Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

20 Ocak 2015 Salı

KIRLANGIÇ FIRTINASI (Erdem Uğur’a İthafen)




Ana haber bültenlerinde verilen bir Aselsan’lı mühendis intiharı daha… Ama bu kez tanıdık bir şeyler var. Fonda polis telsizinin dekreşendosu eşliğinde olay mahalline çekilen plastik şeridin çerçevesinden görünen apartman pek tanıdık. 70’lerden kalma sıvası dökük, Ankara’nın Cebeci Semtinden bir bina. Dikkatli bakınca anlıyorum. Bu apartman benim oturduğum binanın karşısındaki yapı. Aselsan’daki intiharların gizemli arka planı, kriptoloji, şifre savaşları ve diğer komplo teorilerinin tümünün dışında bir acı oturdu ciğerime o günden beri ve gitmiyor. Ben bir ODTÜ’lü, hala mahalle kültürü devam ettiği için Cebeci’de oturduğunu iddia eden ben, karşı binada oturan, bir şekilde intiharın eşiğine gelen bir okuldaşıma, tanışsaydık muhtemelen çok şey paylaşma ihtimalim olan bir can’a yabancı kaldım. Tanışsaydım, içi çift laf etseydik, kırık bir selamı paylaşsaydık, bir çay içmeye evime davet etseydim, onu görünce çocuklarım utanarak arka odalara saklansalardı sonu daha farklı mı olurdu bilmiyorum. Ama o acı hala ciğerimde.

Önce konduramadım. Alt katta oturan annem söyleyince resim netleşti. Erdem Uğur tam karşı apartmanda intihar etmişti. Babam tanıyormuş. Taşınırlarken tanışmış. Eryaman’da ev almış, kredisini kolay ödeyebilmek için Cebeci’deki eski bir binanın zemin katında ucuz bir kiralık evde oturuyormuş. Başka bir bilgi yok. Annem de babam da hala olayın şokunu yaşıyorlar. Arka sokakta olsa kolayca unutulacak mesele aynı sokakta olunca hafızaya kazınıyor sanırım. Bir de ben de aynı okuldan olunca ister istemez “bizim oğlan da ODTÜ’lü, yoksa, acaba” ister istemez akıllarının bir ucundan geçiyor sanırım.

Zor zamanlardan geçiyoruz. Güzel ismindeki anlam sevgili Erdeme pek uğur getirmedi. Erdemlerin uğur getirmediği zamanlardan geçiyoruz malum. Değerleri, ilkeleri ve erdemleri eğip bükebilmek, iki ucunu bir araya getirip kısır bir döngü yaratmak bugünlerde iltifata tabi. Peki beni karşı apartmandaki okuldaşımdan habersiz, Erdem’i bu kadar sahipsiz ve tutunamayan hale getiren neydi? Bu yakıcı sorular zihnimi kurcalıyor o gün bu gündür. Yanıtı bulabileceğimi zannetmiyorum. Ama, yine de Erdem’in hatrına bu konuda iki satır karalamam gerektiğini biliyorum.

Erdem’i ve kendimi düşünürken 80’lerden bir film hatrıma geldi. Adı “Kırlangıç Fırtınasıydı”. Halil Ergün’ün senaryosunu yazdığı, Perihan Savaş’la birlikte rol aldığı filmde, kendini kasabadan kurtarmak için büyükşehire gelen bir ayakkabıcının eşiyle birlikte içindeki kasabadan kurtulamayışının öyküsü anlatılıyordu. Baharın ilk fırtınalarında göç eden kırlangıçların telef oluşundan adını alan film, insanların da büyük şehirde nasıl yok olduklarını, sahipsiz ve yalnız kaldıklarını çarpıcı bir dille anlatıyordu. Belki artık kasabalar çoktan arkada kaldı, aramızda ayakkabıcı da fazla yok, ayakkabılar Çin’den geliyor belki ama kırlangıç fırtınaları hala devam ediyor diye düşündüm sonra. Öyle olmasa, her sabah kaldırımlarda izi belirsiz bir fırtınanın önüne kattığı sahipsiz ruhlardan bir kalabalığı yararak yürümek zorunda kalmayız.

