Yaşadığım
kent olan Başkent Ankara’nın, hayatımın önemlice bir kısmını geçirdiğim ve hala
daha yaşamaya devam ettiğim Cebeci Semtinde birkaç gün önce gerçekleşen otobüs
kazası beni derinden sarstı. Ne olduğu hala bilinmeyen bir olay neticesinde 12
insan kontrolden çıkan bir otobüs tarafından ezilmiş, bir o kadarı hatta daha
fazlası yaralanmıştı. O anda mahallede bulunmadığım için önce sosyal medyada
yayılan haberleri talihsiz bir şaka, bir zaytung haberi ya da Sibirya’nın aynı
adlı ücra bir kasabasında meydana geldiği için umursamadığımız bir
durummuşçasına izledim. Sonrasında haberin gerçekliği, kendi yaşam mekânlarım
üzerindeki izdüşümleri üzerinden sarsıcı biçimde vurdu. Bir gün önce kaza
yerindeki bir cep telefonu tamircisine uğramıştım. Oradaki pastanenin önünde
yıllar önce üniversite servisini beklemiştim sabahları, sonraları Ankaray adlı
hafif raylı sisteme bazen oradaki istasyondan binmiştim. Hemen caddenin
karşısındaki askerlik şubesinde az beklememiştim tecil kararlarını. Ulus
dolmuşunu orada yakalamıştım ve daha niceleri… Kişisel tarihimizin resmi
izleriyle, resmi kazaların eksik bilgi ve pervasız yalanları ancak bu kadar
keskin örtüşebilirdi.
Yıllardır
bir şehir plancısı, Başkenti ve mahallesini seven bir Ankaralı, bu kentin bugün
yaşanan sorunlarını dünden haber vermeye çalışmış birisi ve “biz demiştik”lerin
utangaç müşterisi bir talihsiz olarak kazanın haberlerini izlemeye başladım.
Mahalleliyle, taksi durağındaki abilerle, esnafla konuştum. Kazanın etkileri
yoğun gündem arasında hafiflemeye ve adli bir vakanın klasörlerine tıkılmaya
başlarken, “şoför mü, otobüs mü, ikisi birden mi” sarkacına takılmış kalmış bir
algının yaygınlaştığını görüyorum. Daha önceki vakalarda da olduğu gibi. Zaten
başka türlü olabilir miydi ki? Ya şoför çıldırmıştı, ya otobüsün beyni
karışmıştı! Her gün yüzlerce otobüsün sefere çıktığı bir başkentte, ulaşım ve
toplu taşım sistemlerinin planlama, tasarım ve işletmesi, kent planlama süreci,
kent yönetimi ve yurttaşların yaşadıkları kentin yönetimi hakkında söz sahibi
olması gibi çağdaş yaklaşımları dillendiren ve talep edenleri ötekileştiren,
komploculuk ve çekememezlikle suçlayan, eski Roma’dan beri devam eden “ekmek ve
sirk” politikasını sürdüren kent yöneticilerinin hiçbir sorumluluğu olamazdı,
olmamalıydı. Ekmek ve sirk politikasının, eski Roma’dan beri kitleleri
yaşanabilecek düzeyde yiyecek dağıtımı ile hayatta tutarak minnet ticareti
yapan, arena ve sirklerdeki gladyatör dövüşleriyle de erdemsiz eğlence
biçimleriyle uyuşturan, ancak kendilerine biat edince kurulu çıkar ağlarına
kavuşma hakkı veren bir gurup seçkinle yöneten kent ve devlet yöneticilerinin
temel stratejisi olduğunu da hatırlayalım.
Bizim
cenahta ise yıllardır söylenenleri hatırlatmaya çalışan bir çaba görünüyor.
Ulaşım planlaması, toplu taşım işletmeciliği, toplu taşımda çalışanların durumu
gibi konular üzerinde duruluyor. Tüm bunlar konuşulurken arada sırada
yarışmalar, akademik çalışmalar yoluyla üzerinde kalem oynattığın bir konu olan
kentsel tasarım üzerinden meseleye bakmaya çalışmak belki yeni bir pencere
açabilir diye düşündürdü bana. Bu düşüncemin oluşmasında da kaza yerinde birkaç
gün sonra yaşanan etkili olduğunu söyleyebilirim. Birkaç gün boyunca olay
yerini izledim. Kaza mahalli yaklaşık 100 metrelik bir alanı kapsamasına rağmen
alanın başındaki bir çukura duyarlı kentliler ve mahalleliler kırmızı
karanfiller bıraktılar. Hemen sonrasında da çalışkan büyükşehir belediyemiz
alelacele kaza yerine camdan bir otobüs durağı konduruverdi. Dün baktığımda
durağın ayaklarına dökülen beton harcı bile hala ıslaktı. Oysa kaza öncesinde
insanlar bu yerde otobüs beklemelerine rağmen bir otobüs durağı bulunmuyordu.
Yaklaşık Elli metrelik bir alan Abidinpaşa, Mamak, Saimekadın ve Tuzluçayır
istikametinden gelen otobüsleri bekleyen kalabalığın mekânıydı sadece.
