Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

27 Mart 2014 Perşembe

LEGOKENTLERİN BAŞKANLARI



İlkokula giden çocukları olan bir baba ve çocukluğundan beri sıkı bir animasyon takipçisi olarak son zamanlarda ilginç birkaç film izledim. Lego adlı çocuk oyuncaklarının başrolde olduğu ve diğer tüm çizgi roman ve film karakterlerinin de lego olarak rol aldığı filmlerdi bunlar. Tabi gerçek yaşamdaki öyküler lego parçalarına aktarılınca ilginç bazı durumlarla da karşılaşılıyor. Örneğin her şey, gökyüzündeki bulutlardan okyanuslara kadar lego parçalarından oluşuyor. Herhangi bir karakter örneğin kelse, lego karakterinin saç kısmı oluşturan parça başına konmuyor, karakter ölüyorsa lego parçalarına ayrılıyor vb. ruh halleri, lego karakterin yüz ifadesindeki basit karakalem çizimin değişimi ile anlatılıyor. Tüm bunlar bir senaryo üzerinden stop-motion tekniği ile filme çekiliyor. Çocuklar da buna bayılıyor. Belki de oynadıkları Legolardan bu öyküleri görmek onlara kendileri yapmış gibi bir duygu yaşatıyordur kim bilir?

Yerel seçim süreçlerini izlerken nedense Lego filmlerini izler gibi hissetmeye başladım. Her akşam bir belediye başkanı bir televizyon kanalında ya da sıkça ziyaret ettiğim internet sitelerinin tepesindeki reklam bölümünde animasyonlar eşliğinde projelerini anlatıyor. Bu projelerde mimarlık dünyasının iyi bildiği canlandırma ve animasyona teknikleri kullanılıyor. Kamera önce tepeden bir görüntü veriyor. Nedense hep bulutlar, güneşli günler ve havada uçuşan güvercin ya da martılar eşlik ediyor bu görüntüye. Sonra kamera aşağı doğru pike yapıyor. İnsan gözü düzeyine iniyor. Anlaşılması güç bazı mimari yapıların, yolların parkların içinden geçiyor. Tüm parklar aynı, yeşil bir kaplamayla oluşturulmuş, yollar da aynı siyah zemin. Bu görüntülerin arasında insanlar görünüyor. Yalnız insanlarda da ortamın tamamı gibi bir gariplik söz konusu. Kolları bacakları soba borusu gibi. Hepsi aynı hızda hareket ediyorlar. Kıyafetleri de hep tek renk. Motif, desen yok, moda sektörü yeterince çalışmıyor gibi bir hava söz konusu. Dahası bu insanlar düzenli aralıklarla kopyalandıklarından klon savaşları gibi bir durum da söz konusu. Steril, yalıtılmış, sorunsuz, kirden pislikten uzak, çeşitliliğin günah olduğu bu görüntüler giderek daha fazla lego filmlerine benziyorlar. Tek bir fark var. Lego filmleri lego parçalarıyla oluşturulmuş karakterleri kullanarak farklılıkları göstermek için elinden geleni yapsa da, yerel seçimlerde izlediğimiz animasyonlar farklılıkları gizlemek, tektipleştirmek ve homojeni kutsamak için ellerinden geleni yapıyorlar.

Tabi ki bu durumda vakit darlığı, siyasi süreçlerin doğası etkili. Ancak, belediye başkanlarının yönetmeyi düşündükleri kentleri birer legokent gibi görmelerinde ciddi ve hastalıklı bir yan olduğunu, bunun da gerçeklik algımızın inşasıyla ilişkili olduğunu fark etmemiz gerekiyor. Öncelikle, özellikle yerel seçimlerde ve yerel yönetimlerin hizmet sunum süreçlerinde görselleştirme, üç boyutlu görüntüler kullanma neredeyse bir zorunluluk olarak görülmeye başlandı. Animasyonu olmayana kız bile vermeyecekler. Kitleler, bir nevi tasarım fikrinin tartışılmasından çok, ortaya çıkacak mekanların fikrini meşrulaştıran bu tür görüntülere bağımlı kılınmış durumda. Bir aday, ne kadar açık, berrak ve net konuşursa konuşsun, projesi ne kadar mükemmel olursa olsun, bu projeyi bir animasyonla taçlandırmazsa sözleri buhar olup uçuyor. Ciddiye alınmıyor. Bu açıdan bakıldığında aslında yerel siyasetçiler de bu görüntülere bağımlı hale gelmiş durumda. Hatta, siyasal iletişimin en önemli unsurlarından birisini seçim öncesinde projeleri görselleştirmek için el altından şu ya da bu mimarlık bürosu ile kurulan ilişkiler oluşturuyor. Piyasa koşullarında maddi karşılığı ciddi rakamlara denk düşen bu çalışmaların neyin karşılığında yapıldığı sorusu ise bu yazının konusu dışında kalmakla birlikte önemli bir soru.

Bu tür bir görselleştirmenin bağımlılık haline gelmesi aslında gerçeklik algımızın üretimi ile yakından ilişkili. Yaşadığımız çağ itibariyle insanoğlu geleceğe ilişkin tasarımların gerçekte nasıl bir sonuç ürüne tekabül edeceğini kestirme konusunda sorunlu ya da tembel. Bu tür bir uğraş onun için yıpratıcı. Çoğu zaman içinde yaşadığı, şikâyet ettiği heyula gibi yapıların da aslında bir zamanlar kendisine cicili bicili animasyonlar olarak tanıtıldığını kolay kolay hatırlamıyor. Gerçeklik algısının her gün kendisi için yine ve yeniden üretilen bir şey olduğunu anlaması da kolay değil. Bunun için de bazen hepimiz, kentle ilgili bir yapının bir mekânın yapılıp bitmiş halini, sorunsuz, tabiri caizse “dikensiz” halini görüp bilmekle, kendimizi gerçekleştirme sürecini özdeşleştireceğimiz bir “yapılıp bitme” öyküsüyle karşı karşıya kalmakla mesut oluveriyoruz. Bilgisayarda üretilen gerçeklik çoğalıyor, açılışlarda konuşan siyasetçilere fon oluyor, televizyonlarda ve internette dönüp duruyor, günün sonunda da o gerçeklikten çıkıp, içinde yaşadığımız gerçeğe dönüyor küfrediyoruz. Bir nevi legokentte yaşama düşleri kuran çocuklar gibi olmak öğretiliyor bize. Bizse mutsuz olanı oynuyoruz.

