Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

7 Ağustos 2015 Cuma

CHUCKY'NİN DUMANSIZ FABRİKASI VE YEŞİL YOL




Birlikte oynayabileceğimiz yeni bir oyun biliyorum. Adı “Ruhunu sakla”. Güven bana seveceksin…

Çocuk Oyunu 3 Filminden alıntı.


Seksenlerin masumiyetinin çocukluk yıllarımızda yerli malı haftasında kafamıza taktığımız kağıttan taçlara kondurulan acemi meyve resimleriyle hayat bulduğu günlerde, kalkınma konusuna ilişkin her mesele günümüzün karmaşıklığından uzak birer özdeyişin konusuydu. Yerli malı meyve-sebze, fındık-fıstıktı, Ankara’nın balı ve armudu, Amasyanın elması, Diyarbakırın karpuzuydu. Daha ortada tarım ürünlerindeki ilaç kalıntısı, GDO’lu tohum tartışmaları yoktu. Sanayi ve enerji gibi konular nihai olarak bilim adamlarının özverileri ile aya adım atan astronota kadar giden bir maceranın köşe taşlarıydılar. Mutlu mesut yaşayıp gidiyorduk o günlerde. Ya biz saftık, ya dünyanın böyle olabileceğine aklımız ermiyordu.

Oysa aynı yıllarda Yeşilçam sineması Cüneyt Arkın’ın Battal Gazi dizisini yazlık açık hava sinemalarında Bruce Lee’nin Ejder filmlerine alternatifi olarak gösterime sokarken, Holywood bu tür bir masumiyetin kendi içinde farklı bir kötülüğü barındırabileceğini gösteren örnekleri ekranlara taşımaya başlamıştı bile. En bilinen örneği “Çocuk Oyunu” adlı film serisindeki içine kötü ruh giren oyuncak karakter Chucky’ydi. Kocaman mavi gözleri, kızıl saçları ve çilli suratıyla muzip bir kötücüllüğü yüzünde barındıran bu karakter filmin başından itibaren yakın plan çekimlerle içimize saldığı beklenmedik kasveti bir noktada harekete geçirir, gözlüklü , yaşlı ve şişmanlardan başlayarak filmin yan karakterlerini doğramaya başlardı. Bizler tabi nihayeti bilen izleyiciler olarak bunu bir noktadan sonra yadırgamazdık ama filmde esas ilginç olan Chucky’nin milleti doğraması değil, doğrananların buna şaşırıp kalması olurdu. Çünkü Çhucky gibi bir sevimlilik klişesinin insanlara böyle bir şey yapması mümkün olamazdı.

Bugünlerde yaşanan yeşil yol tartışmaları bana nedense Chucky karakterini ve seksenlerde yaşadığımız ruh halini hatırlattı. O günlerin çok bilinen sloganlarından birisiydi “turizm bacasız fabrikadır”. Çünkü baca kötüydü, fabrikalarda baca vardı ve bacalar da kötü kokulu dumanlar çıkarırdı. Turistler çok nezih insanlardı ve –nadiren olabilir ama- kötü koku çıkarmak gibi huyları pek yoktu. Turistler bizleri tanımak, ülkemizi görmek için yanıp tutuşan çipil gözlü sarışın iyi niyetli insanlardı ve bize hayran olmaktan başka hiçbir beklentileri yoktu. Çünkü biz çok konuksever ve sıcaktık. Başka ne gerekirdi ki? Bu tür kalkınmacı ideolojik yansımaların nereden ve nasıl çıktığını bilmiyorum ama bu tür sloganları hiç sorgulamadığımız açık. Sorgulasaydık bacasız fabrikadan antik kentlerin göbeğine yapılan “herşey dahil kapalı tesis” sistemine, kıyıları kaplayan yazlık konut dalgalarından çiflik balığı servis edilen fahiş balık lokantalarına ve daha bilumum turistik attraksiyonlara nasıl veya neden geldiğimizi de bir nebze anlardık.

Turizm tesislerinin bacası yoktu belki ama, o tesislere ulaşılması için yapılan yollara asfalt üreten, tesislerde kullanılan betonu yapan, tüketilen her tür yiyecek ve içeceği, dekorasyonda kullanılan herşeyi ve daha binlercesini üreten fabrikaların baca emisyonlarına ilişkin tartışmaları hala çözebilmiş değiliz. Dahası, bu bacasız fabrikalara ilişkin plan projeleri tartışırken henüz harekete geçmemiş Chucky misali, tartışmaların hep bir masumiyet yanılsaması üzerinden yürüdüğünü anlayamadık tam olarak. Memlekette “turizm master planı”, “turizm koridoru planı”, “turizm gelişme bölgesi” gibi muğlak isimler altında sayısız çalışma ve tartışma yürütüldü. Ama bunların neredeyse hiç birinde, ortaya çıkacak sonucun tam olarak ne olacağı kestirilemedi. Çünkü sonuç ne de olsa bir şeyi ya da bir yeri “turizme kazandırma” gibi ne olduğunu tam olarak anlayamadığımız bir şeye hizmet edecekti. Ne de olsa sanayi gibi kirli ve pis değil, turizm gibi “nezih” bir şey konuşuluyordu.

Chucky elinde ekmek bıçağıyla onları doğrarken şaşkın bir yüz ifadesiyle bakakalan kurbanlar gibi şimdi Karadenizin yaylalarını peynir gibi yaran, istinat duvarları ve yarmalarla kuşatan bir inşaat hamlesini izliyoruz. HES’lerle çölleştirilmiş Karadeniz yaylalarının kalan kısımları yollara takılıp gelecek yeni bir bacasız fabrika dalgası ile sarılmayı bekliyor halbuki. Baharın ilk yağmurlarıyla aşınıp akacak asfalt yollar yeni kamu ihalelerini, bu ihaleleri alanların kendileri yahut yakınlarının o yollardan geçerek ulaştıkları ikinci konut, yayla turizmi tesisi ve “ekolojiyle” yıkanmış köy kahvaltılarını, daha çok betonu ve kırdan kopuşu getirecek. Nüfusun kırda kalan yaş ortalaması kırkın üstündeki son tabakası, hafızalarında ve ellerinde kalan kır kültürünün son taneleri ile çekip gidecekler oralardan. Biz geriye kalanları internet sitelerinden yıldızlamak ve yorumları okumakla yetineceğiz. Sonra birbirimize dönüp soracağız “deniz-güneş-kum sıktı artık, bu sene Karadenize mi kaçsak”?

Çocuk Oyunu filmi tek bir film değildi. Yedi tane devam filmi çekildi. Düşük bütçeli ve acınası efektlere sahipti ama uzun süre insanları korkuttu. Sonra bilgisayar oyunları çocuklar için bebeklerden daha önemli olmaya başlayınca seri bitti. Belki gün gelecek biz de turizm ya da kültür denince her zaman çok masum bir şeylerden bahsedilmediğini anlayıp, “peki sonra ne olacak” diye sormayı akıl edeceğiz. Beş yıldızlı otellerin birinde filanca turizm ve kalkınma planı yapılırken, bir yerlerin “turizme kazandırılmasının” o yerlerin öyküsünü yazmadan, okumadan yapılmaması gerektiğini anlayacağız. İnşallah o zamana hala gözümüzü açan Havva Analar kalır bir yerlerde…