Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

26 Nisan 2015 Pazar

“KORUMA NEDİR” DİYENE GÖNÜL VERESİM GELİR!



Gönül nedir bilene Gönül veresim gelir
Gönülden bilmeyene hissiz diyesim gelir

Aşk nedir, sevda nedir bunu bilmek gerekdir
Gönülden bilmeyene hissiz diyesim gelir

Gönül Hocam,

Bizden ayrılışının üzerinden tek tek sayınca çok gelen, bir çırpıda geri dönüp bakınca az görünen tam on yıl geçmiş. Dile kolay demeyeceğim, zihni zorlayan şeyler gördük senden sonra. Senin zamanında hayal bile edilemeyecek durumlar şirazesiz ellerde yakalara iliştirilen beylik rozetler haline geldi. Artık herkes “korumacı”, hatta korumacı olmadığını söyleyenleri dövüyorlar. Korumanın “daniskası”, “hastası” adamlarla, kadınlarla doldu ortalık. Ahali de memnun görünüyor bu durumdan. Koruma denince Ramazan akşamları dekoru, osmanlı zamanından kalma bir şekerleme ya da televizyon dizilerinin setlerinde ünlü delikanlı ya da kızlarla göz göze gelebilme olanağı falan anlaşılıyor. İnanmazsın sadece bizim ahali değil, Balkanlardakiler, Araplar hatta Kafkaslar sakinleri bile kısmen bu durumda. “E ne güzel dediğini” duyar gibiyim. “Par ekselans” diye de tamamlarsın. Ama Allahtan buraları görme şansın yok. Ya da en azından görsen de bize kızdığını biz göremiyoruz.

Seninle ilgili hafızamdaki son anlardan birisi, benim Kültür ve Turizm Bakanlığında memur olarak çalıştığım günlere uzanıyor. Ankara Koruma Kurulu Müdürü – o da zamana yenildi, rahmetli sıfatını takınanlar arasına katıldı – Ahmet Bal’ı ortalıkta koşuştuturup “Gönül Hanımı alacak araç bulabildik mi” derken hatırlıyorum. Sen o günlerde Ankara Koruma Kurulu Başkanlığını yapıyordun. Sonra eski model bir resmi araç seni alıp gelirdi. Araçtan inip yürümekte zorlandığını, ayaklarındaki tokyo terlikleri sürüyerek o zamanlar Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğünün Koruma Kurulu Toplantı Salonu olarak kullanılan binasına doğru usul usul yürüdüğünü izliyorum. Bu halinle bile Koruma Kurulunun son gerçek başkanı sıfatını hak eden kişi olduğunu bugünlerde üzülerek izliyorum. Zihninden süzülen tarih ve kültürle nice belediye başkanını, bürokratı hizaya getirmişliğin olduğunu ben değil o Kurul Salonunun duvarları daha iyi hatırlıyor sanırım. Senden sonra Kurul denilen organın sonundaki “l” harfi düşürüldü bir el tarafından. Kuru bir yapı, hık deyicinin hah deyicisi olanların çoğunlukta olduğu yerler haline geldiler. İçlerinde bir şeylere direnmeye çalışanlar da olmadı değil. Ama zamanla onları da ayıkladılar bir güzel. Koruma kurulları artık kimsenin çekinmediği noterlik müesseseleri haline getirildi. Korkacak bir şeyi kalmadı kimsenin şükür.

Belki senin ismini bir yerlerde tutabilseydik şifa niyetine bu gidişi biraz olsun yavaşlatabilirdik diye düşünmeden edemiyorum. Denedik de. Yıl 2006. Ben TMMOB Şehir Plancıları Odası Ankara Şubesi Yönetim Kurulu Başkanıyım. Sen aramızdan ayrılalı sadece bir yıl olmuş. Aklımdan şu geçiyor. En azından senin yıllardır kurul başkanlığı yaptığın küçük salona senin adın verilmeli. Bir zamanlar 2. T.B.M.M. binası olan yapının ahırlarının olduğu rivayet edilen, sonrasında yenilenerek Kültür Bakanlığına tahsis edilen yapıdaki bu küçük salon belki koruma adına mütevazı bir çapa işlevi görebilir diye düşünüyorum, en azından Ankara için. Önce tafsilatlı bir yazı yazıyor, binanın tasarrufunu elinde tutan Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğüne gönderiyoruz. “Bu salona Gönül Tankut’un adı verilmeli” diyoruz özetle. Ama çeşitli kanallardan zorlamamıza rağmen yanıt yok. Yaklaşık altı ay sonra bu kez ben zamanın genel müdüründen – ki sonra başarıları sebebiyle vali yapıldı kendisi! - randevu alarak şahsen yanına gidiyorum. Hoş, beşten, seni andıktan, senin yaptıklarından bahsettikten sonra yazının akıbetini soruyorum. Önce kaçamak yanıtlarla geçiştirmeye çalışıyor. Israr edince, “fazla kurcalamayın ama bu Gönül Hanım’ın adının bir yere verilmesine Müsteşar pek sıcak bakmıyor” deyiveriyor. Müsteşar daha sonra Abdullah Gül’ün Genel Sekreterliğini de yapan Mustafa İsen. O an anlayamamıştım ama şimdilerde görüyorum ki, reddedilen aslında senin adın değildi, korumanın kendisiydi. Aynı müsteşarın görevi sırasında “Sulukule Yasası” gibi birçok koruma karşıtı yasal düzenleme yapıldı, değişen bir zihniyet dünyasıydı, bunun izleri gözümüzün önünden geçiyordu.

Sonrasında seni hastane odasında görüyorum. Raci Bademli Hoca ile yan yana odalarda yatıyorsunuz. O çıkamıyor, sen biraz daha uzatmaları oynuyorsun. Onu ziyaret ettikten sonra sana da uğruyoruz. Konuşurken laf dönüyor nasıl oluyor bilmiyorum ikinci dönemini yaşayan Melih Gökçek’e geliyor. “Bu adamda garip bir enerji var. Biz fazla alıştık herkesin bizi dinlemesine. Bu adam dinlemez. Ama dinletmemiz lazım. Dinlemezse bu enerjisi Ankara için yıkıcı olur. Bu adamın enerjisini nasıl yönlendiririz bunun üzerine düşünmemiz lazım” diyorsun. Aslında siyasetçi ile entelektüel arasındaki o garip çelişkiyi özlü biçimde anlatıyorsun. Gerçekten de senden sonra bu yıkıcı enerji Ankara’nın üzerinden bir silindir gibi geçti. Çok mücadele etmeye çalıştık ama nafile. O enerji çığırından çıktı. Nefsani bir iştahın en süfli haliyle kente saldırdı. En sonunda sıra Atatürk Orman Çiftliğine, Hacı Bayrama, Ulusa, Kaleye de geldi. Hacı Bayramı şimdi görsen tanımazsın. Yamaçlar boşaltılıp, betonla yeniden dikilen labirentimsi yapılarla dolduruluyor. Geçen Hacı Bayrama gittik, girişini bulamadık. Hergelen Meydanı artık yok, İller Bankası binası yıkımı bekliyor. Koruma eylemine konu olabilecek tarihin sessiz tanıkları arsız ve pervasızca susturuluyorlar. Senin olmadığın koruma kurullarında Gökçek tasallutu ile atanmış yamyassı üyeler de, korumanın karşıtı ne varsa damaklarını bile kuşku ile ıslatmadan onaylıyorlar.

“Koruma zor ve pahalı bir iştir” demiştin bir zamanlar. Artık ne zor ne pahalı. Restoratörsüz, rölevesiz, restitüsyonsuz koruma yapmayı icat ettik, eh paramız da var çok şükür, koruyup duruyoruz. İçi boşaltılmış ahşap kabukları betonla sıvayıp davlumbaz gölgesine buluyor, içine de klasik bir iki mobilya atıp köşeye bir gramafon kondurunca çocuk gibi şenleniyoruz. Ne güzel şu koruma diye haykırasımız geliyor. Artık çeşit çeşit restoranımız, kafemiz var koruduğumuz yerlerde, çorba da içiyoruz capuccino da. Arabamızı park edecek valelerimiz de cabası. Zaten “otantik” mekanlarda, “atmosfer” harikaysa, twit atmak, facebooka fotoğraf koymak hele hele çubukla özçekim yapmak da pek bir keyifli oluyor. Bu son dediklerimi anlamayabilirsin çok takılma. Biz de pek anlamıyoruz. Ama UNESCO’ya girelim, turistler akın akın gelsin, kentimiz uçsun kaçsın, kalkınma trenini öküz gibi seyretmekle kalmayalım, birinci mevkide oturalım diye aklımız çıkıyor. Koruma yerine kendimizi ve kentimizi kollama yollarında ilerleyelim daha iyi diye düşünüyoruz. Zaten “koruma kullanma dengesi” diye dâhiyane veciz ifadelerimiz de var şuraya buraya serpilmiş. Hem artık Türkiye’nin dört bir yanında planlama bölümlerimiz var. Ha pek hocaları yok, hatta korumadan anlayan hoca hak getire ama olsun koruma anlatmak için koruma bilmek de pek gerekmez değil mi hocam?


Belki sen gördün bu geleceğimiz yerleri, belki hissettin durmamız gereken yerleri. Bilmiyorum. Artık pek çokuz ama yer ayaklarımızın altından pek bir kayıyor. Hatta çoktandır muhafazakarız inanmazsın. Bir muhafaza ediyoruz ki sorma, aslını kaybetmek için elimizden geleni yapıyoruz. Pencere ölçüsünü, sokağın sesini, cumbadaki tozu, çatının aktarma sesinden kalanları görmüyor sadece özlüyoruz. Özlemekle kalmıyor arıyoruz. Dekordan hallice mekanlarda, sıradan hallere bulanmak için mi bu yolları yürüdük diyoruz. Ve sanırım seni de çok özlüyoruz….