Ama ara ara buna isyan etmenin de bir aracı olabiliyor bu görselleştirmeler. Son zamanlarda o kadar hızlı üretilir oldular ki hatalar kaçınılmaz olabiliyor ve bizzat üretilen gerçekliğin ta kendisi, gerçekliği değiştirmenin bir aracı tetikleyicisi olan isyan ruhunu besleyebiliyor. Bunun örneklerini Gezi Parkı olaylarında ciddi payı olan yayalaştırma projesinin animasyonlarında ya da ODTÜ Yolu animasyonlarında çarpışan arabalar ya da çıkmaz yollarda gördük. Hatta, eleştirel bir akıl için uygun teknolojik olanaklar bu görselleştirmelerin bir mizah ve hiciv duygusuyla evirilip çevrilmesine ve tam tersi bir amaç için kullanılabilmesine de olanak veriyor. Animasyonlardan çıkıp internette viral videolar olarak dalga dalga yayılan mizahi ürünlere sıklıkla muhatap oluyoruz. Yani yavaş da olsa legokentin sakinleri olmaya direnmeyi öğreniyoruz. Ama, bunu yaparken bile bu görselleştirmelerin meşrulaştırılması sürecinin bir parçası haline geldiğimizi de görmezden gelemeyiz.

Ancak, sorun esas seçilirlerse yerel yöneticilerde ve belediye başkanlarında. O animasyonları o kadar fazla izliyorlar ve izletiyorlar ki, bir süre sonra projelerin neredeyse bir gül bahçesinde kendi kendilerine inşa olacaklarına inanmaya başlıyorlar. İnsanların da legokentteki boru bacaklı insanlar gibi kendilerine biçilen rolün dışına çıkmayacaklarından eminler. Kenti yönetmeye başladıklarında bu anlayışı sürdürmeye başlıyorlar. “Katılım”, “beraber yönetme”, “sosyal adalet” gibi kavramlar kolaylıkla rafa kalkıyor. Hele hele projelere itirazlar yükselmeye başlayınca legodan yaptığı kuleler başka bir çocuk tarafından yıkılan çocuklar gibi hırçınlaşmaya başlıyorlar. Bu durumun yüzlerce örneğini gördük geçtiğimiz on yıl içerisinde. Bilimsel ve teknik kaygılarla itiraz edilen birçok proje animasyonları ve görselleriyle savunulmaya çalışıldı mahkemelerde. İlkeler görsellerle ikame edilmeye çalışıldı.

Burada bu tür teknolojilerin kullanılmamasından yana olduğum sanılmasın. Büyük olanaklar sağlıyor bu araçlar. Ancak, teknolojiyi kullanarak gerçekliği yeniden üretmenin de bir etiği olmalı. İnsanların algısını olması gerekenden çok eğip bükmemeli, en azından insan ölçeğinden görebilme olanağı tanımalı kullanıcılara. Örneğin, İstanbul siluetine eklenen 16/9 kulelerinin görünümünü de binalar yapılmadan önce insanlara göstermeli. Göstermeli ki belediye başkanları ve bu görselleştirmelere bağımlı hale gelenler/getirilenle kentlerin onların lego oyun alanı olmadığını görebilsinler. Bu tür bir etiğin gelişmesi için daha çok zaman gerekecek belki ama biz kendimizi seçimler sonrasında görevi devam ettirecek ya da devralacak olan başkanlara şunu söylemeye hazırlanmalıyız “Bu kent sizin legokentiniz değil. Biz de lego değiliz. Animasyonlar bitti. Hadi şimdi gerçek projeleri birlikte nasıl yapacağımızı konuşalım”.

18 Mart 2014 Salı

KABATEPE



-Senaryo Metni-

Kabatepe simülasyon merkezi için düşünülen senaryo beş ayrı karakterin kişiliğinde anlatılır. Bu beş karakter savaşın seyrindeki beş ayrı önemli aşamayı ifade ettiği kadar 20. yüzyıl toplumlarının geçirdiği aşamaları da ifade eder. Aynı zamanda da savaşın insani, gündelik yanını ve kültürler arası kozmopolitanlığını da anlatır.

Bu beş karakterin yaşadıkları senaryonun oluşumunda temel izlekleri oluşturur. Bu izlekler; savaşa yüklenen anlam, savaş öncesi hazırlıklar, savaşın seyri, savaşın gelişiminin farklı taraflarca nasıl anlaşıldığı, savaşın sonuçları, zafer, savaş sonuçlarının ve zaferin toplumların kendi içinde ve uluslararası arenada nasıl yazıldığı ve yayıldığı, uluslaşma sürecine nasıl eklemlendiği gibi kavramlaştırmaların oluşturulmasında birer araç olarak kullanılacaktır.

Her bir karakterin yaşadıklarının farklı bir düzlemde takip eden karakter ile nasıl ilişkilendiği gösterilecek, müze içerisinde karakterlerin anlatımını aşan bir süreklilik kurgusu oluşumu sağlanacaktır. Her bir karakterin hayata ve dünyaya bakış açısındaki temel çelişkiler ve inançlar gösterilerek savaş fikrinin oluşumundan savaşın sonuçta koşulsuz olarak günümüzde herkes tarafından kabul edilen bir barış fikrine ulaşmayı nasıl sağladığı anlatılacaktır.

Karakterler:

  1. Senegalli bir siyahî asker olan “Alacakaranlık Pier”
  2. İngiliz deniz yüzbaşısı “Yüzbaşı Hawksworth”
  3. Gelibolulu keskin nişancı “Uzunların Elif”
  4. İstanbullu “Kolağası Hayrettin”
  5. 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal

1. Senegalli bir siyahî asker olan “alacakaranlık Pier”

Bölüme girişte: Senegal halk şarkılarıyla Fransız Şansonlarının karışımı bir müzik çalar

Haritada: Dakar-Lyon-Çanakkale arasındaki seyahat gösterilir

Senegalli askerin şahsında savaştaki tüm kolonilerin ve sömürgelerden gelen ülke sakinlerinin eşyaları, fotoğrafları ve savaşla ilişkisi sergilenir.

Ortam: Olabildiğince şaşırtıcı, karmaşık ve loştur. Babil’in asma bahçelerine benzer. Birçok dilin aynı anda duyulduğu karmaşık konuşmalar duyulur. Bir sığınağı ve mevzii andıran, toz huzmeleri olan kısımları vardır.

Alacakaranlık Pier: Dakarlı bir Senegallidir. Temel çelişkisi kendisini Fransız’dan çok Fransız kabul etmesidir. Bu savaşı Fransızlardan çok sahiplenir. Bu duygusu ölürken değişir.

Bu kısımda: Savaşın ilk aşaması Pier’in anlatımı ile karışmış biçimde anlatılır.

Anlatım: Aksanlı bir Fransızcadır.

Pier: Ölürken deniz kıyısındaki kruvazörlerin çelik gövdelerini görür.

Alacakaranlık Pier müze senaryosunda “su” öğesini temsil etmektedir. Bu sebeple fiziksel tasarımda su unsuru yaygın bir şekilde kullanılacaktır.

Alacakaranlık Pier’in Sözleri:

Pier önce savaşın birinci aşamasının gelişimini anlatır. Anlatımı aşağıdaki sözlerle biter.

“…ah okyanus. Tepelerin arasındaki bu biçimsiz su kanalı okyanusun enginliği yanında kılıksız bir su birikintisini andırıyor. Yüce Fransız ideallerinin okyanus kıyısındaki benim ülkeme daha önce ulaşmış olmasına şaşmamalı. Zaten Fransızcanın büyük ırmağı yeterdi ancak ülkemin güzelliklerini anlatmaya.

Buraya kadar neden geldiğimi anlayamasam da, Fransız ulusunun bu topraklara da şarap, fişek ve Voltaire getirmesi buraların kaderini değiştirecektir diye düşünüyorum tıpkı bizim gibi. Fransızları ilk gördüğümde çocuktum. Biz okyanusa akan ırmağın kıyısında çıplak balık tutarken geldiler, bize Fransızca öğrettiler, Voltaire okuttular ve şarabı öğrettiler. Yetişkinliğe adım attığımda Lejyona aldılar. İçinde ülkemin balıklarının, madenlerinin ve diğer tüm güzelliklerinin bulunduğu bir gemiyle beni Lyon limanına götürdüler. Adımı da değiştirip Pier yaptılar. Ama lejyondakiler için hiçbir zaman sadece Pier olamadım. Hep “alacakaranlık Pier” olarak kaldım.

Lyon’dan yola çıkarken buraya geleceğimizi söylemediler. Geldiğimizde öğrendim Dardanel denilen boğazda olduğumuzu. Bizi kıyıya ön yığınakların bulunduğu yere indirdiler. Daha sonra yapılacak bir kara savaşı ihtimalini düşünerek. Ama karaya çıkışımız yoğun makineli tüfek ateşi altında gerçekleşti. Nedendir bilmiyorum karaya ilk ayak basanlar ülkemin insanlarıydı. Birkaç adım atamadan başımda bir sıcaklık hissettim. Sendeleyip düştüm. Sanırım son nefesimi veriyorum. Yattığım yerden içinden çıktığım dev kruvazörleri görüyorum. Bu birkaç cümle de son nefesimi vermeden aklımdan geçenlerdi. Oysaki son anımda tüm dünyaya şunu haykırmak istedim:

“Ey suyun çocukları: sizi okyanustan, gölden, nehirden ve dereden alıp getirdiler. Başka suyun çocuklarını vurmanız için. Bırakın bütün suların çocukları birlikte yüzsünler. Balık da tutabilsinler…”

2. İngiliz Deniz Yüzbaşısı “Yüzbaşı Hawksworth”

Bölüme girişte: Bir geminin merdivenlerinden güvertesine çıkılır. Işık oyunları ve yansımalarla ziyaretçilere gemi güvertesinde oldukları izlenimi verilir.

Kaptan köşkü kısmına geçilir. Bu kısımda Bristol Limanı-Lyon-Atina-Çanakkale rotası görülür

Fonda: Gayda ile İskoç havaları ve makine sesleri birlikte duyulmaktadır.

Ortam: Olabildiğince Viktorya dönemi tasarımları ile sanayi devrimini bir arada çağrıştıracak biçimde neo-klasik ve aynı zamanda aydınlıktır. Yer yer Çanakkale tabyalarının denizden görünüşleri yansıtılır ya da panoramik görüntüler verilir. Panoramik görüntüler verilirken fonda uzun havalar duyulur.

Yüzbaşı Hawksworth: Bristol’lü genç bir askerdir. Temel çelişkisi bu savaşa değil sanayi ve endüstrinin gücüne inanmasıdır. Kaçınılmaz olarak savaşın kendileri tarafından kazanılacağına inanır.

Bu kısımda: Savaşın ikinci kısmı yüzbaşının ağzından İngilizce olarak anlatılır. Anlatım aksansız mükemmel bir İngilizcedir.  

Yüzbaşının bulunduğu kruvazör imkânsız bir noktadan atılan top mermisi ile batar.

Yüzbaşı Hawksworth müzede toprağı simgelemektedir. Bu sebeple fiziksel tasarımda toprak unsuru yaygın biçimde kullanılacaktır.

