan araştırmalar bu mekanizmanın temelinde gerçekte bulunmayan bir paranın, gerçek ekonomiye dayalı faiz gelirlerini toplamak için kullanılmasının ve neredeyse tüm dünyanın bir dolar sömürgesi haline getirilmesi gerçeğinin bulunduğunu ortaya koyuyor. Dış sermaye girişine bağımlı hale getirilmiş Türkiye gibi ülkelerden doğal kaynakları, kültürel mirası, kentleri kar temelli dönüştürerek elde edilen faiz gelirleri, para ekonomisini dünya tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar önemli hale getirdi. Burada Yunanlı bir akademisyen dostun anlattığı bir öyküyü alıntılamadan edemeyeceğim. “100 Avronun öyküsü” demişti buna. Bir gün Amerikalı bir turist Atina’daki bir otelin lobisine gelir. Resepsiyon deskine 100 Avro koyar. “Otelinizde kalmayı düşünüyorum. Ama emin olmak için önce odalarınızı gezmek istiyorum. Bu para da iyi niyetimin ve ciddiyetimin göstergesi” der ve yukarı çıkar. Otel sahibinin aklına komşu esnaflara olan borcu gelir. Müşteri geri gelene kadar deskteki parayı alır yandaki manava koşar. Ona olan 100 Avro borcunu öder. Manavın da iki hafta kadar önce gelen bir akrabası otelde kalmıştır ve otel sahibine 100 Avro borcu vardır. Otel sahibinden aldığı 100 Avroyu geri verir. Otelci geri döner ve hiçbir şey olmamış gibi parayı tekrar deske geri koyar. Bu arada Amerikalı turist geri gelir. “Otelinizi beğenmedim” der ve deskte duran parayla purosunu yakıp tüttürmeye başlar. Otel sahibi şaşkınlık içinde bakarken “üzülme zaten sahteydi” der. Bu ve bunun gibi öyküler hiç de sanıldığı kadar abartılı ve de insaflı olmayabilir. Gerçek dünyada Amerikan sermayesi en başta otelin yapımını finanse eden, her yıl karını faiziyle birlikte alarak giden şirket de olabilirdi.


Peki, nasıl oluyor da bu kadar kırılgan bir ekonomi, dünya gelir dağılımının bu derece adaletsiz hale gelmesine sebep olan parasal sistem, devam edebiliyor? Elektronik olarak bir tuşa basılarak yapılan ve tüm sistemi borç ile döndüren mekanizma gerçek emeği, üretimi, alın terini yönetebiliyor, getirilerini alıp gidebiliyor? Bu sorunun yanıtı yakın zaman kadar küreselleşme süreci etrafında çizilen iyimserlik halesi ile anlaşılır hale gelmekteydi. İkinci Dünya Savaşının hemen sonrasında doları küresel para birimi statüsüne taşıyan Bretton-Woods anlaşmasında ortaya konan altın denkliğinin dahi bulunmadığı bir ortamda, zenginliğin küresel olarak serbest piyasa koşullarında paylaşılacağına olan inanç bu düzenin sorgulanmasını da engelliyordu. Ancak, alttan alta yürüyen bir başka süreç yakın zamanda küresel para ekonomisini derinden sarsan etkiler üretmeye başladı. Bu süreç coğrafi olarak dünyanın merkezinin kayması ile çok yakından ilişkili görünmektedir. Bir süredir, dünyanın iktisadi ağırlık merkezi tarihsel süreçte tersine dönmüş ve tekrar batıdan doğuya doğru kaymaya başlamıştır. McKinsey & Company’nin küresel sistemde ekonomik ağırlık merkezini hesaplama girişimi çok ilginç bir durumu ortaya sermekte. Aşağıdaki şemada da izlenebileceği gibi, miladi takvimin başlangıcında, dünyanın iktisadi ağırlık merkezi Hazar Denizinin doğusunda, medeniyetin tarihte ilk ortaya çıktığı yerlerden birisi olan Hindistan’daki İndüs Vadisi yakınlarında görünmektedir. Bu ağırlık merkezi neredeyse 1800 yıl boyunca sadece dikey olarak yukarı doğru yer değiştirir. Ancak, 1820’den 1913 tarihine birdenbire Norveç civarına doğru kayar. Bunda Sanayi Devriminin, Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmasının ve Birinci Dünya Savaşının etkisi olduğu düşünülebilir. İkinci Dünya Savaşı Başlarına kadar Dünyanın iktisadi ağırlık merkezi Birleşik Krallığın batı kıyısına kaymıştır. İkinci Dünya Savaşının da aslında dünyanın iktisadi ağırlık merkezinin Atlantik Okyanusunun ötesine kayması ile ilgisi olup olmadığı araştırılması gereken bir spekülasyon olarak düşünülebilir. Soğuk Savaşın başlangıcında, 1950’lerde dünyanın ağırlık merkezi Amerika Birleşik Devletlerinin doğu kıyısına kaymıştır. Soğuk Savaş yılları boyunca 1980’lere kadar ağırlık merkezi tersine hareket eder. Sovyetlerle Amerika Birleşik Devletleri arasındaki rekabetin etkisiyle Atlantik Okyanusu sınırları içinde kalır. 1980 sonrasında küreselleşme adı verilen sürecin başlamasıyla birlikte, finans sermayesinin önündeki sınırlar kalkıp elektronik para-borç-faiz-borç-elektronik para dönemi başlayınca dünyanın iktisadi ağırlık merkezi yaklaşık yüz yıllık bir aradan sonra tekrar Avrupa’nın kuzeyine geri döner. 2010 yılında Urallar civarında olduğu, 2025 yılı civarında ise yeniden miladi takvimin başlangıcındaki yerine geri döneceği öngörülmektedir. Yani, dünyanın iktisadi ağırlık merkezi iki bin yıllık bir süreç sonucunda başladığı yere dönmek üzeredir. Bunun jeopolitik anlamı, dünyadaki iktidar odağının batıdan doğuya kaymasıdır. Açıkça, karşılığı olmayan paraya ve borca dayalı finansal sistem, iktidar odağının batıdan doğuya kaymasına engel olamamaktadır. Bunda yükselen Çin ve Hindistan gibi büyük güçlerin reel sektörleri ile Asya’daki doğal kaynak zengini ülkelerin artan güçleri etkili olmuştur. Peki, tüm bunlar yaşadıklarımızla nasıl ilişkileniyor?


Dünyanın iktisadi ağırlık merkezinin batıdan doğuya kayması aynı zamanda ilginç bir başka olgu ile yakından ilişkili görünmektedir. Tüm dünyanın kentleştiği bir süreçten geçiyoruz. 2000’lerin ortalarından beri dünyanın kentli nüfusunun toplam nüfusun yarısını aştığı bilinen bir gerçek. Bu kentleşme sürecinin motor gücünü oluşturan ülkelere baktığımızda ise daha ilginç bir durumla karşı karşıya kalıyoruz. Dünyanın iktisadi ağırlık merkezinin şu anda bulunduğu noktadan geçen bir eksende bulunan, Türkiye dâhil ülkelerin büyük bir kısmı kentleşme sürecinin son çeyreğinde bulunuyor. Yani toplam nüfusun %60 ila %80 arasında büyük oranda gençlerden oluşan bir kısmı kentlerde yaşıyor, kentlerin toplumsal dinamikleri karmaşık değişkenlere bağlı. Bu coğrafya aynı zamanda son on yıldır dünyada yaşanan neredeyse tüm çatışmaların savaşların bulunduğu bölgede yer alıyor. Kabaca kuzey Buz denizinden başlayarak en güneyde Güney Afrika’nın ucuna, Ümit Burnuna kadar uzanan bir hat hem dünyanın iktisadi ağırlık merkezinin geçtiği bir eksende, hem de dünyanın kentleşme dinamiklerinin şekillendirdiği bir düzlemde yer alıyor. Bu hatta Ukrayna, Suriye, Arap Baharını yaşayan ülkeler, Karadeniz, Sahra altı Afrika ve daha birçok sorunlu bölge yer alıyor. Kuşkusuz, bu coğrafyanın sorunlarının tarihsel ve coğrafi birçok başka kökeni de bulunmaktadır. Ancak, mevcut iktisadi düzen içerisinde son dönemin kangren olmuş tüm sorunlu bölgelerinin bu hatta sıralanmış olması da sorgulanması gereken bir durum olarak önümüzde duruyor. 





















Burada belli düzeyde spekülasyonda bulunabiliriz. Finans sermayenin doğudaki reel ekonomi karşısında dünyanın iktisadi ağırlık merkezinin daha da doğuya kaymasını engellemek için küresel bir fay hattı oluşturduğu söylenebilir. Bu hattaki sarsıntılar ve artçıları, doğudaki yükselen iktisadi güçlerin uzun dönemli istikrara kavuşmasını engellemek için ortaya çıkarılmış olabilir. Politik ekonomi alanındaki son dönem tartışmalar ve mevcut bazı gelişmeler bu durumu açıklamak için kullanılabilir. Paranın reel ekonomi ile ilişkisinin koptuğu, parasal kaynakların güvenilirliğinin askeri güç ve sosyal ilişkiler ile sağlandığı bir dünyada ekonominin istikrarı için iki temel unsur gerektiği ifade edilmektedir. Bunlardan birincisi güven ve umut kavramlarıdır. Nitekim son dönemlerde Nobel alan iktisatçıların önemli bir kısmının tüketici güveni üzerine çalışıyor olması tesadüf değil. İkincisi ise korku ve tedirginliğin yarattığı teslimiyet duygusudur. Naomi Klein “Şok Doktrini” adlı tezinde, siyasi ve iktisadi olarak kaynaklarının başka toplumlara aktarılması karşısında toplumların teslimiyetçi kılınmaları için çatışmaların ve terör gibi faaliyetlerin nasıl araçsallaştırıldığını ortaya koymaktadır. Küreselleşmenin umut ve güvene dayalı bir süreçle batıdan doğuya iktidar kaymasını engelleyemeyeceği ortaya çıkınca, korkuya dayalı şok doktrinlerinin hâkim kılındığı bir fay hattının yaratılması öngörülmüş olabilir. Belli ölçüde bir komplo teorisi gibi dursa da bu tür bir değerlendirme küresel dünyanın barış ekseninde yeniden yapılandırılması için bir başlangıç noktası oluşturabilir. Yani Türkiye’nin de içinde bulunduğu bu küresel fay hattı mümkün olduğu kadar istikrarsızlaştırılarak finans sermayenin iktisadi ağırlığı korunmaya çalışılmaktadır.

Ancak, bu tür bir durumun bile finans sermayenin güç erimesini engelleyemediği görülmektedir. Arama motorlarının tarayamadığı derin internet üzerinde bitcoin adı verilen bir para birimi ile inanılmaz büyüklüklerde kayıtdışı ve hatta gayrı meşru ticaretin dönmesi bunun işaretlerinden birisi olarak görülebilir. Hiçbir devletin garanti altına almadığı 1 bitcoin’in 1000 Amerikan Doları üzerinde değere sahip olması, meşru finansal çevrelerin içine girdiği gayri ahlaki yoz düzenin Snowden ve Assange’nin sızdırdığı belgelerde tüm çıplaklığı ile ortalığa saçılması bu çerçevede değerlendirilebilir. Öte yandan esas sorun bu küresel fay hattında oluşan artçı sarsıntıların denetlenemez biçimde tüm dünyayı bir terör dalgasına teslim etmesidir. Müslümanların ağırlıklı olduğu ülkelerde geleneksel mezhep ve cemaatlerin iktidara gelince yozlaşması ve Batı kaynaklı etkilerle ağırlık kazanan Selefi akımların aşırı radikalleşmiş ve yer altında güçlenmiş terör odakları yaratması fay hattındaki sarsıntıların önce Avrupa’yı daha sonra da tüm dünyayı etkisi altına almasına sebep olmaktadır. İstikrarsızlaşan ve parçalanan devlet yapıları da bu durumun daha da güçlenmesine sebep olmaktadır. Bu küresel fay hattının çözüm değil sonun başlangıcı olduğunu görmezsek korkarım daha kötü günler bizi bekliyor.

Peki, küresel jeopolitik açısından çözüm nerede? Çözümün yapısal olarak kapitalist sistemin dönüşümünde olduğu aşikâr. Ama kan ve gözyaşı ırmaklarını durdurmak için yapacak başka şeyler de olmalı. Öncelikle, bu küresel fay hattının küresel ekonominin ürettiği bir durum olduğu açıkça ifade edilmeli. Her depremde olduğu gibi, toplumsal yapıların güçlendirilmesine ihtiyaç var. Bu güçlendirmenin de iki boyutu olmalıdır. Birincisi güçlendirmeye hala istikrar adası niteliğindeki yerlerden başlanmalı. Türkiye gibi ülkeler hala bu sınıfta diye düşünüyorum. Ama açık bir strateji ile güçlendirmenin derinleşmesi ve tüm fay hattına yayılması için çaba harcanması gerekiyor. Burada kentleri teröre karşı dayanıklı hale getirmek için gerekli önlemleri almak, yaşanabilir kılmak önemli bir adım olarak öne çıkmaktadır. Sosyal adalete dayalı bir toplumsal dinamiğin üretilmesi bu anlamda teröre karşı direnç oluşturmada çok önemli görünmektedir. Demokratik standartların ve insan hak ve özgürlüklerinin geliştirilmesi için çaba harcanması bir diğer önlemdir. İstikrarın iktidar istikrarı olarak değil, hak ve özgürlüklerin kullanımı açısından istikrar olarak ele alınması yaşamsaldır. Son olarak tarihin birçok aşamasında görüldüğü gibi, yaşanan sürece karşı söylem üretecek bir düşün merkezinin kurulması çok önemlidir. Son dönemde piyasa için çalışan ve üreten merkezlere dönüştürülen üniversiteler yerine, özellikle dini inanışların selefileşmesini önleyecek teori ve pratikleri toplumsal düzlemde tartışacak ve sonuca dönüştürecek çok uluslu yeni bir yapılanmaya ihtiyaç duyulmaktadır. Özellikle temel bilimler alanlarındaki son dönem gelişmelerin ışığında ahlaki ve dinsel yaklaşımları geleneği de dikkate alarak yorumlayacak güçlü bir entelektüel merkezin oluşturulması ve bunun tüm fay hattı boyunca etkin olması için önlemlerin alınması gerekmektedir. Modern çağın Nizamiye Medresesine her zamankinden çok ihtiyaç duyulmaktadır.

Yaşanan korkunç olaylar karşısında ön alabilmek ve umutsuzluk zincirini kırabilmek için bu tür bir yeni çerçeve ile düşünmeye ihtiyacımız var. Alışmamak için direniyoruz. Ama kar ve haz bağımlısı küresel dünya çoktan alıştı ve alışmak istiyor. Siyasi yelpazenin neresinde duruyorsak duralım bildiklerimizin sınırları ötesine geçmemiz ve yeni bir şeyler söylememiz gerekli. Başka çaremiz yok…