Ridley
Scott’un Oscar ödüllü Gladyatör adlı filminin unutamadığım sahnelerinden
birisinde bilge İmparator Marcus Aurelius, Lejyonlarının kumandanına sorar: “Sence
Roma Nedir”? Kumandan tereddütsüz yanıtlar: “Romanın ne olduğunu bilmiyorum ama
Roma dışında gördüğüm her şey karanlık ve vahşetten ibaretti”. Kumandanın bu
yanıtı bizlerin de zihinlerine çocukluğumuzdan beri işlenmiş şeylerden
birisidir. Roma ışıktır, Roma aydınlıktır. Oysaki tarihçiler Roma’nın belki
bunların yanı sıra başka bir şey daha olduğunu bize öğretiyorlar. Roma çağları
aşan kurnazca tarih yazımıdır aynı zamanda.
Çoğumuz
Roma’nın mutlu mesut yaşarken, doğudan gelen barbar kavimlerin istilasına uğradığını
– ki bunlardan en önemlilerinden birisi de Hunlardır – ve sonunda da bu baskıya
dayanamayarak yıkıldığını öğrendik. Hatta bu kavimlerden birisi olan Vandallar,
bugün bile kullandığımız tabirlere kaynaklık etti. Oysa arkeologların bulguları
başka bir tarihin olduğunu gün ışığına çıkarıyor. İstilacı kavimler aslında
istilacı hatta barbar bile değillermiş. Çok gelişmiş takvim sistemleri,
gelişmiş bir toplum yapıları varmış. Ancak, belki de tek zayıf yanları olan bir
imparatorluk düzeni içerisinde değil birbirlerine gevşek ittifak bağlarıyla
bağlı bir kent-devletler sistemi olarak yaşamaları onların, Roma’nın düzeni
altında yüzlerce yıl sürecek bir baskıya boyun eğmelerine sebep olmuş. Sonrasında
Spartacus’le başlayan bir başkaldırı dalgasıyla bu eski uygarlık izleri
kendilerinin olanı yeniden talep etmişler.
Ancak,
tarihçiler Roma tarihçilerinin mirasını düzeltedursunlar, biz hala kamu
alanlarındaki tahribata yol açanları “Vandallar”, yaptıklarını da “Vandalizm”
olarak adlandırmaya devam ediyoruz. Evet, gerçekten de bireylerin kentsel
kamusal alanlardaki kamusal kullanımdaki ortamları ve varlıkları tahrip etme
girişimini etik olarak, herkesin ortak haklarını gasp etme girişimi olarak
kınayabilir ve yanlışlayabiliriz. Peki bu davranışlarda bulunan kişiler temsili
demokratik sistem içerisinde seçimle işbaşına gelmişse, kente karşı yaptıkları
vandalca icraatlara ne ad vereceğiz? Parktaki bir banka sevgilisinin adını
kazıyan delikanlıyla, şehrin ortasına kimseye sormadan kamu kaynaklarıyla
diktiği gökdelen hayalet yapı haline gelen, birkaç yıl sonra da bir iş adamına
rant için devreden belediye başkanını aynı çerçevede mi değerlendireceğiz?
Her
şeyden öte, delikanlı, sözünü ettiğimiz belediye başkanının ya da bu duruma
sessiz kalan diğer kent yöneticilerinin durumunu, gelecekteki çocukları için
protesto etmeye başlarsa ne olacak? Kimi haklı göreceğiz? Hele bir de bu tür
bir protesto kolluk kuvvetlerinin orantısız güç kullanımı ile büyür ve
denetimden çıkarak salt şiddet amaçlı gurupların eylemlerine ortam hazırlarsa iş
daha da çetrefil bir hal almayacak mı? Genelde, bu tür durumlar sonrasında –Gezi
eylemleri sonrasında olduğu gibi- kerameti kendinden menkul maliyet hesapları
kamu yöneticileri tarafından ifade edilmeye başlanıyor. Daha hasar tespiti
yapılmadan şu kadar milyon, ya da eski parayla trilyon zarar var deniyor. Peki
karşı çıkılan projelerin ya da tasarrufların mevcut ya da olası zararları?
İktisadi terimlerle konuşursak, en azından protestocuların zararlarıyla
tasarlanan projelerin basit bir fayda/maliyet ve zarar analizini yapmak
gerekmez mi? Ya da mesele bu maliyet sorununa indirgenebilecek kadar basit ve
kamu yönetiminin dışında bir mesele mi? Bu sorular silsilesini çoğaltmamız
mümkün.
Böyle
çetrefil bir durumda, eldeki kavramsal çerçevenin dışına çıkarak yeni bir bakış
açısı yaratmakta fayda var. Madem kentlerdeki protesto olaylarına karışanlara
Roma’dan ödünç aldığımız kavramlarla isim veriyoruz, yine Roma’ya uzanmamızda
fayda olabilir. Eski Romayı yıkan sözde istilacı kavimlerin karşısında ise Roma’nın
yönetici sınıfını temsil eden bir karakterin olduğunu görürüz. Bu kişi
İmparator Neron’dur. Popüler tarih anlayışına göre Roma’yı yakan, yangın
sürerken de keyifle Lir çalan bir imparatordur Neron. Yine tarihçilerin
belgelere dayalı olarak söyledikleri ise daha farklı bir Neron’la karşılaştırır
bizi. Neron Romayı yakmamıştır. Hatta Roma yandıktan sonra onun yeniden inşa
edilmesini sağlamıştır. Ama esas Neron’u diğer imparatorlardan ayıran bir
özelliği vardır. Neron, Roma kent düzenini imparatorluğun hakimiyet alanında en
sıkı biçimde uygulayan, bu şekilde kölelik düzenini, lejyon güçlerinin
baskısını en etkili kullanan imparatordur. Sert uygulamaları belki de onun
tarih vicdanında sadist bir karakter olarak yer almasına sebep olmuştur.
O
halde, nasıl ki Vandalizm, anlam kaymasına uğrayarak kullanılmaktaysa, aynı
şekilde Vandallar karşısındaki bir karakter olarak Neron da kullanılabilir.
Buradan yola çıkarak, günümüz kentlerinde kentliyi dikkate almayan, temsili
demokratik sistemin sınırlarını zorlayan kentsel projeleri kentlere dayatan
kent yöneticilerine de “KENT NERONU” adı verebiliriz. Kent neronlarını, kentin
ve kentlinin bilgisi, haberi olmayan, bilim ve düşün insanlarının uyarılarını
dikkate almadan uygulanan projelerle kentleri hayalet yapılarla dolduran,
özetle katılımcı kent yönetimini dışlayarak kentleri yöneten kent yöneticileri
olarak adlandırabiliriz. Kent neronları sandığa giderken ifade ettikleri
ilkeler ve projelerle seçim sandığında meşruiyet elde eden, ancak bu meşruiyeti
çoğu zaman evrensel ilkeleri alaşağı etmek için kullanana ve seçim öncesinde
söylediklerini seçimden sonra yalanlayan kişilerdir. Seçilmek onları her konuda
ve her zaman uzman kılmaktadır. Çeşitli sebeplerle yapılan uyarılar onlara göre
sadece belli siyasi komploların bir parçasıdır.
Bu
şekilde isimlendirirsek artık son aylarda yaşadıklarımızı kent Vandalları ile
kent neronları arasındaki bir mücadele olarak adlandırabiliriz. Kuşkusuz yeni
isimler koymak karmaşık bir sorunu çözmek iddiası ortaya atmak için yeterli
değil. Ama en azından şunu ortaya koyabiliriz artık. Eğer mesele kent Vandalları
ile kent neronlarının fayda/maliyet ve zararlarını karşılaştırmaya
indirgenecekse bir sebep sonuç ilişkisini tartışmaya başlayabiliriz. Kent Vandallarının
yarattıkları zararı doğru kabul etsek bile kent neronlarının kentteki atıl ve
yanlış projeler yoluyla kente en az Vandallar kadar hatta kat be kat daha fazla
zarar verdikleri yüzlerce örnekle ortaya konabilir.
İsimleri
ayrıştırdıktan sonra meseleyi demokrasinin ilkeleri açısından ele alalım. Seçim
sandığıyla gelen birinin kendisine tanına yetkileri ve meşruiyet sınırlarını
aşmasının, kentteki kentsel taleplerin sesini kentsel yönetimi düzeyine
eriştirecek katılımcı demokratik kanallar açılarak denetlenmesi gerekiyor.
Ancak, temel çelişki de tam bu noktada başlıyor. Zaten bu sınırları aşmak
niyetinde olan – hatta bunu yapmasının yanlış olduğunu sorgulamayan - kent
yöneticisinin bu katılımcı kanalları açmasını nasıl sağlayacağız? Açıkçası
zaten bunu sağlayamıyoruz. Sonuçta da kentlerimizde seçilmişlerin düzeyi ile
gündelik yaşam arasında kapanması zor bir uçurum açılıyor. Kentleri yönetenler
kentlilere yabancılaşıyor. Kenti devasa bir propaganda makinesi haline
getirerek ve kendilerine kamusal bir ego inşa ederek bu boşluğu
doldurabileceklerini zannediyorlar. Ama olmuyor. Her karışı sağırlaşmış kentsel
projelerle doldurup herkesi memnun edeceklerini zannediyorlar. Ama kentli
tatmin olmuyor, hatta isyan ediyor.
Bu
yazının amacı hiçbir şekilde kente verilen zararları şu ya da bu şekilde
meşrulaştırmak değil. Sorunun çıplak bir şekilde kentlerdeki demokrasi
altyapısıyla ilişkili olduğunu bir kez daha göstermek. Kente verilen zararların
ve kente karşı işlenen suçların, çok daha yüzeysel tartışmalarla meşrulaştırılmasının
yanlış olduğunu göstermek. İhtiyacımız olan şeyin kentlerde, katılımcı
mekanizmalarla desteklenmiş ve denetlenmiş bir temsili demokratik sistem
arayışı olduğunu söylemek. Belki biz de artık her şeye kadir ve gücü yeten kent
neronlarını değil, işine bisikletle giden, adını sanını bilmediğimiz bir belediye
başkanını ve yaşanabilir kentleri özlüyoruz kim bilir?