Yüzbaşı Hawksworth’un Sözleri:

Yüzbaşı savaşın ikinci aşamasını anlatır. Anlatımını aşağıdaki sözlerle bitirir:

“Sarhoş olmak için gece yarılarına kadar Bristol limanının leş kokulu pub’larındaki alkol oranı düşük biralarından fıçılarca içtiğimiz uzun yaz gecelerini özledim. Haftalarca kruvazörün içine tıkılıp makine sesleri arasında yolculuk yaparken insan geçmişin tatlı anlarını hatırlıyor. Ama bu anlar da, doğunun isyankâr halkları da günün birinde makine sesinin şaşmazlığına boyun eğmek zorunda kalacak. Askeri Mühendislik okulundan mezun olduğumdan beri bunu biliyorum. Dünya kocaman bir saattir. Binlerce yıldır insanoğlu bu saatin nabzını bilmeden yaşadı. Yalnızca yüz yıldır bu saatin nabzını tutabiliyor, makinelerimizde attırabiliyoruz. Dünyanın nabzı makinelerimizde atarken dünyanın dizginlerini elimize alıyoruz. Makineleri kullanmayı bilmeyen halklara bunu öğretmek de bizim insanlık görevimiz. Onlar imanın dünyasında yaşıyor. İmkânların dünyasını bilmiyorlar. İmanın dünyasından çıkıp imkânların dünyasına girmeleri gerek. Türkler de bu halklardan en büyüğü ve sonuncusu. Yaşadıkları coğrafyanın ve çağın son vagonuna iğreti biçimde tutunmaya çalışıyorlar. Ama onları zorla da olsa vagona bindirmek zorunlu. Doğunun son limanı da artık dünyanın nabzını hissetmeli.

Bristol limanından beri bunları düşünüyorum. Makinelerimizin gücüyle ilerliyor, ilerletiyoruz. Atina’da ikmal yaptıktan sonra Ege’nin suya damlamış mürekkeplere benzeyen adalarla dolu sularına giriyoruz. Boğaza girerken manzaranın ihtişamı karşısında afalladığımı hatırlıyorum. Dardanelin kıvrımlı coğrafyasının her iki yanı karadan ve denizden açılan top ateşleriyle oluşan toz dumanın sisi altında. Savaş planı doğrultusunda boğazının belirlenen bir noktasına hareket edeceğiz. Fransız zırhlılarının yaptığı manevralarla karadaki top mevzileri tahrip edilecek ve biz Boğazın deniz hâkimiyetini elde tutacağımız pozisyona geleceğiz. Fransız zırhlıları karadaki top mevzilerini cehennemden bir güne çevirdikten sonra mevziler sağır ve dilsiz kesiliyor. Pozisyonumuza ilerliyoruz. Artık güvenli sulardayız. Ama umulmadık bir şey oluyor. Cehennemden bir gün canlanıyor. Tahrip olan top bataryalarından birinden tek ve temiz bir ateş açılıyor. Sancak tarafından yaralanıyoruz. Gemideki ardı ardına yaşanan patlamalarda denize düşüyorum. O çok inandığım makinelerin işlettiği pervaneleri görüyorum en son…

Ey toprağın çocukları: İman varsa imkân vardır. Salt imkânın olduğu yerde iman kendine yer bulamayabilir. Toprağın çocuklarının tüm imkânları bir arada barış içinde kullanacağı günlere iman edin!

3. Gelibolulu keskin nişancı “uzunların elif”

Bölüme girişte: Dev bir başörtülü kadın figürünün içinden geçilerek girilir. Kadın figürünün üzerinde binlerce delik vardır. Bu deliklerden rüzgâr gelmesi sağlanmaktadır. Deliklerden aynı zamanda Anadolu halklarını temsil eden binlerce farklı renkte ışık huzmeleri gelmektedir.

Ortam: olabildiğine aydınlık ve rüzgârlıdır. Keskin kenarlı kayaların ve dağların bulundu engebeli bir arazi havası verilmiştir. Yer yer tabyalardan denizin ve gemilerin görünüşleri yansıtılır ya da panoramik görüntüler verilir.

Fonda: Rüzgâr uğultusu ile üst üste bindirilmiş binlerce Anadolu ezgisi yer alır.

Bu kısımda: Savaşın üçüncü kısmı Elif’in ağzından Türkçe anlatılır. Anlatım yumuşak bir Ege ağzıyladır.

Uzunların Elif: Gelibolulu bir genç kızdır. Keskin nişancılığıyla ün yapmıştır. Savaşta tüm yakınlarını kaybetmiştir. Temel çelişkisi savaşta çok büyük yararlıklar göstermesine rağmen savaşın kaybedileceğini düşünmesidir.

Uzunların Elif müzede rüzgârı simgelemektedir. Bu sebeple fiziksel tasarımda rüzgâr unsuru yaygın biçimde kullanılacaktır.

Uzunların Elif’in Sözleri:

Elif savaşın üçüncü aşamasını anlatır. Anlatımını aşağıdaki sözlerle bitirir:

“Ramazan bayramında haberi geldi babamın şehitliğinin. Daha beş kış bile görmemiş bir körpe çocuktum. Babamın mavzerini verdiler elime yadigâr. Fişekler oyuncağım oldu genç kızlık çağıma kadar. İlk âdetimi gördüğüm gün ağabeyimin şehitlik haberini aldım. Tabancası çeyizim oldu. Yüz adımdan asma yaprağını tam ortasından vurmayı öğrendim. Gelinlik çağıma geldiğimde çeyiz sandığımda el işlerimden çok fişek vardı…

Gâvurun yedi düvele nam salmış ordularını toplayıp boğaza yüklendiğini duyunca duramadım yerimde. Mavzerimi kaptığım gibi koştum kışlaya. Dikildim komutanın karşısına. Babamın ve ağamın yerine beni alın dedim. Git işine kadın dediler. Kadının orduda işi ne dediler. İstersen su taşı yaralılara bak dediler. Dinlemedim.

4. İstanbullu Kolağası Hayrettin:

Bölüme girişte: Dar bir girişten, kısa bir ısı dalgasından ve çok yoğun bir atış gürültüsünden geçerek bölüme girilir. Bu giriş savaşın en yoğun anına girildiğini temsil etmektedir.

Ortam: olabildiğince karanlıktır. Sürekli olarak ses ve ışık patlamaları ziyaretçilerin duyularını paralize eder. Genel olarak ortam bir siper görünümündedir. Ziyaretçilere siperlerin ya da sığınakların içindeki klostrofobik duygu yansıtılmaya çalışılır.

Fonda: Ses ve ışık patlamaları dışında mutlak sessizlik sağlanır.  

Bu kısımda: Savaşın üçüncü kısmı Kolağası Hayrettin’in ağzından Türkçe anlatılır. Anlatım düzgün bir İstanbul Türkçesiyledir.

Kolağası Hayrettin: İstanbullu bir doktordur. Sıhhiye olarak görev yapar. Temel çelişkisi savaş kazanılsa dahi Anadolu’nun bir geleceğinin olduğuna inanmamasıdır.

Kolağası Hayrettin ateşi simgelemektedir.

5. 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal

Mustafa Kemal müzede dört karakterin tüm çelişkilerinin ve temsil ettikleri su, toprak, hava ve ateşin uzlaşmasını temsil etmektedir. Mustafa Kemal’in kişiliğinde savaş ve zafer, iman ve imkân, dünya ve millet, dost ve düşman bir araya gelir.

Bölüme girişte belirgin bir fiziksel ayrımı olmayan, yansıma ile elde edilen bir gökkuşağının altından geçilir.

Ortam savaşın tüm seyrinin genelde ve özelde izlenebildiği bir karargâh gibidir. Haritalar, fotoğraflar ve sesler üst üste yansıtılır. Mekânda ilerledikçe silah sesleri önce artar. Sonra azalır.

Silah seslerinin zirve yaptığı noktada bir platform bulunur ve burada Mustafa Kemal’in “Ben size taarruz etmeyi değil ölmeyi emrediyorum…”ile başlayan sözleri duyulur. Ziyaretçiler karşılarında Atatürk'ün silueti görürler. Bir anda savaş kargaşası içinde "Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı" sözü ile eş zamanlı olarak platformdaki hidrolik sütunlar yukarı doğru kalkmaya başlar. Platform üzerindeki ziyaretçiler üzerlerine bastıkları sütunları fark ederek kenara çekilseler de sütunların arasında kalırlar. Sütunlar yükselirken Atatürk silueti ortaya çıkar ve burada Mustafa Kemal’in “Ben size taarruz etmeyi değil ölmeyi emrediyorum…”ile başlayan sözleri duyulur. Ziyaretçilerin kendilerini 57. Alay askerlerinden birisi olarak hissetmeleri sağlanır. Sütunlar yavaşça aşağı doğru inmeye başlar ve şehit olan askerleri simgeleştirir.

Ziyaretçiler ilerledikçe silah sesleri iyice azalır. Silah seslerinin sustuğu noktada da Mustafa Kemal’in Çanakkale’de yatan yabancı askerlere hitaben “onlar bizim evlatlarımızdır…” sözleri duyulur.

Ortamda ayrıca bir yol haritasında Çanakkale’den Türkiye Cumhuriyeti kuruluncaya kadar geçen süredeki tüm savaşlar ve yenilgiler uluslaşma sürecinin bir bütünü olarak canlandırılır.

Bu bölümden çıkışta savaş sesleri yerini doğa seslerine, doğanın sürekliliğine bırakır.

Bu Bölümde Mustafa Kemal’in ses kayıtlarından yola çıkılarak dijital yollarla ses benzetimi yoluyla onun sesine tam benzetilmiş bir ses kullanılarak savaşın son bölümü anlatılır. Anlatımda mümkün olduğu kadar Mustafa Kemal’in sözleri ve resmi kaynaklar dikkate alınır. Ayrıca Mustafa Kemal’in kişisel bir seslenişine yer verilmez.

4 Mart 2014 Salı

AOÇ'Yİ KİM KURTARACAK?


 
Gün içerisinde, TMMOB’a bağlı meslek odalarının açtığı önemli bir davada mahkemenin aldığı kararın duyulması hepimizi heyecanlandırdı. Yeni başbakanlık binasının yapımı için Atatürk Orman Çiftliğinin sit derecesinin birinci dereceden üçüncü dereceye düşürülmesine ilişkin Koruma Bölge Kurulu kararı iptal edilmişti. Medya bu gelişmeyi “AOÇ kurtuldu” başlığıyla vermeyi tercih etti. Yazılanlara göre yeni Başbakanlık binasının yıkılması gerekiyordu. Peki gerçekten de AOÇ kurtuldu mu? Ya da bir idare mahkemesi yürütmenin başına ev sahipliği yapacak bir yapıyı yıkarak AOÇ’yi kurtarma kudretine sahip mi?
 
Sıradan bir demokraside bu tür bir sorunun anlamsız olduğu söylenebilir. Büyük kentsel ve altyapı projelerinin uzun yıllar kamuoyu baskısı altında tartışıldığı, olgunlaştırıldığı, sonuçta gerçekleştirilen projenin büyük oranda uzlaşı ile gerçekleştirildiği dünya örnekleri bu tür bir soruyu boşa çıkarabilir. Ancak, söz konusu kentler ve kentlerde yaptıklarımızsa, Türkiye’de bu soru yargının varlığını ve var oluş sebebini sorgulatacak kadar zorlu örnekler sunuyor önümüze ve tam tersi bir durumla karşı karşıya kalıyoruz. Hiç tartışılmadan ve kamuoyu bilgilendirilmeden, kurumların kendilerinin bile haberi olmadan kazma vurulan büyük projeler, bu projelere tepkilerini sadece ellerinde kalan tek kalan olanakla yani yargıya başvurarak engellemeye çalışan meslek odaları, kısık sesle de olsa tepki gösteren üniversiteler, hızla tamamlanan inşaatlar, yavaş ilerleyen yargı ve belki de şanslıysak inşaat tamamlanmak üzereyken alınan bir iki yargı kararı, nihai olarak yanlıştan dönülmeyen, dönülemeyen akıl dışı bir yaratıcı yıkım süreci… Geçmişte benzer örneklerde imar planlarını ve koruma kurulu kararlarını iptal eden yargının dönüp, yanlış yapılan yapıların yıkılmasında kamu yararı bulunmuyor kararını da verebildiğini düşününce bu kazananı olmayan oyunun bir yerlerde bozulması gerektiğini insan düşünmeden edemiyor.
 
Bu kısır döngüyü kırmak mümkün mü acaba diye kara kara düşünürken Gezi Parkı olayları gerçekleşti. Kısa bir zaman dilimi için bile olsa, toplumun belli bir kesiminin, özellikle de gençlerin bu kısır döngüyü yerle bir edebilecek bir süreci filizlendirebileceğine tanık olduk. Kendimizi iyi hissettik. Belki ciddiye alınmayan yargı kararlarının bir alternatifini bulduğumuzu düşündük. Ya da göz ardı edilen kamuoyu kendisini muktedirlerin gözüne sokuyor diye umutlandık. Sonrasında ise yolsuzluk iddialarının olanca ağırlığı altında internetin, yargının ve kolluk kuvvetlerinin cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar baskı altına alındığı, yargı mensuplarının aşırı siyasallaştığı yeni bir dönem geldi. Bu iki süreç boyunca aklımızın bir kenarında şu soru hep vardı ve var olacak: kentsel müdahaleler söz konusu olduğunda, gün gelip ihtiyacımız olduğunda Gezi Ruhunu yanımızda bulabilecek miyiz, yoksa Gezi Ruhunu görmek için hep bir Taksim Meydanı mı olması gerekecek?
 
Bu soruyu yıllarca meslek odalarında mücadele vermiş birisi olarak farklı bir şekilde de sormam mümkün. Yıllarca basın açıklamalarında, davalarda, panellerde ve her tür mücadelede birkaç yüz kişiyi aşmayan yalnız bir kalabalıkken, ne oldu da büyük kalabalıklar bizi anladı? Bu sorunun yanıtını demokrasi, kapitalizm ve bürokrasi arasındaki ilişkinin karanlık dehlizlerinde aramaktansa başka bir yol tutturmak istiyorum. Sokaktaki insanın gözünden bakmak istiyorum. Ancak o zaman AOÇ’yi kimin kurtarabileceğine ilişkin bir ipucu elde edeceğimi düşünüyorum çünkü.
 
Türkiye’de son yirmi ya da otuz yılın kentsel mücadele süreçlerini, özellikle de kentlerimizi, çevreyi ve yaşamımızı yıkıcı etkileriyle bunaltan müdahalelere karşı olanları dikkate aldığımızda, kitlelerin desteğinin alındığı bazı önemli örnekleri görmek mümkün. Taksim dışında HES direnişleri, Kaz dağları direnişi, Bergama, Ankara’da Dikmen Vadisi, Kuğu Park direnişleri, Kızılay’ın yayalara kapatılmasına karşı direniş bunlardan sadece birkaçı. Tüm bu örneklerin iki ortak noktasının olduğunu söylemek yanlış olmaz. Öncelikle yapılan müdahaleler direnenlerin kendilerini özdeşleştirdikleri, kendilerini birer kamusal özne olarak görme şansları olan erişilebilir mekânları hedef almaktaydı. Bu mekânların bir diğer özelliği ise karşı çıkanlar için gündelik yaşam döngülerinin sahnesi, konusu ve ana unsuru olmalarıydı. Yapılan müdahaleler bu sebeple sıradan insanın var oluşuna karşı doğrudan bir müdahale anlamını taşıyordu. Anılarının, belki gündüz kız arkadaşıyla buluşma olasılığının, aylaklık edebilme özgürlüğünün, kentte inandığı şeylerin yüzünü görebilme mutluluğunun, simit satıp üç kuruş denkleştirebilme telaşının ve daha birçok başka şeyin tehdit altında olduğunu gören sıradan insan için hareketlenmek biraz daha mümkün hale geliyordu.
 
Bu iki unsurun bir araya gelmediği yerlerse kentin içinde ama çok uzaktı. Gündelik yaşamın içinde ve erişilebilir değilse, bizi her an kamusal özne yapma niteliğini kaybetmişse başta anlattığım kısır döngüye mahkum oluyordu. Uzun yıllardır AOÇ’nin de başına bunun geldiğini üzülerek görüyorum. Sıradan insan için sadece Hayvanat Bahçesi, kokoreç ya da dondurma anlamına gelen bu alan, gündelik yaşamın yaşamsal döngülerine gerektiği kadar sıkı bir şekilde giremiyordu. Uzak bir geçmişin öyküleriyle kısıtlı bir kitlenin anlatıları, buna olanak tanımıyordu. AOÇ’nin bir öyküsü olmalıydı. Bu öykü geçmişe ait olmak zorunda değildi. Geleceğe de ait olabilirdi. Ama bu öykünün bir yerinde sıradan insana başroller verebilmeliydik. Ancak bu şekilde kentin sakinleri AOÇ’yi de bir Taksim, bir ODTÜ gibi görebilirlerdi.
 
Bu öykünün yazılması için hiç çaba harcanmadığını söylediğim sanılmasın. Yine meslek odaları çok çaba harcadılar bunun için. Ama bu çabaların ne kadarı o kısır döngünün dışında taşabildi kuşkuluyum. Örneğin, AOÇ’nin kanlı canlı bir tarihini yazıp sıradan insana anlatabildik mi? İlk arpa, ilk buğday nerede ekilip biçildi? Ne zaman Maltepe’ye getirilip un fabrikasına girdi? Marmara ve Karadeniz havuzlarındaki yüzme yarışmalarını kim kazandı? Ve belki de en önemli soru: bugün AOÇ’yi gündelik yaşam döngümüze dahil etmek için ne yapmalıyız? Yenilikçi öyküler ve yollar nerede saklanıyorlar. Bir AOÇ filmimiz, romanımız var mı? Olanları okuduk mu?
 
Belki beni aşırı naif bulanlar olabilir. Ben şuna inanıyorum. Yargı kararlarıyla kapıldığımız sevinçler sayısız kere kursağımızda kaldı. Gelin bir kez de bir öykü bizi hayal kırıklığına uğratsın. Okuduklarımdan öğrendiğim bir şey var. Yargı kararları unutulur ama öyküler unutulmaz…

3 Mart 2014 Pazartesi

YİRMİBİRİNCİ YÜZYILIN BELEDİYE BAŞKANI İÇİN 7 İLKE



YİRMİBİRİNCİ YÜZYILIN BELEDİYE BAŞKANI İÇİN 7 İLKE[1]

On yıldan fazla bir zaman dilimini geride bıraktığımız yirmi birinci yüzyıl, yaşanan demografik devrimin sonucunda “kentlerin yüzyılı” olarak adlandırılmayı çoktan hak etti. Dünyadaki kentli nüfus kırdaki nüfusu çoktan geçmişken, siyasal, iktisadi, kültürel ve bilimsel tüm gelişmelerinin odağına kentlerin oturduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Ancak, böylesine önem kazanan kentlerin yönetiminde, alışılageldik yöntem ve yapıların, başta da belediye başkanlarının bu gelişmeye ayak uydurabildiklerini söylemek çok zor. Hatta yakın bir gelecekte belediye başkanlıklarının daha ziyade sembolik bir yönetim işlevine dönüşebileceği, kentleri makine ve yazılımsal araçlarla bu araçları yönlendiren bir teknokrat sınıfının yöneteceği tartışmaları dahi yapılmakta. Yine de, yönetim, örgütlenme ve demokrasi deneyimlerinin gelecekte de insani ilişkiler temeline oturacağı, belediye başkanlarının da her zamanki kadar önemli liderler olacağı varsayımından hareket edersek, yirmi birinci yüzyılın belediye başkanlarına ilişkin bir fikir yürütme egzersizine girişebiliriz. Geride bıraktığımız yıllardaki deneyimler bize bu geleceğin kentlerini yönetebilme ihtiyacının temelde, iklim değişikliği, bilim ve teknolojinin sorunları çözme kapasitesi, temsili demokrasinin krizi ve katılımcılık konusundaki hayal kırıklıkları, üretimin değişen doğası, insani ilişkiler ve yaşanabilirlik ihtiyacı gibi kökleri olacağını göstermektedir. Buradan hareketle yirmi birinci yüzyılın lider belediye başkanı, başarılı olma kaygısının ötesinde, gerçekten dünyanın ve insanlığın geleceğini dert ediniyorsa, öncelikle 4 temel alandaki değişkenleri dikkate alması gerekiyor:

Siyasal değişkenler: Küresel güç dengelerinin doğuya kayması, modernizmin yaygın eleştirisi, ulus-devletlerin kabuk değiştirmesi, kimlik siyasetinin ve milliyetçiliğin yükselişi, temsili demokrasilerin krizi ve çoğunluk sultasına dönüşme eğilimi, medya ve sosyal medyanın birer güç haline gelmesi, katılımcı demokrasinin bir alternatif olarak önerilmesi, kamusal alanın kentlerde daralması/sanalda genişlemesi, aktif yurttaşlık kavramının vurgulanması, iklim sorunlarının siyasi sorun haline gelmesi, geleneksel siyasi ayrımların çözülmesi, imaj ve algı yönetiminin siyasi kategorilerin yerini alması, yerel siyasetin yükselişi, kurulu ağlara katılamayanların yalnızlaşması, katılanların doğuştan kazanılan kimlikler etrafında birleşmesi…

Teknolojik değişkenler: Sanayi toplumunun bilgi toplumuna, bilgi toplumunun içerik toplumuna dönüşmesi, teknolojik gelişme ivmesinin beklenenden hızlı artması, enerji ve çevre teknolojilerinin başat alanlar haline gelmesi, genetik biliminin gelişmesiyle birlikte yaşamın kendisinin metalaştırılması, yazılım ve veri tabanı çözümlerinin küreselleşmesi, temel mühendislik ve bilim dallarının birbirine yakınsaması, teknolojinin kullanıcıya ve tasarıma bağımlı hale gelmesi, fikri mülkiyet haklarının anonimleşerek ortadan kalkması ya da katı denetimi…

İktisadi Değişkenler: Dikey örgütlenme biçiminin yerini yatay hatta sipariş üretimine bırakması, hizmet sektörünün yükselişi, küresel ekonominin ağırlığının doğuya kayması, kumanda ve denetimin çok uluslu şirketlere geçmesi, lojistik zincirlerin giderek daha çok karmaşıklaşması, gündelik yaşamın küresel senkronizasyonu, finans piyasalarının hakimiyetinin sonuna gelinmesi, genetik bilimiyle yaşamın temel taşlarının metalaştırılması, krizlerin sürekli hale gelmesi, gıda fiyatlarının artması, yenilikçilik/yaratıcılık/tasarım/pazarlamanın ürünün yerini alması, küresel tüketim alışkanlıkları yereli işgal ederken yerelin küresel pazara çıkmaya çalışması…

Mekansal Değişkenler: Dünya kentleri ağının ulus devlet ağlarının yerini alması, ulusların mekansal dizgelerinin bozulması, kentleri daha da yaygınlaşarak kent-bölgelerin oluşması, ulusal kültürün yerini kozmopolit dünya kenti kültürünün alması, yaratıcı endüstrilerin yükselişi, mega proje ve etkinliklerle kentlerde dönüşümün sürekli hale gelmesi, kültür ve turizm temelli marka değerinin öne çıkması, kentler arası ve kent içi ulaşım ağının gelişmesi, kent merkezi çökerken alışveriş merkezlerinin yükselişi, kentlerde sosyal kutuplaşma, gelir adaletsizliği ve gerilimlerin artması, belediye başkanlarının aşırı güçlenmesi ve birer kent patronuna dönüşmesi, kentlerin birer propaganda makinesine dönüşmesi, ekolojik felaketler…

Böylesi karmaşık gelişme ve süreçleri bir belediye başkanının tek başına göğüsleyemeyeceği açıktır. Ancak, bu süreçlerin tam odağında yer alan kentleri yönetmeye aday belediye başkanlarının, gelecekte bu süreçleri dikkate alan ilkeleri izleyerek yola çıkması beklenir. Bu anlamda tüm dünyada yapılan tartışmalar ışığında 7 temel ilkeyi belirlemek olası görünüyor:

1.      Kent yönetiminde bilimsellik: Pozitivist yaklaşımlardan dolayı hırpalanmış, popülist tercihler sebebiyle geri plana itilmiş bilim, bütünsel yaklaşım ve yeni gelişmelerle karmaşık sorunlara yeni bakış açıları getiriyor. Kentlerin kadim sorunlarının yeniden ele alınmasında bilimin ve bilimsel bilginin çizdiği çerçevenin hep göz önünde bulundurulması, bunun için kentin bilimin kendisini ifade etmesi için bir arayüz olarak konumlandırılması gerekiyor.

2.      Vizyonerlik: Yakın geçmişte vizyonerlik, dünyadaki sansasyonel yaklaşımların taklidi, “en büyük”, “en devasa” ve diğer “en”ler olarak anlaşıldı. Bu tutum, çevresel, sosyal ve iktisadi birçok sorunu beraberinde getiriyor. Seçim dönemlerinin ötesine uzanan yeni ve uzun erimli “gerçek” bir vizyonerliğe ihtiyaç var. Bunun için de belediye başkanının düşünürlerle temas halinde olması yaşamsal.

3.      Gerçekçi ve Tam Katılımcılık: Çoğu kentte kentsel kamusal alanların azalması, aşırı güçlü belediye başkanları, merkezileşen yönetim anlayışı sebebiyle uzlaşma ve işbirliği kültürü yerini çatışma alışkanlıklarına bıraktı. Yaygın bir söylem haline gelen katılım ise göstermelik çabalarla marjinalleştirildi. Oysaki gücünü kentliden almayan bir başkan ve yönetiminin yeni yüzyılı karşılamada ciddi sorunlar yaşayacağı açık. Teknoloji, psikoloji ve sosyoloji alanının desteğiyle yenilikçi ve gerçekleştirilebilir yeni bir katılımcılık yaklaşımının yaşama geçirilmesi olmazsa olmazların başında geliyor.

4.      Yenilikçilik: Yenilikçilik daha çok özel sektör ve üretimde geçerli bir kavram gibi algılandı. Oysa en fazla yeniliğe ihtiyaç duyulan yerler kentler, yenilikçilikle en fazla katma değer üretilebilecek yapılar yerel yönetimler. Bunun için yirmi birinci yüzyılın belediye başkanının belediyesini yenilikçilik temelinde yeniden yapılandırmak ve gerekli kapasiteyi oluşturmakla işe başlaması gerekiyor.

5.      Sosyal Adalet: Yeni iletişim teknolojileri, kentte farklı gelir guruplarının birbirinden ayrışması insani ilişkileri dönüştürdüğü gibi, geleneksel dayanışma ağlarını ve kültürünü de ortadan kaldırmakta. Kentte yaşamanın maliyeti yükselirken, kentliler arasındaki “insanca” yaşama maliyetleri de artmakta. Belediye başkanının kentine özgü sosyal adaleti yeniden tanımlayıp, bu tanımla yerel hizmetleri yeniden şekillendirmesi gerekiyor.

6.      Yönetimde kent-çevre sürekliliği: Artık kentler doğada birer vaha değiller. Önce kırı, ardından da çevreyi sürekli olarak işgal eden ve yayılan, yayılırken kendini besleyen kaynakları sömüren ve hatta yok eden varlıklar. Önümüzdeki süreçte kentleri çevresel ve ekolojik bütünün bir parçası olarak ele almayı başaran lider belediye başkanlarıyla yola devam edemezsek gelecek pek de parlak görünmüyor.

7.      Özgünlük ve Özgüven: Geçmiş dönemin sorunlarının büyük bir kısmının temelinde eski dünyanın çözümlerini ve hatalarını tekrarlamak, aynılaşmak ve gerçek anlamda “yerel” olanı cesaretle var etmek yatıyor. Bunun sonucunda kentler, birbirinin benzeri projelerle, yapılarla doldu, yereli korumak adına yapılanlarla geçmiş yeniden üretilip sahte bir “altın çağ” dekoruna dönüştürüldü. Geleceğin belediye başkanının, gerçek anlamda yerel özgünlükleri yakalayıp bunları özgüvenle uygulaması gerekiyor.

Bu yazıyı okuyanlar güncel tartışmaları düşünerek aşırı idealist bulabilirler. Bizim bunları tartışmamız için daha çok fırın ekmek yememiz gerekir diyebilirler. Bu yazının amacı ideale ulaşmaktan çok, etrafımızdaki belediye başkan adaylarını değerlendirebilecek bir dizi ölçütü tartışmaya açmaktı. Neticede ideal olana bakmadan günümüzü değerlendirmek, şaşı bir gözle perspektif çizmeye benziyor. İdealleri ve ütopyaları kaybettiğimiz gün günümüzün de ayağımızın altından kayacağını unutmamamız gerekiyor.



[1] Optimist Dergisinin Mart 2014 Sayısı için hazırlanmış yazının gözden geçirilmiş halidir.