Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

5 Kasım 2014 Çarşamba

ALİ BAKAN VE KIRK MÜTEAHHİTLER


Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, memleketin birinde Ali Bakan adlı bir ekonomi yöneticisi yaşarmış. Kardeşleri üretim ve fabrikalara yönelirken Ali Bakan “Çulsuza, çulsuz yakışır!” deyip, kendisinden önceki ekonomi yöneticisinin fikriyle evlenmiş. Parayla, enflasyonla, Merkez Bankasıyla oynayarak geçinip gidiyormuş.

Gel zaman, git zaman… Derken, hazinedeki mallar eline geçmiş. Ali Bakan onları önüne katar, ormanda maden yapar, HES ve Termik Santral yaparmış. Sonra bir köşeye yığıp denklediği hazine arazilerini eşeklerine yükler, şehre getirip orada özelleştirirmiş. Anlayacağınız hazine parasıyla kıt kanaat geçinip giderlermiş. Yine böyle bir günün sonunda, uzaktan yanına doğru birçok atlının geldiğini görmüş.

– “Dağ başındaki fakirin eşkıyadan başka arayıp soranı mı olur, hiç? Hemen bir tarafa gizlenmeliyim.” deyip, eşeklerini salmış, bir ağacın üstüne çıkıp, saklanmış.

Atlılar, tam da onun gizlendiği ağacın altında durmuşlar. Ali Bakan üşenmemiş, adamları saymış. Kırk kişi oldukların öğrenmiş. Eşkıya bellediği bu adamlar, müteahhitmiş. Ali Bakan korkmuş, üstüne uzandığı ağacın dalına yapıştıkça yapışmış, hiç kıpırdanmamış. Gelenler, atlarının terkisindeki inşaat aletlerini, tünel kalıpları, vinçleri sırtlanmışlar, önder bildikleri başlarının peşinden yürümüşler. Torbaları ağır olduğundan, taşımakta güçlük çekiyorlarmış. Bu hırsızların başı, karşıdaki koca kayanın yanına gidince, hiç beklemeyip, seslenmiş:

– “Açıl rant, açıl!” demiş.

O da ne? Koca kaya paramparça olup yerine devasa bir gökdelen bitmesin mi? Müteahhitler sırtlarındaki torbalarıyla birlikte birer ikişer gökdelenden içeri girmişler. Son müteahhit de içeri girince, gökdelenin kapılarında güvenlikler belirmiş. Ali Bakan’nın eli ayağına dolaşmış, hemen ağaçtan inip kaçmayı, eşeklerinin yanına hırsızların atlarından birkaç tanesini katmayı düşündüyse de, bundan vazgeçmiş. Çünkü atlarını orada bırakanlar, nerdeyse dönüp gelebilirlermiş. Ali Bakan, olduğu yerde kalmış. Az sonra adamlar, gökdelenin önünde görünmüşler. Arkadaki başları olacak herif, bu defa da şöyle demiş:

– “Yaptım olacak!”

Emir kulu olmuş koca gökdelen, hemen yanında bir AVM bitivermiş. Hiç beklememişler, ağacın altında bıraktıkları atlarına binip çekip gitmişler. Ali Bakan, artık orada durur mu? Hemen ağaçtan inmiş. Orada yalnız olduğunu bildiğinden, doğruca karşıdaki koca kayanın yanına gitmiş. Aklında tuttuğu sözlerden ilkini söylemiş.

– “Açıl rant, açıl!”

Aman Allah’ım, koca kayanın birdenbire bir gökdelene dönüşmesin mi? Ali Bakan, oldukça aydınlık ve geniş olan girişi görünce nerdeyse şaşkınlığından küçük dilini yutacakmış. İçeride, yığın yığın emsaller, rantlar, rezidanslar, ofisler, lüks mağazalar ve konutlar sırasına göre dizilmişler. Ali Bakan, sağına soluna bakmış, köşede gördüğü çuvalların üç tanesini rantla doldurup, yıldırım hızıyla dışarı çıkmış. Dolu çuvalları eşeklerine yükleyerek şehrin yolunu tutmuş. Evine gelince indirdiği çuvalları bürokratlarının odasına taşımış.
Bürokratlar, gözlerine inanamamış. Ali Bakan, ne olduğunu kısa kısa sözlerle anlatmış. Bürokratlar sevinmiş, taşınan çuvalları tek tek boşaltmaya başlamışlar. Ama bürokratların aç gözlülük damarı kabarmış, bütün rantları saymak istemişler.

Ali Bakan;

– “Hayır!” demiş. “Bir hazine arazisine gömelim!”

Ne mümkün? Bürokratlar rantların sayısını bilmek istiyormuş.

Ali Bakana:

– “İstersen dışarı çık, çukur kaz. Biz de varıp gidelim, komşudan bir meşrulaştırıcı alalım. Aşağı yukarı ne kadar rantımız var, hiç olmazsa bunu öğreniriz, olmaz mı?” demiş.

Ali Bakan, onları uyarmış:

– “Aman ha! Bu iş, gizli iş. Bizden başka hiç kimse bunu duymamalı. Sonra faizler yükselir, ekonomi kötüye gider.”
Bürokratlar:
– “Kimse duymayacak!” deyip, Bakanı inandırmış, siyasetçi komşusunun evine gitmiş.

Avluda gördüğü siyasetçiden bir meşrulaştırma istemiş.

Siyasetçi sormuş: 

– “Meşrulaştırma mı? Hangisini istiyorsun? Üretim için olanı mı, tüketim için olanı mı?”

– “Tüketim için olan benim işimi görür.”

Siyasetçi Ali Bakanların fakir olduğunu biliyormuş. Meşrulaştırmanın altına bir parmak pohpohlama balı sürmüş. “Müthiş gidiyorsunuz devam edin” diye yazmış.

Ali Bakan’nın bürokratları eve dönünce rantları ölçmeye başlamış. Ali Bakan, onun ölçüp bir kenara ayırdıklarını götürüp kazdığı çukura gömmüş.

Sonuçtan bürokratlar çok mutlu olmuş. İşleri bitince aldıkları meşrulaştırmayı, bekletmemiş, hemen piyasalara geri vermişler. Ancak meşrulaştırmanın altına üstüne bakmamışlar. Siyasetçi yaptığı meşrulaştırmanın altına yapışan rantı görünce şaşıp, kalmış. Akşam olunca “Ali Bakan!”, demiş, “Hani sen fakirdin? Küp küp rantlarını neden bizden sakladın?”

Ali Bakan siyasetçi duyduklarını, başkalarına da söylemesin diye, toprağa gömdükleri rantlarının yarısını ona vermiş, başka kimselere söylememesini sıkı sıkı tembih etmiş.

Ancak siyasetçi yaygarayı basmış:
– “Bu rantların yerini ben de görmeliyim. Götürüp göstermezsen, seni görevden aldırırım.”
Bunda bir kötülük düşünmeyen Ali Bakan;

– “Yarın sabah olunca yola çıkarız. Seni oraya götüreceğim.” demiş, siyasetçiyi evine uğurlamış.
Siyasetçi, sabah olunca Ali Bakan’ı beklemeden katırlarını önüne katarak ormana gitmiş. Koca kayaya gelince Ali Bakan’dan öğrendiği sözleri tekrarlamış:

– “Açıl rant, açıl!” demiş.

Gökdelene dalan siyasetçinin gözleri kamaşmış. Tıka basa dolu rantları, emsalleri, imar değişikliklerini görmüş. Yanında getirdiği bütün çuvalları doldurmuş. Son çuvalı da doldurduktan sonra çıkış kapısına yönelmiş. Ancak işin kötüsü, en umulmaz başına gelmesin mi? Kapıyı açacak sihirli sözleri bir türlü hatırlayamamış. Ne söylediyse mümkünü yok, kapı açılmamış. Korkusundan ölüp ölüp dirilmiş. Can derdine düşmüş, kaçacak yer aramış. Ama başka hiçbir delik, hiçbir iz bulamamış.

Öğle zamanı müteahhitler mağaralarına gelmişler. Siyasetçinin katırlarını görüp şüphelenmişler. Hazinelerinin bilinip bulunduğunu anlamışlar. İlkin içeriye girmek için kendilerinde cesaret bulamamışlar. İçerdekilerin sayısının da fazla olabileceği düşüncesi onları korkutmuş. Aralarında tartışmışlar. Bu tartışmalardan bıkan baş müteahhit kılıcını çekmiş, koca kayanın karşısına gitmiş. Ne olur ne olmaz düşüncesiyle de yan tarafa saklanıp seslenmiş:

– “Açıl rant, açıl!”

Emri alan gökdelen, hemen açılmış.

Bu tarafta siyasetçi, siyasi hayatının son saniyelerini yaşadığını anlamış. Kurtuluş için bir çare düşünmüş. Kapı açılır açılmaz da müteahhitlerle anlaşmaya karar vermiş. “Siz rantları benimle paylaşın ben de Ali Bakan’a verdiğim meşrulaştırmayı size vereyim hem de üstüne istediğiniz imar ve emsali size sağlayayım. Hatta her türlü büyük projeyi de size ihale ederim” demiş. Baş müteahhit “Tamam. Ama bizim rantımızı ortaya çıkaran Ali Bakana bir oyun oymak boynumuzun borcu” demiş.

Beklememişler, mağaraya dönmüşler. Müteahhit başı orada dünya pazarında satmak, kentleri marka yapmak için sözde kırk katır yükü rant hazırlatmış. Küplerin her birine müteahhitlerini yerleştirmiş. Akşam alacasında şehre gelmişler. Ali Bakan’ı kapısının önünde otururken görmüşler.Müteahhit başı, yanına yaklaşıp sormuş:

– “Pazarda satmak için rant getirmiştim. Ama gördüğün gibi artık konutları satamıyoruz. Size zahmet vermezsem bu gece beni finans merkezinde misafir eder misin?”

Ali Bakan:

– “Hay, hay! Başımın üstünde yeriniz var. Buyurun!” deyip, onları içeri davet etmiş. Küpler birer ikişer avluya taşınmış. Müteahhit başı, sofranın hazır olduğunu kendisine bildirilince, tam içeri girerken, adamlarına fısıl fısıl seslenmiş.

– “Size haber verdiğimde küplerden çıkıp, faizlerin düşmesini, devletin kredi vermesini talep edin” demiş. İçeri girmiş, sofraya kurulmuş.

Ali Bakanın güvendiği bir Merkez Bankası Başkanı varmış. Bu, baş müteahhitin planını anlamış. Faizleri yükseltmiş. Rantlar, konutlar, rezidanslar elde kalmaya başlamış.

Baş müteahhit de bir ara Ali Bakan’ın yanından ayrılıp küplerin yanına gitmiş. Bakmış ki hiç birinde beklediği ses yok. Dönüp tek tek sormuş;

– “Uyuyor musunuz?” demiş.

Yine hiçbir ses yok. Üstelik küplerden beklemiş konut ve konut reklamı kokusu geliyormuş. Pabucun pahalı olduğunu anlayan müteahhit başı, hiç durmamış, mağarasına doğru kaçmış. Müteahhit başı, talihsizliğine kızmış, başına gelenlerden sonra öfke küplerine binmiş, intikam yeminleri içmiş. Basının önüne çıkmış.

-“Biz müteahhitler kendi yağımızla kavruluyoruz, bu memleketi sırtımızda taşıyoruz” demiş.

Buna karşın, Ali Bakan’da basının önüne çıkmış.

-“Bu kadar rant yeter, artık paramızı sanayiye yatırmamız lazım” demiş.

Onlar her devirde muradına ermiş ama artık Somadakilerin, Ermenektekilerin, kamyon kasalarında ölenlerin, ensesine kuşun sıkılıp ölenlerin, boğazı kesilenlerin kerevete çıkma şansı hiç olmayacak…


3 Kasım 2014 Pazartesi

AKSARAY YA DA “NE VERİYİM ABİME” ŞEHİRCİLİĞİ


Böyle tasvir ediyor Cem Yılmaz, bir restorana gittiğimizde garsonla olan ilişkimizi. Yılmaz’a göre garson, iktidarımızı kabullendiği hissini bize samimiyetle karışık biçimde “ne veriyim abime?” diye bildirirken, biz onun bu itaatkar ve şehvetli hitabını “ne vericen bana?” diyerek kendimizi onaylatma ihtiyacı duyan bir seda ile karşılıyoruz. Birkaç defa tekrarlanan bu “ne veriyim-ne vericen” gel-giti “her şeyden az az ortaya karışık” şeklinde formüle edilen bir uzlaşma ile sonlanıyor. Hatta Cem Yılmaz bu anlamsız diyalogu İngilizceye çevirmeye çalışarak olayın tuhaflığını bir kat daha gülünçleştirerek anlatıyor. İnternette dolaşan bu tasvirin birkaç dakikalık kısmını geçenlerde izlerken farklı bir alandaki benzerlik dikkatimi çekti. Gündelik yaşamımızda başka alanlarda da “ne veriyim abime” meselesi oldukça yaygın. Mesela giyim kuşam alışverişlerinde. Mağazaya girdiğimde tezgahtar arkadaş “ne bakmıştınız abi” diyor ben de “pantolon bakmıştım ama sen ne önerirsin” diye yanıtlıyorum. Tegahtar bana her şeyden az az ortaya karışık bir şey öneriyor. “Abi pantolon elli lira, ama gel sana 99,99 TL’ye takım verelim. Yanında gömlek, kravat, çorap hediye”. Sonra kafam karışıyor bir şey almadan çıkıyorum.

Bu durumun en sık yaşanmaya başladığı alanlardan birisi ise mimarlık ve şehircilik alanları olmaya başladı. Geçenlerde bürokraside yükselen bir öğrencimi ziyarete gittim. İşyeri T.B.M.M.’nin karşısında. Odasının camından Meclise yapılan yeni ek bina görünüyor. Laf arasında “Hocam bu nasıl bina, ne biçim mimarlık. İnsan şöyle Selçuklu-Osmanlı bir şeyler yapar” dedi. Mimarlık ve tasarım alanı dışında bir uzmanlığı bulunun öğrencime “sence ne bu Selçuklu-Osmanlı yani ne yapılsın isterdin” diye soracak oldum ama sonra yuttum sözümü. Sonu belirsiz bir tartışmaya gideceğini tahmin ederek. Ama sonra düşündüm sorsaydım muhtemelen kemerli girişler, revak benzeri şeyler, kalem işi süslemeler, mümkünse kubbemsi yapılar yanıtını alacağım açık. Bu durum sadece mimarlık ve şehircilik alanına mensup kişilere de özgü değil. Yine başka bir ortamda gayet profesyonel ve tanınmış bir mimarın tablet bilgisayarını çıkarıp Çevre ve Şehircilik Bakanlığından bir yöneticiye, “Şuna bir bakar mısınız Selçuklu-Osmanlı olmuş mu?” diye sorduğuna da şahit oldum. Yani bu günlerde ortaya karışık teriminin karşılığı mimarlık ve şehircilik alanı düşünüldüğünde “Selçuklu-Osmanlı” ifadesinde karşılığını buluyor.

Devletin hala en büyük işveren olduğu bir ülkede artık sanki şöyle manzaralar yaşanıyor. İktidar sahibi mimar, şehirci, plancı ya da tasarımcı (kimse artık) onu yanına çağırtıyor. Tanım kolaylığı olsun diye bu kişiye mimar diyelim çünkü daha çok onlarla ilişki kuruluyor. Tasarımları daha çabuk görünür hale geldiğinden olsa gerek. Tabi koca iktidar sahibi restorana gider gibi adamın bürosuna gidecek değil. Mimarı yanına çağırtıyor. Kaba hatlarıyla ne yapılması istendiği söyleniyor. İhtişamlı makam odasında otururlarken mimar soruyor “ne tasarlayalım zat-ı alilerine”. Tabi garsondan farkı da var mimar dostumuzun. O kadar okumuş, bir sürü iş yapmış, laf arasında bir iki mimarlık kavramı, örnek proje attırıyor sohbete. Ama genellikle iktidar sahibi bunlardan pek anlamıyor. Mimara soruyor “ne öneriyorsun” (ki burada “ne vericen bana”nın meali oluyor bu). Mimar iktidarın tenezzülü karşısında daha da ezilerek biraz daha az “mimarca” ifade kullanarak yeniden kendini ifade etmeye çalışıyor ama bu ifade tarzı daha bir “ne veriyim abime”ye benziyor. Böyle birkaç defa karşılıklı gidiş gelişten sonra iktidar sahibi “şöyle ecdadımızın yaptıklarını hatırlatan bir şeyler olsun, hani yok mu canım Selçuklu-Osmanlı bir şeyler” diyor. Bu da “her şeyden az az ortaya karışık” karşılığı oluyor.

Bu muhabbetin iki ilginç sonucu var. Birincisi şu, “ne veriyim abime” diyen garsonun isimsizleşmesi, neredeyse görünmez bir adama dönüşmesi gibi, devasa projelere imza atan tasarımcı kamuoyunun önünden kayboluyor. Arada bir şanslı birkaç kişiye gizli kapaklı ortamlarda röportaj verirse anlıyoruz bu işte parmağı olduğunu. Yoksa mimarın “kamusal aktör” olma vasfı ortadan kalkmış durumda. Muhtemelen aynı zamanda başka birilerine de “ne tasarlayayım zat-ı alilerine” demekle de çok meşgul olduğundan oluyor bu. Bu kayboluş aynı zamanda genç kuşak tasarımcı ve mimarlar için ise başka bir yolu açıyor. Devletten ya da başka bir işverenden iş almanın yolu herhalde budur diyor birçok kişi. Yani piyasanın kollamacı iktidar ilişkileriyle oluştuğu bir dünyada kamusal aktör niteliği kalmamış, bir sis perdesinin ardında kalmayı tercih eden görünmeyen yüklenicilerin dünyası. Buna karşın yarışmalar gibi diğer proje elde etme yolları marjinalleşiyor.

Muhabbetin ikinci sonucu ise yazının başında belirttiğim husus. Sokaktaki adam için muteber “az az ortaya karışık” tasarım biçiminin karşılığı “Selçuklu-Osmanlı tarzı bir şeyler” oluyor. Burada “Selçuklu-Osmanlı” denilen şey aslında kelime karşılıklarının ötesinde başka bir tavra ve içeriğe işaret ediyor. Sorgulandığında yapı tekniğinin “tabiî ki beton ve tünel kalıp”, ölçeğinin mutlaka ama mutlaka “geniş, ferah ve yüksek tavan”, büyüklüğünün “ihtişamlı (ihtişamsız Selçuklu-Osmanlı olur mu?) ki bu kaç kat olursa olsun fark etmeze tekabül ediyor, içindeki dekorasyonun “aynalı, jan-janlı hatta böyle kımıl kımıl” olması gerektiği kabilinden yanıtlar almaya başlıyorsunuz. Bildiğiniz hiç Selçuklu ya da Osmanlı eseri var mı diye sormaya kalkmayın yanıtı çoğunlukla malum. Sonuçta uzaktan çekip sündürülmüş Safranbolu evlerini andıran, yakından bakınca ne olduğu anlaşılmayan, girişinde Versaille yaldızına bulanmış, Dolmabahçe merdivenleriyle devasa hollerde kaybolmuş, her bir köşesi ayrı telden konuşan bir yapılar dizisi ortaya çıkıyor. Bunun en güzel örneklerinden birisi sanırım Ak-saray namındaki yeni “cumhur-baş-ba-kan-lığı binası” olsa gerek. Her yönüyle tartışılsa da bu bina “ne veriyim abime” mimarlığı adına içeriğinin bir şekilde “popülüst bir kolektivite tarafından doldurulduğu hissini veriyor. Mimar dostlarımız buna “eklektik tasarım” diyorlar. Bu tür bir tasarım sürecinin sonuçları ve tasarım kuramları açısından tartışılacak çok yönü olduğu açık.


Ancak, tüm bu sürecin gözden kaç-ırıl-an çok önemli başka bir boyutu olduğunu düşünüyorum. Bu boyut yapıdan çok yapıda şu ya da bu şekilde yer alan şehirci, plancı, mimar, mühendis ve tasarımcıların etik tercihleri ya da en azından böyle etik tercihlerinin olması gerektiğine ilişkin farkındalıklarıyla ilgili. “Ne vericen bana” diyen bir iktidar sahibi karşısında en azından istenen şeyin nerede, nasıl ve ne şekilde yapılacağını, konuya ilişkin tartışmaların bulunup bulunmadığını anlamaya çalışma çabası ve bu çabanın sonucunda işe başlamadan önce şöyle ya da böyle duruşunu ifade etme ihtiyacını duymak önemli bir şey diye düşünüyorum. Bu tür bir ihtiyacın duyulmadığı yerde tasarımcı tüm tarihsel birikimlerden soyunarak bir tür “tasarım unsurları müşaviri/tesisatçısı” haline geliyor. İçinde bulunduğu toplumun sorunlarından yalıtılmış bir vakumda görünmeden yaşamaya alışmış bir teknisyene indirgeniyor. Zaten tüm sorunlarımız da burada başlamıyor mu? Bu süreçler el yordamıyla kapalı kapılar ardında yürütülürken, olan oluyor. Yaşam çevrelerimiz hızla değişiyor. Gezi, ya da Validebağ gibi birkaç örnek dışında hayatın kendisi tercihsiz, yönsüz, medeniyet tasavvuru kısırlamış bir “ne veriyim abime” hayatına dönüşüyor. İşte bunun için hangi tarafta olunursa olunsun etik tercihlerin ortaya konması her zamankinden daha önemli hale geliyor.