Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

27 Ağustos 2013 Salı

KENT VANDALLARI KENT NERONLARINA KARŞI


Ridley Scott’un Oscar ödüllü Gladyatör adlı filminin unutamadığım sahnelerinden birisinde bilge İmparator Marcus Aurelius, Lejyonlarının kumandanına sorar: “Sence Roma Nedir”? Kumandan tereddütsüz yanıtlar: “Romanın ne olduğunu bilmiyorum ama Roma dışında gördüğüm her şey karanlık ve vahşetten ibaretti”. Kumandanın bu yanıtı bizlerin de zihinlerine çocukluğumuzdan beri işlenmiş şeylerden birisidir. Roma ışıktır, Roma aydınlıktır. Oysaki tarihçiler Roma’nın belki bunların yanı sıra başka bir şey daha olduğunu bize öğretiyorlar. Roma çağları aşan kurnazca tarih yazımıdır aynı zamanda.

Çoğumuz Roma’nın mutlu mesut yaşarken, doğudan gelen barbar kavimlerin istilasına uğradığını – ki bunlardan en önemlilerinden birisi de Hunlardır – ve sonunda da bu baskıya dayanamayarak yıkıldığını öğrendik. Hatta bu kavimlerden birisi olan Vandallar, bugün bile kullandığımız tabirlere kaynaklık etti. Oysa arkeologların bulguları başka bir tarihin olduğunu gün ışığına çıkarıyor. İstilacı kavimler aslında istilacı hatta barbar bile değillermiş. Çok gelişmiş takvim sistemleri, gelişmiş bir toplum yapıları varmış. Ancak, belki de tek zayıf yanları olan bir imparatorluk düzeni içerisinde değil birbirlerine gevşek ittifak bağlarıyla bağlı bir kent-devletler sistemi olarak yaşamaları onların, Roma’nın düzeni altında yüzlerce yıl sürecek bir baskıya boyun eğmelerine sebep olmuş. Sonrasında Spartacus’le başlayan bir başkaldırı dalgasıyla bu eski uygarlık izleri kendilerinin olanı yeniden talep etmişler.

Ancak, tarihçiler Roma tarihçilerinin mirasını düzeltedursunlar, biz hala kamu alanlarındaki tahribata yol açanları “Vandallar”, yaptıklarını da “Vandalizm” olarak adlandırmaya devam ediyoruz. Evet, gerçekten de bireylerin kentsel kamusal alanlardaki kamusal kullanımdaki ortamları ve varlıkları tahrip etme girişimini etik olarak, herkesin ortak haklarını gasp etme girişimi olarak kınayabilir ve yanlışlayabiliriz. Peki bu davranışlarda bulunan kişiler temsili demokratik sistem içerisinde seçimle işbaşına gelmişse, kente karşı yaptıkları vandalca icraatlara ne ad vereceğiz? Parktaki bir banka sevgilisinin adını kazıyan delikanlıyla, şehrin ortasına kimseye sormadan kamu kaynaklarıyla diktiği gökdelen hayalet yapı haline gelen, birkaç yıl sonra da bir iş adamına rant için devreden belediye başkanını aynı çerçevede mi değerlendireceğiz?

Her şeyden öte, delikanlı, sözünü ettiğimiz belediye başkanının ya da bu duruma sessiz kalan diğer kent yöneticilerinin durumunu, gelecekteki çocukları için protesto etmeye başlarsa ne olacak? Kimi haklı göreceğiz? Hele bir de bu tür bir protesto kolluk kuvvetlerinin orantısız güç kullanımı ile büyür ve denetimden çıkarak salt şiddet amaçlı gurupların eylemlerine ortam hazırlarsa iş daha da çetrefil bir hal almayacak mı? Genelde, bu tür durumlar sonrasında –Gezi eylemleri sonrasında olduğu gibi- kerameti kendinden menkul maliyet hesapları kamu yöneticileri tarafından ifade edilmeye başlanıyor. Daha hasar tespiti yapılmadan şu kadar milyon, ya da eski parayla trilyon zarar var deniyor. Peki karşı çıkılan projelerin ya da tasarrufların mevcut ya da olası zararları? İktisadi terimlerle konuşursak, en azından protestocuların zararlarıyla tasarlanan projelerin basit bir fayda/maliyet ve zarar analizini yapmak gerekmez mi? Ya da mesele bu maliyet sorununa indirgenebilecek kadar basit ve kamu yönetiminin dışında bir mesele mi? Bu sorular silsilesini çoğaltmamız mümkün.

Böyle çetrefil bir durumda, eldeki kavramsal çerçevenin dışına çıkarak yeni bir bakış açısı yaratmakta fayda var. Madem kentlerdeki protesto olaylarına karışanlara Roma’dan ödünç aldığımız kavramlarla isim veriyoruz, yine Roma’ya uzanmamızda fayda olabilir. Eski Romayı yıkan sözde istilacı kavimlerin karşısında ise Roma’nın yönetici sınıfını temsil eden bir karakterin olduğunu görürüz. Bu kişi İmparator Neron’dur. Popüler tarih anlayışına göre Roma’yı yakan, yangın sürerken de keyifle Lir çalan bir imparatordur Neron. Yine tarihçilerin belgelere dayalı olarak söyledikleri ise daha farklı bir Neron’la karşılaştırır bizi. Neron Romayı yakmamıştır. Hatta Roma yandıktan sonra onun yeniden inşa edilmesini sağlamıştır. Ama esas Neron’u diğer imparatorlardan ayıran bir özelliği vardır. Neron, Roma kent düzenini imparatorluğun hakimiyet alanında en sıkı biçimde uygulayan, bu şekilde kölelik düzenini, lejyon güçlerinin baskısını en etkili kullanan imparatordur. Sert uygulamaları belki de onun tarih vicdanında sadist bir karakter olarak yer almasına sebep olmuştur.

O halde, nasıl ki Vandalizm, anlam kaymasına uğrayarak kullanılmaktaysa, aynı şekilde Vandallar karşısındaki bir karakter olarak Neron da kullanılabilir. Buradan yola çıkarak, günümüz kentlerinde kentliyi dikkate almayan, temsili demokratik sistemin sınırlarını zorlayan kentsel projeleri kentlere dayatan kent yöneticilerine de “KENT NERONU” adı verebiliriz. Kent neronlarını, kentin ve kentlinin bilgisi, haberi olmayan, bilim ve düşün insanlarının uyarılarını dikkate almadan uygulanan projelerle kentleri hayalet yapılarla dolduran, özetle katılımcı kent yönetimini dışlayarak kentleri yöneten kent yöneticileri olarak adlandırabiliriz. Kent neronları sandığa giderken ifade ettikleri ilkeler ve projelerle seçim sandığında meşruiyet elde eden, ancak bu meşruiyeti çoğu zaman evrensel ilkeleri alaşağı etmek için kullanana ve seçim öncesinde söylediklerini seçimden sonra yalanlayan kişilerdir. Seçilmek onları her konuda ve her zaman uzman kılmaktadır. Çeşitli sebeplerle yapılan uyarılar onlara göre sadece belli siyasi komploların bir parçasıdır.

Bu şekilde isimlendirirsek artık son aylarda yaşadıklarımızı kent Vandalları ile kent neronları arasındaki bir mücadele olarak adlandırabiliriz. Kuşkusuz yeni isimler koymak karmaşık bir sorunu çözmek iddiası ortaya atmak için yeterli değil. Ama en azından şunu ortaya koyabiliriz artık. Eğer mesele kent Vandalları ile kent neronlarının fayda/maliyet ve zararlarını karşılaştırmaya indirgenecekse bir sebep sonuç ilişkisini tartışmaya başlayabiliriz. Kent Vandallarının yarattıkları zararı doğru kabul etsek bile kent neronlarının kentteki atıl ve yanlış projeler yoluyla kente en az Vandallar kadar hatta kat be kat daha fazla zarar verdikleri yüzlerce örnekle ortaya konabilir.

İsimleri ayrıştırdıktan sonra meseleyi demokrasinin ilkeleri açısından ele alalım. Seçim sandığıyla gelen birinin kendisine tanına yetkileri ve meşruiyet sınırlarını aşmasının, kentteki kentsel taleplerin sesini kentsel yönetimi düzeyine eriştirecek katılımcı demokratik kanallar açılarak denetlenmesi gerekiyor. Ancak, temel çelişki de tam bu noktada başlıyor. Zaten bu sınırları aşmak niyetinde olan – hatta bunu yapmasının yanlış olduğunu sorgulamayan - kent yöneticisinin bu katılımcı kanalları açmasını nasıl sağlayacağız? Açıkçası zaten bunu sağlayamıyoruz. Sonuçta da kentlerimizde seçilmişlerin düzeyi ile gündelik yaşam arasında kapanması zor bir uçurum açılıyor. Kentleri yönetenler kentlilere yabancılaşıyor. Kenti devasa bir propaganda makinesi haline getirerek ve kendilerine kamusal bir ego inşa ederek bu boşluğu doldurabileceklerini zannediyorlar. Ama olmuyor. Her karışı sağırlaşmış kentsel projelerle doldurup herkesi memnun edeceklerini zannediyorlar. Ama kentli tatmin olmuyor, hatta isyan ediyor.


Bu yazının amacı hiçbir şekilde kente verilen zararları şu ya da bu şekilde meşrulaştırmak değil. Sorunun çıplak bir şekilde kentlerdeki demokrasi altyapısıyla ilişkili olduğunu bir kez daha göstermek. Kente verilen zararların ve kente karşı işlenen suçların, çok daha yüzeysel tartışmalarla meşrulaştırılmasının yanlış olduğunu göstermek. İhtiyacımız olan şeyin kentlerde, katılımcı mekanizmalarla desteklenmiş ve denetlenmiş bir temsili demokratik sistem arayışı olduğunu söylemek. Belki biz de artık her şeye kadir ve gücü yeten kent neronlarını değil, işine bisikletle giden, adını sanını bilmediğimiz bir belediye başkanını ve yaşanabilir kentleri özlüyoruz kim bilir?