Buradan
yola çıkarak aslında esaslı sorun alanının kentin bu kadar yoğun bir bölgesinde
kentin yaşam ve yaya mekânlarını güvenli, konforlu, işlevsel ve estetik bir
biçimde tasarlama eyleminin yerine getirilmesini sağlayarak, bir nevi kenti
gergef gibi işleme sorumluluğunu taşımayanlarda olduğunu söylersek yanlış bir
yere işaret etmiş olmayız. Bu dediğimin mimarlık ve kent planlamasında açık
seçik adı “kentsel tasarım”. Aslında kentte bulunan kamusal iradenin, kentin
her ölçeğinden daha ziyade yaya ölçeğindeki gündelik yaşam mekânlarını
tanımlama ve tasarlama sorumluluğuna işaret eden bu uğraş alanı ne yazık ki
Türkiye’de son yıllarda bazı tasarım yarışmalarının ismi olmaktan öteye
gidemiyor. Yerel yönetimler ve belediye başkanları, kentlinin yaşadığı mekânları
“ihale ile elde edilmiş yapı elemanlarının üzerine gelişigüzel serpileceği ve
yerleştirileceği satıhlar” olarak algılıyorlar. Yaya olduğumuz anlarda var
olduğumuz mekânlar bu sebeple hoyrat, acımasız, geçit vermez ve duyarsız. Bir
durağın, ağacın, elektrik direğinin ya da reklam panosunun diğerleriyle
ilişkisi ve kentliye etkisi bir bütün içerisinde anlam taşımaktan uzak. Bunu
seslendirenlere de ekranlardan, sosyal medyadan ve halkla ilişkiler alanının tüm
araçları üzerinden sağ elin işaret parmağı sallanarak ayar veriliyor, “ihaleyle
yapılacak her hizmeti yaptık daha ne istiyorsunuz” deniyor, asarım keserimle
susturulmaya çalışılıyor.
Bu
durumu yine en iyi kaza mahallindeki durumdan anlıyoruz. Yaklaşık elli metrelik
bir otobüs bekleme alanında ekteki uydu fotoğrafından da göreceğiniz gibi önce
kaldırımı tamamen kaplayan ve sadece arkasındaki bir metrelik merdivenle yol
tarafındaki yirmi santimlik bordürden geçit alınabilen bir Ankaray İstasyon
girişi bulunuyor. İstasyon sonrasında gömüde kalan dükkânlara iniş için
yapılmış merdivenlerin daralttığı bir kaldırım sonrasında reklam panoları ve en
nihayetinde aşağıdaki diğer istasyon girişi ile sınırlanıyor. Bırakalım
engellileri ve dezavantajlıları, normal günlerin pik saatlerinde göz gözü
görmeyen bir kalabalığın beklediği bu alan ne güvenli, ne konforlu, ne işlevsel
ne de estetik bir yan taşıyor. Mekânın oluşumundaki bu olumsuzlukla, orada
bekleyenlerin kalabalıkta üzerlerine gelen bir aracı fark etmelerini tamamen
engelleyecek nitelikte. Tabi, yine bu alanda bekleyen dolmuş, otomobil ve
otobüslerin yarattıkları etkiyi de düşündüğümüzde ortada aslında kent ormanının
kurallarının işlediği bir mekândan başka bir şey yok. Bu arada adında estetik
olan “Kent Estetiği Daire Başkanlıklarının” bu tür konularla uzaktan yakından
bir ilgisinin bulunmaması, köprü parmaklıklarını basınçlı suyla yıkama gibi çok
önemli işlerle uğraşması da hakikaten dikkate değer bir olgu olarak karşımızda
duruyor.
Tüm
bunlardan yola çıkarak, acaba kentsel tasarımın bu tür kazaları engellemek ya
da en azından zararlarını azaltmak için bir araç olarak kullanmak mümkün
olabilir mi diye sesli düşünecek olursak, karşımıza çıkan en önemli engelin
kentsel tasarımın kentsel kamusal alanlarda bir ihtiyaç ve gereklilik olduğuna
ilişkin anlayışın bulunmaması olduğunu söyleyebiliriz. Bunun yerine, “istediğiniz
yere bank, durak, ağaç, direk koyuyoruz ya daha ne istiyorsunuz Allah’ınızdan
belanızı mı” diye yüzümüze tükürükler saçarak çemkiren bir kent yöneticileri
güruhu ile karşı karşıyayız. Bu güruh karşısında kentlerin her noktası mücevher
gibi işlenmesi ve tasarlanması gerekli birer kömür parçası olduğunu haykırmamız
gerekiyor. Bu sadece kentlerde güvenli bir yaşam sürdürebilmemizin değil,
yaşadığımız mekânı algılayabilmemizin, bir aidiyet ve sahiplenme hissi
geliştirebilmemizin ve nihai olarak da yaşadığımız kentte mutlu olabilmemizin
kapısını açacak bir unsur olarak ele alınabilir. Bizleri otomobillere,
otobüslere ve vahşi kent mekânlarına taksim edenlerin karşısında tasarımı
savunmaz, savunmanın önemini anlatmaya başlamazsak, kömürü elmasa dönüştürecek
basıncı oluşturamazsak, korkarım asarım keserimle oluşan mekân kömürünün karası
ve yarattığı acılar yüzümüze daha çok defalar çalınmaya devam edecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder