Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

2 Kasım 2011 Çarşamba

KENTLERİMİZ NASIL DÖNÜŞTÜRÜLECEK: YENİ BİR TALAN DALGASI MI YARATICI YIKIM MI?

Yrd. Doç. Dr. SavaŞ Zafer Şahin, Y. Şehir Plancısı, Atılım Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi

“…eğer bir mimar bir ev yapar ve bu ev sağlam olmadığı
için yıkılır da sahibi ölürse, o mimar ölümü hak eder.”

Hammurabi Kanunlarından, M.Ö. İki binler

Van depremi, son otuz yıldır yürürlükte olan şehircilik ve yapı sistematiğimize olan zemini çürük güven duygumuzu, vurdumduymazlıktan inşa edilmiş fani sığınaklarımızı yerle bir etti. Kentlerimizi planlama ve inşa şeklimizin, afetler karşısındaki toplumsal işbölümümüzün derinlemesine sorgulandığı bugünlerde hükümet, tüm kentlerimizin bir yıkma-yapma ve dönüşüm sürecine tabi tutulacağını, bunun gerekirse siyasi ikbal bahasına gerçekleştirileceğini ilan etti. Birkaç ay içerisinde, depreme dayanıksız binaların yıkımı ve yeniden yapımını örgütleyecek, kaynağını sağlayacak ve yapı sistematiğini yeniden düzenleyecek bir mevzuat değişikliği paketinin Meclise sevk edileceği rivayetler arasında. Modernist söylemin dağarcığından bakılırsa bir tür yeni “yaratıcı yıkımın” eşiğinde olduğumuzu düşünebiliriz.

Türkiye Cumhuriyeti tarihini kentsel rant ile siyasal mobilizasyon süreci arasındaki ilişki üzerinden ele almak bunun ilk olmadığını, başlangıçta yaratıcı yıkım söylemiyle başlayan böylesi süreçlerin çoğunlukla kitlesel talan hareketleri ile sonuçlanabildiğini göstermektedir. Kentsel ranttan kimin pay alacağının belirlediği yeniden bölüşüm stratejisiyle şekillenen siyasi örgütlenmelerin, iktidara gelmek için uyguladıkları popülist politikalar, bir yandan üretim değil kentsel rant odaklı bir iktisadi modeli körüklerken bir yandan da Türk siyasi yaşamının ana hatlarını belirlemiştir. Cumhuriyetin kuruluşunda, çok partili yaşama geçişten hemen sonra, Turgut Özal’lı yıllarda ve 1999 depremi sonrasında bu tür süreçlerin izlerini sürmek mümkün görünmektedir.

Daha cumhuriyetin kuruluş yıllarında Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı eski İzmit Mebusu İsmail Ziya Bey ve Amerikan kökenli “Osmanlı-Amerikan Developman Şirketi” gibi aktörlerin yeni Başkent Ankara’nın imar ve inşası için imtiyaz sahibi bir şirketin kurulmasını, bu şirketin finansmanının da altyapı ihaleleri ve arazi değeri artışlarıyla karşılanmasını önermeleri gibi girişimler kamuoyunun cumhuriyetin kuruluşunda kentlerin yaratıcı yıkımından elde edilecek değer artışları konusundan haberdar olduğunu göstermektedir. Nitekim Ankara’nın başkent ilan edilişinden çok partili yaşamın başlamasına kadar geçen sürede, Ankara Kentinde önce planlı olarak başlayıp daha sonra giderek parçacılaşan yaklaşımlarla bu değer artışının başta cumhuriyetçi kadrolar olmak üzere belirli kesimlerin sermaye birikimi oluşturması için kullanıldığı görülmektedir. Ankara deneyimi kısa sürede tüm Anadolu kentlerine yayılmış, ulus-yaratmanın azmi yaratıcı yıkımın küllerinden doğan kentsel ranta dayalı bir sürece dönüşmüştür.

Çok partili yaşama geçişle birlikte kentlerde yürütülen yaratıcı yıkımın doğal dinamikleri değil araçları değişmiştir. Anadolu’da cumhuriyetin oluşturduğu altyapı üzerinde filizlenen tarım ve ticaret sermayesi ile bu unsurların siyasal karşılığı olan Demokrat Parti iktidarı kentlerde otoriter müdahalelere dayalı bir yaratıcı yıkım sürecini gündeme getirmiştir. Bu süreç Başbakan Adnan Menderes’in karizmasının bir uzantısı olarak gerçekleştirilen 1956 İstanbul imar operasyonlarında görünür hale gelirken, işlek caddelerin kenarında ve kent merkezlerinde hâkim yapı tarzı olan çok katlı apartmanların yapımı ile simgeleşmiştir. Demokrat Parti ile başlayan ve 1980’lere kadar devam eden bu süreçte Türkiye kentleri apartmanlardan oluşan yoğun bir kentsel dokuyla ve gecekondu mahalleleriyle çevrelenmiştir. 1950’ler ve 1980’ler arasındaki bu dönemde siyasal mobilizasyon stratejilerinin temelinde kollamacı ve himayeci ilişkilerin yer alması sürecin siyasal örgütlenme boyutunu inşa etmiştir.

24 Ocak kararlarıyla başlayan ve Turgut Özal’ın neo-liberal politikalarıyla devam eden, Adapazarı Depremi ile noktalandığını varsayabileceğimiz süreç ise kırdan kente göçün simgesel yapı formu “gecekondu” üzerinden yürütülen bir yeniden bölüşüm mekanizmasını harekete geçirmiştir. İmar planlama ve yapı denetiminin tüm unsurlarıyla imar aflarına ilişkin yetkilerin belediyelere devredildiği bu dönemde cumhuriyet tarihinin en kapsamlı yaratıcı yıkım süreci yap-satçılar eliyle gerçekleşmiş, ıslah imar planları adı verilen çağdaş şehircilikten uzak, düşük kentsel mekân standartlarına sahip yaklaşımla gecekondu mahalleleri apartmanlara dönüşmüştür. Türk siyasi yaşamında genellikle göz ardı edilen bu dönüşümün aktörlerinin sosyolojik dönüşümü ve muhafazakârlaşarak siyasal yapıya eklemlenme biçimleri hala tam olarak aydınlatılamamışsa da bugünün iktidar yapısının bu süreçle şekillendiği inkâr edilemez bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır.

Adapazarı depreminin bir anlamda 1999 tarihine kadar kentsel rant – siyaset – yapılaşma düzenini derinden sorgulamaya açması ise sistemin kendini yenilemesi yerine iktidarın el değiştirmesini getirmiştir. Geçen on yılı aşkın sürede yapı denetiminde ve inşaat süreçlerinde kısmi iyileştirmeler sağlanmışsa da afet ve kriz yönetiminde, kent planlamasında bütünsel ve sistematik bir yapı değişikliğine gidilememiştir. Kentlerde biriken rantın gecekondu mahallelerinin ve kent çeperindeki boş arazilerin küresel sermaye ile ilişkili orta ve büyük ölçekli sermaye gurupları tarafından yürütülen dönüşüm projeleri aracılığıyla yeniden bölüştürüldüğü bu dönemde geçmiş dönemlerin talanının tortularını taşıyan yapı stokuna yapısal ve bütünsel müdahalelerde bulunulmamıştır. Önümüzdeki dönemde de bu durumun düzeltilebilmesi için otoriter çıkışlardan çok yaratıcı estetikle katılımcı süreçleri bir araya getirerek kentleri birer kentsel rant mekanizması olarak değil yaşama mekânı olarak dönüştürecek yenilikçi yaklaşımlara ihtiyacımız var. Aksi takdirde gerçek dönüşümü ihmal eden yeni bir talan dalgasıyla karşı karşıya kalabiliriz.