Sanıyorum sonunda başardık. Artık mahalle diye bir şey yok. Hepimiz kentlerin bir yanına çil yavrusu gibi dağılmakla meşgulüz. Vardığımız duraklarda günlerimiz büyüklerimizin mavralarını, mavraların mavralarını, onlara yapılan kapakları ve bir sonraki mavrayı takip etmekle geçiyor. Hep otoriter olagelmiş bir ülkenin giderek daha fazla otoriterleşen, sokaklarında “öteki”ye çarpmadan yürüyemeyecek hale getirilmiş bir ülkede Oğuz Atay’ın erken uyarısındaki “tutunamama” genel geçer davranış biçimimiz haline geldi. Yaptığımız hiçbir şey, hiçbir uğraşımız birbirimizin gözünde anlamlı değil. İyi bir cerrah, plancı ya da öğretmen olmanın bir anlamı yok. Tüm uğraşlar ancak ulaşması beklenen nihai bir hedef olan siyaset yoluna saplanmadıkça, yaşamda yürüyeceğimiz tarafın kaldırımını seçmedikçe boşa gidecek telaştan ibaret. Devir kabile devri çünkü. Ya siyasi ya da dini bir kabilenin, bir cemaatin lobotomiye uğramış ferdi olacaksın ya da kaybolacaksın.

Peki ya bunu reddedenler ne olacak? Sadece kendi uğraşıyla bu yaşamı geçirmek isteyenler? Mesleğinin insanı, çocuğunun babası, annesinin evladı, mahallenin delikanlısı, evinin kızı olmayı tercih edenler? Onlar ne olacak bu yolda? Zamanında yanıtı verilmişti “tarafsız olan bertaraf olunur” denilerek. Nasıl bertaraf olunacak? Unutularak, kaybedilerek, tanınmayarak, kentlerin dikey labirentlerinin gayya kuyularına yerçekimsiz terk edilerek. Kendini bir yere koyamayanlardan oluşan bu kalabalık için en temiz reçete birini doğrudan unutturmak için çaba harcamakla olmayacak, onu tanıma ihtimali olanlara, onu tanıma ihtimalini unutturmakla ve kaybettirmekle olacak. Belki de Gezideki asıl isyan bunaydı kim bilir?

Çünkü bizler artık giderek birbirimizle hiç karşılaşmadığımız kentlerin olmayan kamusallıklarını arayan, neyi aradığının farkına dahi varmayan yeni bir tür “tutunamayanlar” halini çoktan aldık. Farklı cemaatlerin kuşattığı mahalle camisinde cumaya duvar diplerinden kıyın kıyın giden, kırk yılda bir içeceği bir şişe birayı dostlarıyla ancak evinde yudumlayabilen, parkların, meydanların içinde bir gözetlenme ve açığa çıkarılma duygusu yaşamadan var olamayan, siyasi bir tartışmaya dönüşmeden yaşamdaki hiçbir şeyi deneyimleyemez hale getirilen bizler çoktan unuttuk birbirimizi, kendimizi ve kentimizi.


Bilmiyorum çok şey mi istemiş oluruz eğer “büyüklerimizi” unutmak istesek, esameleri okunmasa. Metroda, belediye otobüsünde yanımıza otursalar ve onları tanımasak. Söyledikleri ancak gazetelerin iç sayfalarında siyasi haber sütunlarında kalsa. Onlar işlerini yine yapsalar ama biz karşı apartmandakileri onlardan daha iyi tanısak. Parklar ve meydanlarda, sokaklarımızda ağacı sadece ağaç, kaldırımı sadece kaldırım diye bilsek, biraz da aylaklık edebilsek. Kim bilir belki o zaman Erdem’lerle karşılaşabilir, onları unutmamanın, onlarla karşılaşmanın ve onları eğip bükmemenin, belki penceremizin kenarında “Erdem” adlı bir çiçek büyütmenin yollarını bulabiliriz…

Hiç yorum yok: