Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

17 Eylül 2012 Pazartesi

FOTOĞRAF ÇEK(İN)MEK



Benim kuşağım için çok değil bundan otuz yıl öncesinde fotoğraf çektirmek eylemi başkalarının yazdığı bir senaryonun edilgen figüranları olmakla eşdeğerdi. Fotoğrafın insan ruhunu bir kâğıda hapsedeceğine inanan ilkel kabile mensupları gibi, mahalle fotoğrafçısının vitrinine, oradan da okula hapsedileceğimize inanırdık. Fotoğraf çektirme eylemi bizim için okula başlamakla eşdeğerdi. Bizden önceki ağabeylerimiz beyaz yakalı siyah önlüklerini giyip o kapıdan içeri bir bilinmezliğe girmişler, bir hafta sonrasında da –onlar okula başladıklarında– resimleri fotoğrafçının vitrininde belirmişti. Muzip bir arkadaşımıza göre çocuklar okuldan kaçmasınlar diye ruhları o vitrinde saklanıyordu. Vakit geldiğinde bizler de girdik o kapıdan ve neler olduğunu gördük. Keçisakallı bir amca bizi yüksekçe bir tabureye oturttu. Dev gibi bir makinenin arkasında bazı ayarlamalar yaptı. Vücudumuzun pozisyonunu ayarladı, boynumuzu çevirdi, çenemizi kaldırdı ve “aman bozma” deyip tekrar makinenin arkasında geçti. Bir flaş patladığında tuttuğumuz nefesleri bırakmış ve rahatlamıştık. Çekilen fotoğraflarımız çok geçmeden fotoğrafçı vitrinindeki yerini almıştı.

Bu deneyimin iki önemli yanı vardı. Birincisi, ne fotoğrafçı ne de fotoğrafı çekilen ortaya çıkacak sonuç hakkında tam olarak bir kestirimde bulunamazdı. Fotoğrafçı ne kadar işinin ehli olursa olsun, müşteri sonuçtan memnun kalmayabilirdi. Kimileri ise fotoğrafçının elde ettiği sonucun kesinlikle yorumlanmaması gerektiğini düşünür, “fotoğraflarda iyi çıkmıyorum” der geçerdi. İkincisi ise fotoğrafa yansıyan halet-i ruhiyemiz ile ilgiliydi. Fotoğraf bizi tatmin etmese bile ilk okul fotoğraflarının ilginç bir yanı vardı. Fotoğraf bizim kişiliğimizi, içimizin derinliğini yansıtırdı. Fotoğrafların siyah-beyaz olmasının da bunda etkisi vardı sanırım. Grinin tüm tonlarının gökkuşağının tonlarından daha fazla duyguyu yansıtabilmesi ise ilginç bir durumdu. İlk doğduğumuzda hayata, ilk tekmelediğimizde topa nasıl bakıyorsak, ilk fotoğrafımızda da dünyaya öyle bakıyorduk. Yıllar geçiyordu, üstümüz başımız binlerce kez kirleniyor, temizleniyordu, kirler çıkıyor ama o bakış duruşumuzdan, yüzümüzden hiç çıkmıyordu. Öyle ki ilkokul fotoğrafımızdaki yüz ifadesine bakıp yıllar sonra o fotoğrafa artık hiç benzemese de bir arkadaşı hatırlamak mümkün oluyordu. Şimdilerde siyah beyaz bir okul fotoğrafı çektirme geleneği tarihe karıştığı için hala böyle olup olmadığını bilmiyorum.

Yıllar geçtikçe fotoğrafçı ve fotoğraf ile ilişkimiz fotoğraf teknolojisi ile birlikte değişmeye başladı. Önce makaralı fotoğraf makineleri çıktı. 24 ya da 36 pozluk bu makineler hayatın özel anlarını dondurmak için kullanılmaya başlandı. En sık sorulan sorulardan bazıları “kaç pozun kaldı” ya da “fotoğrafları nerede bastıracaksın” idi. Fotoğrafçı yavaş yavaş özel bazı fotoğraflar dışında fotoğraf banyosu ve baskısı ile uğraşan bir adam haline geldi. Baskıya tercihlerini yansıtmadı değil. Kimi zaman fotoğrafa çerçeve ekledi, köşelerini yuvarlak kesti.  Renkli filmlerin yaygınlaşması ile birlikte siyah beyaz baskı da yavaş yavaş tarihe karıştı. Bir ara gurbetçilerin eliyle kendi baskısını yapan “polaroid” makineler bir görünüp bir kayboldu ve bize donuk renkli, arkası parlak kare şeklindeki fotoğrafları yadigâr bıraktılar. Bu yılların vazgeçilmez unsuru ise albümlerdi. Sürekli olarak bastırılan ve ancak yarısına yakını çekeni tatmin eden fotoğrafların saklanması için değişik renk ve biçimlerdeki sayısız albüm oluşturuldu, büyük fotoğraflar için çerçeveler alındı.

Dijital çağın başlaması ve ardından sosyal medyanın yaygınlaşması ile birlikte fotoğraf birler ve sıfırlardan oluşan bir bilgi paketinin sanal dünyada paylaşılmasının aracı haline geldi. Artık fotoğraf çekmek “taranmak” gibi dönüşlü bir eylemdi. Kişiler sürekli olarak kendi yaşam döngüleri üzerine eklenerek katlanan ve çoğalan bir imaj dünyasını oluşturmak için ellerindeki telefon ve dijital fotoğraf makineleriyle dolaşan gezginler halini aldılar. Fotoğrafların çözünürlüğü arttı, boyutları büyüdü, sayıları akıl ve hafzalayı zorlayacak boyutlara ulaştı. Fotoğrafların beğenmediğimiz yanlarını da yeni yazılımlar yardımıyla kolayca değiştirebiliyoruz artık. Ama bir şeyler eksiliyor sanki. Fotoğrafların sayısı arttıkça onları artık daha az ya da hiç önemsemez hale geldik. Bir anlığına çek(in)iyor, tüketiyor ve unutuyoruz onları. Bizden önceki kuşakların dijital fotoğrafları basılmadan, ellerine almadan sevmeye yanaşmamaları da bundan sanki. Bizler fotoğrafın içimizdeki derini yansıtacak ve elden ele dolaşacak bir hatıra olmasından çoktan vazgeçmiş gibiyiz. Fotoğraf çekinirken, hakkımızda delil olarak kullanılabilecek görüntülerden çekiniyoruz. Sanırım çekinmediğimiz fotoğrafları çekinmenin yeni yollarını ve onları paylaşmanın “insanca” hallerini yeniden keşfetmeye ihtiyacımız var…