Kente karşı suç kavramı iki boyutta
tanımlanabilir. Bunlar; kentte kamusal alanlara yapılan müdahalelerin kentlinin
ortak çıkarlarını ne düzeyde etkilediği ve bu ortak çıkarların etkilenmesiyle
ilgili olarak farkındalığın ne düzeyde olduğu şeklinde ifade edilebilirler. Bu boyutlar
birbiriyle çok yakından ilişkilidir. Eğer bir kentte, o kentteki kamu yararına,
kamusallığa ilişkin canlı ve zengin bir tartışma ortamı yoksa o zaman kente
karşı suç kavramının da tarif edilebilmesi oldukça zor ve güç bir hale gelmektedir.
Siyasi süreçler açısından baktığımızda ise toplumda kentleri yönetmesi için
temsili mekanizmalarla görev verilen aktörlerin kente yaptıkları müdahalelerin
biçimi, şekli, içeriği ve ne düzeyde meşru görüldüğü tartışması gündeme gelmektedir.
Kentlerde siyasal temsiliyetin seçilmişlere
ne tür bir meşruiyet sağladığı çok önemlidir. Demokratik sistemlerde sandığa
gidip oy verdiğimizde, seçtiğimiz insanlara aslında ahlaki ve etik tercihleri
sebebiyle oy verdiğimiz varsayılmaktadır. O insanların aynı zamanda en büyük
mühendis, en büyük bilim adamı ve en estetik sanatçı olduğunu tescillemek için
oy kullanmıyoruz. Ancak bizim gibi ülkelerde verilen oyun belediye başkanlarına
ya da siyasilere böyle bir meşruiyet alanı da verdiği düşünülüyor. Bilim ve
sanatın meşruiyetleri kendi içinde farklı mekanizmalarla kurulmakta olmasına
karşın, sandıktan çıkan kişinin istediği sanat eserini istediği yere koyma,
istediğini kaldırma, bilimsel doğruları bir eliyle kenara itme, kendi
tercihlerini uygulama gibi bir takım şeyler yapabildiğini görebiliyoruz.
Aslında buna çok da şaşırmamak
gerekli. Çünkü, Türkiye’ye baktığımızda, katılımcı mekanizmaların
bulunmadığını, kentlerin tam bir vakumla yönetildiğini görüyoruz. Bugün seçimlerde
oy veren insanla tepedeki belediye başkanı arasında neredeyse hiçbir etkin
siyasal mekanizma bulunmamakta. Hâlbuki olması gereken tabandan tavana,
tavandan tabana olan mekanizmaların belirli bir bütünlük içerisinde hareket
etme zorunluluğudur. Siyasal, sosyal ve fiziksel açılardan kentlerde bir
demokrasi altyapısının oluşturulmasının sağlanmasıdır. Bu demokratik alt
yapının bulunmadığı yerlerde hesap verilebilirlik, saydamlık gibi bir takım
ilkeler ne yazık ki önemini kaybediyor. Burada da siyasilerin ve onlarla
birlikte hareket eden çıkar gruplarının gerçekleştirdiği bazı uygulamaların
kentsel haklara müdahale ederek birer kentsel suç haline geldiğini görüyoruz.
Bu durumun temelinde ise kent
yönetimlerinin genel olarak demokratik karakterinin zafiyete uğraması yatıyor. Kentlerde
belediye başkanlarının bütçelerini nasıl ve ne amaçla kullanıldığı neredeyse
hiçbir şekilde sorgulanmaz hale geldi. Örneğin Televizyonlarda bir süredir
Ankara ve İstanbul belediyelerinin yaptıkları parkların reklamlarının hem de “prime
time’da” döndüğünü görüyoruz. Acaba bu reklamların paraları nasıl veriliyor? Belediyelerin
kamusal hizmet kurumları olarak böyle reklamlara para vermek için yetkileri var
mı? İşte bunların sorgulanamadığı bir toplumda yaşıyoruz artık.
Bir önemli konu da, kente karşı suç
teşkil edecek uygulamalarda bilimsel ön görülebilirliğin ortadan kalkması. Eğer
belediye başkanının tercihi ile bir projeye girişiliyorsa o zaman fizibilite
çalışmaları, fayda maliyet analizleri, etkinlik ve verimlilik analizleri gibi
artık çağdaş dünyanın vazgeçilmez kabul ettiği çalışmalar da anlamını
kaybediyor. Bu durumda gerçekleştirilen projelerin sonuçlarının önceden
kestirilebilirliği ortadan kalkıyor ve gerçekten kente zarar verebilecek bir
durum oluşacaksa bunun önceden anlaşılabilmesi olanağı da ortadan kalkıyor.
Bir yolun o yerden neden geçeceği
sadece belediye başkanının iki dudağı arasından çıkan söze kalmış durumdadır. Burada
yüzyıl öncesinden önemli bir örnek paylaşılabilir. Tarihi kayıtlara göre ünlü
Amerikan Başkanı Wilson bundan yaklaşık yüzyıl önce Amerikan Senatosunda “Bir
yolu yapmanın Cumhuriyetçi ya da Demokrat bir şekli yoktur, yol yoldur” der.
Muhalifleri ise cevaben “evet teknik açıdan belki haklısınız. Ama o yolun
nereden geçeceğinin, yolu kimin yapacağının ve daha birçok ayrıntının demokrat
yolları da vardır cumhuriyetçi yolları da derler. Bu örnekten de
anlaşılabileceği gibi bütüncül, bütünsel ve ayrıntıları düşünülmeden başlanan
projelerde suçun ortaya çıkma olasılığı da artmaktadır.
O zamanda sonuçları açısından kente
karşı suç kapsamına giren eylemlerin sayısının arttığını görüyoruz. Bunara son
zamanarda “hayalet yapılar” deniyor. Belediye başkanlarının kentin çeşitli
yerlerinde başlattıkları ama hukuki, mühendislik ya da başka kurallara dikkat
edilmeden başlatılan ve bitirilemeyen yüzlerce yatırım var. Bu yatırımlar kamu
kaynaklarının kullanımı açısından kente karşı suç niteliği taşıyorlar.
İşte tüm bu sorular kente karşı
suçun ciddi bir şekilde gündeme geldiğini göstermeye başlamaktadır. Yapılanların
kente karşı suç olduğunun anlatılabilmesi gerekmektedir. Ancak bu anlatma
meselesi de oldukça sorunludur. Çünkü siyasi açıdan baktığınızda pragmatik
çözümler her zaman söylem karşısında kazanıyor. Siz istediğiniz kadar bu para
şuraya harcandı, şurada daha iyi değerlendirilebilirdi deseniz de, orada var
olan gerçeklik fiziksel varlığıyla sıradan insan için var olmasıyla
meşruiyetini sağlamakta. Bunu sorgulatmak için çok daha güçlü toplumsal baskı
grupları oluşturmak gerekiyor. Kente karşı suçların sahipsiz ve kimsesiz bir
kente karşı değil, kentlilere ve hatta kişinin kendisine karşı işlediği bir suç
olduğunun vurgulanması gerekiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder